Gözleri kapalıydı.
Bütün uzuvlarını açmış, heykel gibi duruyordu. Günün ilk saatleri olduğu için güneşin
yakıcı etkisini henüz hissetmiyordu. Gerçi gün, saat, günün ilk saatleri gibi sözler onda oldu
olası anlamlı hâle gelen kavramlar değildi. Gözlerini açmaya karar verdi… Vazgeçti. Daha
önce de bütün uzuvları açık bir hâlde, heykel gibi durmuştu ama gözleri kapalı hiç bu kadar
uzun süre durmamıştı. Uyku dışında gözlerini kapalı tutmak onu tedirgin ederdi. Hayır,
aslında tedirgin etmez, tam anlamıyla korkuturdu. İçinden “Gözlerimi açmalıyım.” diye
geçirdi… Vazgeçti. Gözleri kapalıyken nelerden korktuğunu düşündü. Korkuları birbirini
çağırdı, çoğaldı. Hepsini alt alta sıraladı, topladı; karşısına yaşam çıktı. Zihni bulandı, yüreği
daraldı.
Gözleri kapalıydı.
Denizden çıktığından beri bütün uzuvlarını açmış, heykel gibi duruyordu. Güneşin ılık
nefesi bedenini kuşatıyor, esmeye nazlanan rüzgâr ipeksi dokunuşlarla güneşe eşlik ediyordu.
Kurumaya başlayan bedeninden ayaklarına doğru kayan damlaların iç gıcıklayıcı
yolculuğunu zihninde canlandırmaya çalıştı. Birbirinden habersiz irili ufaklı damlalar kâh
hızlı kâh yavaş bir yolculuğa çıkıyor, bedeninin kıvrımlarından kayıp bir yol ağzında
birleşerek bir kola, bu kollar da birleşerek bir ırmağa dönüşüyordu. Su damlalarının bu
yolculuğundan garip bir haz almasına rağmen gözlerini açmaya niyetlendi… Vazgeçti.
O gün denizde dalga yoktu. Denizde dalga olmaz mı? Bazen olmazdı. Bazı
zamanlarda rüzgâr esmez; sudan bir ayna ortaya çıkar; bütün dünya bu sudan aynaya sığardı.
Böyle günlerde bütün uzuvları açık, heykel gibi duruşunun yansımasını sudan aynada
görürdü, tıpkı eski iskelenin tahta ayaklarını, bu ayaklara bağlanmış sandalları, sandallara
konmuş su kuşlarını gördüğü gibi. İşte, bugün de öyle bir gündü. Gözleri kapalı olsa da içinde
yer aldığı bu tabloyu sanki görüyormuş gibi zihninde resmetti. Sonra birden şüpheye düştü.
Zihnindeki sureti, aslıyla karşılaştırmak için gözlerini açma isteği uyandı içinde… Vazgeçti.
Tabiatın dinginliğine tüm benliğini bıraktığı bu anda uzaktan gelen zayıf pat patları duydu.
2
Bu, balıkçı barınağına gelen bir teknenin motor sesiydi. Ses yaklaştı, yaklaştı; motorun pat
patları PAT PATlara dönüştü. Tekne, balıkçı barınağına girmiş, biraz sonra önünden
geçecekti. Motor sesinden tekneyi görmeye, teknenin görüntüsünden balıkçının kim
olduğunu tahmin etmeye çalıştı, edemedi. Kim olduğunu bir türlü tahmin edemediği balıkçıyı
görme isteği, bir çırpıda meraka dönüştü, aynı hızla zihnini kuşattı. Kendisiyle mücadele
etmeye başladı. Gözlerini açmalı mı yoksa benliğini tabiatın dinginliğine bırakmaya devam
mı etmeliydi? Gözlerini “açma/açmama” medcezrini iç dünyasında yaşarken kendini
gözlerini açık bir hâlde buldu. Merakını yenme isteği iradesine üstün gelmiş, gözlerini
açtığının farkına varamamıştı.
