Yusufçuklar mezarlıkların bekçisi olmuş gönüllü.
Mezarların önünden geçerken neler düşünürüz? Çoğumuz içinden kaçamak bir sevinç geçirir. Onun yattığı yerde olmamanın, nefes almanın verdiği haklı gururu duyar. O sessizliğin kendi içinde ne çok şey anlatmak istediğini, o kemik yığınlarının da bir zamanlar güzel ya da çirkin olduğunu, hırsları, kinleri, öfkeleri ile bambaşka insanlar olduğunu düşünmeden geçeniz var mıdır oralardan. Ya da hafif hafif mırıldanır, onların cennete daha çabuk geçmesine yardım edeceğini umduğumuz dualar dökülür dudaklarınızdan.
Hüseyin Topal, Ayşe Görmez, Ahmet Yaramaz, Ali Yen, Mutlu Dönmez, Yaşar Ölmez ve daha niceleri ölürken ne acılar çekmiş, kimleri üzmüş, kimleri sevindirmişlerdir. Ama hiç birimiz onların yerinde kendimizi görmeyi hayal bile etmeyiz. Biz ölümsüz varlıklarmışız gibi. Kainatta öleceğini bilerek bu kadar yaşama azmi gösteren tek varlık insan olsa gerek. Ölümle yaşamı bu kadar senkronize yaşayan bir canlı düşünsenize en çok sevdiğinizi kaybediyorsunuz ama yaşamaya gülmeye devam ediyorsunuz. Bu biraz da acımasızlık değil mi? Kim kızabilir ki ? Ölümün ardından kız kulesi manzarasını ya da Kapadokya da güneşin batışını seyretmek biraz da ona meydan okumak değil midir ? Ölümü bir insan olarak düşündüm ilk defa, Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabını okuduğumda. İnsanlar vardır tanışırsınız bir vesileyle parkta, sokakta, bir işiniz vardır görürler temizlikçiniz ya da çocuk bakıcınız ne kadar farklı hikayeleri vardır hepsinin. İnanamazsınız tanıştıkça anlattıklarına. Ölüm de böyleymiş . Sevgi dolu ama sevgiyi bilmediğini düşünüyoruz.
Hava yağmurlu şansına bugün toprak yumuşacık olur mis gibi kokar. Çabuk kabuk bağlar toprak çim verir. Biz yaşlı yusufçukları böyle genç yolculara veriyorlar. Bizler ilk gömüldüklerinde onların başında duruyoruz ta ki öldüklerini unutup kalkmaya çalışmalarına kadar. Bugün gelecek arkadaş on iki yaşında bir kız çocuğu. Okul dönüşü hız denemesi yapan on sekiz yaşında bir çocuk tarafından ezilmiş. Kalbi araba çarptıktan sonra ancak on dakika dayanabilmiş.
Çocuklar daha geç fark ederler dünya değiştirdiklerini. Çoğu zaman oynamaya kalkarlar. Onlara o kadar zordur ki öldüklerini anlatmak. Belki de bu yüzden tecrübeli yusufçukları çocukların başına dikerler. Çocukları televizyonlarda şiddetten uzak tutarlar, ölümden bahsedilmez hiç yanlarında, gelin görün ki bebek denecek yaşta ölmüş birine ölümü anlatın.
Hiç hoş bir işimiz olduğunu düşünmüyorsunuzdur eminim. Ama biz alışkınız ölülerle konuşmaya, onları öldüklerine inandırmaya. Yazık ki çoğu zaman hışırdayan bir kavak ağacının serinliğine, köpüklü deniz dalgasına, tazecik ekmek kokusuna, neşeyle gülen bir bebeğin sesine, sevdiğin biriyle yaptığın seksin tadına veda etmek hiç de kolay olmuyor. Çoğu yaşamanın tadını öldükten sonra anlıyor yazık ki. Sevdiklerini üzerek, bir bardak suyu kana kana içmeden, yağmurda ıslanmaktan korkarak, karda üşümekten çekinerek, doya doya ağlamanın ayıp olduğunu düşünerek. Arkalarında bıraktıkları şeylerin onlar için olduğunu hayal ettiklerinden gittikleri her yere götürebileceklerini zannederek.
Sizi de bekliyoruz ama lütfen kendinizi asla ölümsüz zannetmeyin. Zengini, fakiri, güzeli, çirkini herkes burayı ebedi istirahat yeri olarak bilsin.
Ha şunu soruyorsanız siz yusufçuklar nasıl yaşıyorsunuz diye. Anlatırken bile yorulursunuz. Biz yaklaşık üç yıl doğmayı bekler.Bir haftada da çiftleşir ölürüz. Bu görev de bize ölüme bu kadar yakın olup da hayatı yaşamayı becerdiğimiz için verildi zaten.
Bir kez şans size gülmüş. Çok uzaklardan yol katederek geldiniz. Niye bu kadar hoyratça davranacaksınız ki hayata. Haksız mıyız?
Bir cevap yazın