Gözleriyle tekneyi takip etti. İsmini bilmediği ancak göz aşinalığından tanıdığı
balıkçı, teknenin motorunu kapattı. PAT PATlar bıçak gibi kesildi. Barınak eski sessizliğine
büründü. Tekne, motorun önceden verdiği gayretle dümenin yekesinin gösterdiği yönde
süzüldü. Motor susunca sandalın oluşturduğu dalgaların da gücü azaldı. Ne var ki fersiz
dalgaların oynaşması sudan aynanın tılsımını bozmaya yetti. Eski iskelenin tahta ayakları, bu
ayaklara bağlanmış sandallar, sandallara konmuş su kuşları, tüm uzuvlarını açmış, heykel gibi
duruşu deniz yüzeyinde ebruli bir görüntüye dönüştü. O ise tabiatın bu tansıklı dönüşümünü
umursamadı, balıkçıyı takibini sürdürdü. Balıkçının gelişini kendisinden başka duyan ve
görenler de vardı. Barınağın sakinlerinden olan yüzü aşkın kedinin pek çoğu balıkçıya karşıcı
olmuştu. Kedileri görünce keyfi kaçtı. Oldu olası bu hayvanlardan haz etmezdi. Onların
bedava yaşadıklarını, balıkçılardan balık dilenerek emeksiz yemek yediklerini düşünürdü.
Gerçi balıkçılar av dönüşü kendisine de birkaç kez balık vermişti ama kedilerin alışkanlığı ile
kendisinin durumu bir sayılmazdı. Çünkü o da muntazaman – özellikle de acıktığında her
zaman – balığa çıkardı. Balıkların yerini tahmin eder, avlayana kadar da yılmadan usanmadan
çabalardı. Bazen balık avlayana kadar bütün gününü denizde geçirirdi. Bu nedenle bedava
yaşamadığını, emeksiz yemek yemediğini düşünürdü. Ona göre balıkçıların verdiği balığı
almak, sadaka almak değil; gönül birlikteliği yaşamaktı. Oysa kediler işi iyice yüzsüzlüğe
vurmuştu. Barınağın bütün balıkçılarına kendilerini acındırmayı sanat hâline getirmişler,
balıkçılara sırnaşıp siftinmeden yaşayamaz olmuşlardı. Balıkçıların bu durumdan şikâyetçi
olmamalarına şaşırmıyor da değildi. Aslında balıkçılar şikâyetçi olmayınca ona da laf
söylemek düşmezdi ya… Ama içinde kedilere kabaran öfkesini de bir türlü yenemiyordu.
Hele, kedilerin her geçen gün sayılarını artırarak barınağı âdeta istila etmelerine ne
demeliydi? Daraldığını hissetti. Gözlerini kedilerden uzaklaştırıp barınaktaki su kesimi mavi,
3
teknesi beyaz sandallara, kayıklara, motorlara çevirdi. Beyaz rengin hâkimiyetini şaşkınlıkla
fark etti. Mavi, yeşil, kırmızı… beyazın içinde kaybolmuştu. Bu durum da onu rahatsız etti.
Anlaşılan kediler sinirlerini bozmuştu. İstemeye istemeye tekrar onlara doğru baktı. Bu kısa
ayrılık sırasında barınağın köpeği de kedilerin yanına gelmiş, kıvrılıp beton zemine yatmıştı.
Köpeği görünce iyice rahatsız oldu. Çünkü köpekten de hoşlanmazdı. Köpek, kedileri
korkutup kaçıracağına onlarla ittifak yapmış, tıpkı kediler gibi balıkçıların artıklarıyla geçinir
olmuştu. Köpeğin zamanla köpekliğini unuttuğunu düşünüyordu. Köpek bir gün miyavlasa
şaşırmazdı. İki kedi, aheste beste adımlarla köpeğin yanına geldi. Köpeğin orasına burasına
sürtündükten sonra kıvrılıp yanına yattı. Sanki inadına yapıyorlardı.
Barınağın miskin sessizliği havadaki bir grup martının kavgacı çığlıklarıyla bozuldu.
Bu delişmen, bu uçarı kuşlardan haz eder miydi, etmez miydi, yıllar geçmesine rağmen henüz
karar verememişti. İçinde onlara karşı nedensiz bir hayranlığın yanı sıra yine nedensiz bir
çekemezliği de barındırırdı. Martılardan bazıları balıkçının sandalına kondu, diğerleri şamata
yaparak uçup gitti. Gidenlerin ardından baktı. Ne kadar da hareketliydiler! Sandala konan
martıların sesi, gözlerini tekrar balıkçıya çevirmesine neden oldu. Balıkçı ağları boşaltıyor,
ıskartaya çıkan balıkları kedilere doğru atıyordu. Bezgin kediler kendilerinden beklenmeyen
çeviklikle ötelerine berilerine düşen ıskartalara hamle yapıyor, hızlı olanlar nafakalarını kapıp
kuytuya kaçışıyordu. Iskartalardan nasiplenmek isteyen sandaldaki martılardan sabırsız
olanlar ise çığlıklarıyla balıkçıyı taciz ediyordu. Köpek ise bütün olan biteni kayıtsızlık içinde
yattığı yerden gözünün ucuyla izliyordu. Bu sahnenin tek eksiği, barınakta yaşayan portakal
rengi keseli pelikanlardı. Gözleri onları aramaya başlamıştı ki onlar da başka bir sandalın
ardından göründü. Tek sıra hâlinde, süzülerek suda ilerliyorlardı. Başı anne pelikan
çekiyordu. Anne pelikanın yiyecek bulamadığı zaman yavrularını besleyebilmek için kendi
etini koparıp onlara yedirirdiğini duymuştu. Ona göre böyle bir fedakârlığın dünyada eşi
benzeri yoktu. Bu nedenle barınakta yaşayanlar içinde en çok ona saygı duyuyor, onu
mitolojik bir canlı olarak görüyordu. Ona hayranlıkla bakarken anne pelikanın vücudundan
bir parça koparıp yavrularına yedirdiği sahneyi hayal etti. Birdenbire zihni bulandı, içi
buruldu, gözleri karardı. Başına ne geleceğini anladı. Ne yaparsa yapsın yaşayacaklarının
önüne geçemeyeceğini biliyordu. Kendini öz eleştiri yapmaya mecbur hissettiğinde bünyesi
hep böyle tepki verirdi. Çaresizce gözlerini sımsıkı kapadı ve her şey silindi. Yargıcı yerini
çoktan almış, sorusunu sormuştu bile:
4
― Sen, yavrularının yaşaması için, anne olarak, etini koparır mıydın, böyle bir
fedakârlık yapar mıydın?
Evet, demediği gibi, hayır da demedi. Kaçamak bir cevap aradı, bulamadı. Soruyu
zihninden uzaklaştırmaya çalıştı, başarılı olamadı; mahkeme kurulmuştu bir kere. Yargıcı
yüksek perdeden buyurdu:
― Cevap ver!
Kendini bu sefer nasıl bir batağın içine sokmuştu, anlamadı. Bir çıkar yol aradı.
Yargıcının sözünü tekrar, sözdeki her sözcüğü tek tek düşündü. Yargıcı, “anne olarak”
demişti. Oysa kendisi erkekti. “Sorunun muhatabı ben değilim.” diye geçirdi içinden.
Rahatladı, öz güveni yerine geldi. Kendinden emin bir şekilde:
― Ben dişi değilim, dedi.
Yargıcı bu sefer gürledi:
― Daha iyi ya! Babaları olarak, yavrularının yaşaması için, kendi etini koparır
mıydın? Cevap ver!
Soluksuz, zavallı ve cılız bir “Hayır.” zihninde teker meker yuvarlandı; kırılıp
döküldü. Yargılama tamamlandı. Gerçekle yüzleşildi. Mahkeme dağıldı.
Güneşin ılık nefesini, rüzgârın ipeksi dokunuşunu bedeninde bir kez daha hissetti.
Soluk alıp verişi düzene girmeye başlayınca hiç düşünmeden gözlerini açtı. Az ileride denize
çakılı üç ahşap kazıktan ikisinin tepesine tünemiş birer karabatak gördü. Onlar da kendisi gibi
bütün uzuvlarını açmış, heykel gibi duruyordu. Boş olan üçüncü kazığın tepesini gözüne
kestirdi…
Bir cevap yazın