Elimle dokunduğum kâğıdın yüzündeki yazılar çivi yazısı gibi kabarıktı. Gözlerimi eski pencereden uzaklara bıraktım. Deniz sakin değildi. Beyaz köpükler çok kızgınmış gibi geldi. Sahile vurdukça, masayı yumruklayan insanları hatırladım. Kahvemden bir yudum aldım. Karşıma gelin çeyizi gibi serilen bu yalnızlığın ardı, okuduğum romanların giriş bölümüydü sanki.
Sonra kendi işime döndüm. Bir reklam ajansında, üstünde çalıştığımız ürünün ana metinleriyle uğraşırken insanlık tarihinin başladığı yere gitmiştim. Reklam çivi yazıyla piyasaya sunulduğunda daha ilgi çekeceğini düşünmüştük. Şirketin;
“Evet”
Yanıtıyla yoğun çalışma dönemi başlamış, bu küçük kentte çalışmayı seçmiştim. Şimdi stresten uzaktım.
Kiraladığım evin kırmızı, puanlı, kenarları fırfırlı kısa perdeleri vardı. Yuvarlak ahşap askılığında, çocukken okuduğum renkli hikâyeleri anımsatıyordu bana. En çok da bunu sevmiştim. Görür görmez kalbim ısınmış, hemen tutmuştum evi. Arka taraftaki mutfak, başlı başına kırmızı sandalyeleri ve masasıyla fenomenimdi. Perdeler; Kısa, mavi üstünde küçük portakal rengi çiçekli, kalın bir kumaştandı. Fayanslarda limon, çilek ve böğürtlen desenleri vardı. Güneş ilk burada kendini gösteriyordu. Sonbaharın son zamanları olduğu için o uykuya yatmak üzereydi.
“Kış kafasını toparlıyor.”
Gülümsedim. Rüzgâr hafiften camları sarsıyordu. Dışarıya çıkmak için kışlık bir yağmurluk gerekliydi. Yazıları yaratırken sıkılmıştım. Yorgunluk da denebilirdi buna. Aklımdakileri şekillere dönüştürerek söylemek, dev bir maskeydi bedenimde. Sümerolog bir arkadaşım da bana yardım etmişti.
“Çok keyifli!”
Kendi kendime masama bakarak iç geçirdim.
Sümerleri düşündüm. İsa’nın doğumundan dört beş bin yıl öncesi. Ne Travma! Cep telefonu için binlerce yıl gerekliydi ve beklemeye hiç tahammülüm yoktu.
Zil çaldı. Kapıyı açmak için koştum. Karşımda bakkalın çırağı vardı.
“Mandalina.”
Elindeki poşeti bana uzattığında;
“Bir dakika!” dedim.
Onu eli boş göndermek istememiştim. Koyu kahve iri gözlerinin altında yatan utangaçlık bana küçük mini minnacık bir kedi yavrusuna duyduğum merhameti hatırlattı. Bakkalın çırağı merdivenleri hızla inerken geriye uçuşan düşüncelerim kalmıştı.
“Neler yaşıyor acaba?”
Soruyu kendime sormuştum. Ona bakarken, hızla geçen zaman, akışında bıraktığı kahverengi lekeler, mitolojik bir kahramanın yerinden oynattığı dev kaya parçalarıydı. Onda da yerinden oynaması gereken lekeler vardı.
İçeriye girmek üzereydim. Aslan başlı zile takıldı gözüm. Tunç rengi, küçük bir heykel görüntüsündeydi. Gece gözlerinde kırmızı ışık yanıyordu. Bu vahşi bir hayvan tarafından izlendiğim düşüncesi yaratıyordu bende. Kırmızı gözlü, beyaz bir hayalet içinden çıksa asla şaşırmayacaktım, o kadar soğuk bir parçaydı.
“Evde tek başıma kaldığım zamanlarda beni korkutan soğuk şey!”
Onunla yalnız kalmak istemediğimi anladım.
Ev arkadaşım akşama gelecekti. Korkum geçmişti ki, şiddetli bir gürültü odayı kapladı. Gök ışık demetleriyle aydınlandı. Şimşek, yazı kâğıdımı aydınlattı. Kâğıt tutuştu. Kıvrıla kıvrıla yanıyordu gözümün önünde. Alevler tavana doğru yükselirken gri bir hortum alevleri yuttu. Yükselirken alevleri içinde görebiliyordum. Yükseldi, yükseldi sonra alevleri geri fırlattı. Bir top halinde pencerenin önüne düştü. Camın önünde ki kızıllık hızla üzerime geldi. Beni içine alıp büyüdü. Odanın ortasında alevlerin içinde sessizce duruyordum.
Üzerimdeki hırkayı sıkıntıyla koltuğa fırlattım. Duygu yoğunluğu yaşamıştım. Dışarıda fırtınadan sonra başlayan yağmur pencereyi öyle ıslatmıştı ki! Sadece akan suyu görebiliyordum. Su şeritleri… Mermerden aşağıya akıp, yağmurdan oluşan küçük gölcüğe karışıyordu.
İsteksizlik kalbime vurdu. Yine de masanın başına oturdum. Şekillerime baktım. Yağmuru anlatmak istedim şekillerle. Bir I ve damla işareti. Olmuştu işte! Ya da öyle zannettim. Zannetmeler… Başka türlü dokunamazdım ki!
Hava güneşe teslim olmuş, ağlamaklı bir halde yüzüme vurdu. Perdemin kenarlarından beni ısıtan Helios altın lirini çalıyordu bana. Gözüme büyüteç takmıştım. Ayrıntıların manasını keşfetmek için… Yazı en masum haliyle bana bakarken ben gizemini keşfediyordum çivinin. Birbirinin içine geçmiş okları beynime kazımıştım. Demin kaldığım yerden devam ettim. Ta ki, havanın kararmaya başladığını görene kadar. Perdeler, koyu kırmızı bir renk almıştı. Başımı kaldırdığımda masamın kenarında dev bir sürüngenle göz göze geldim. Göz kapakları çok kısa olduğu için iris bütün gözü kaplamıştı sanki. Kalın, çimen yeşili deri terlemiş, kalp atışlarının yoğunluğuyla hareket eder gibi sallanıyordu. Uzun tırnaklarını kâğıtlarıma geçirmiş, sahibi oymuş gibi hırçındı. Bakmamaya çalışarak ona kâğıtlarımı kurtarmak için kendi kendime plan yaptım. Çakmağımı yaktım ve canavarın yüzüne doğru yaklaştırdım. Hareketlerim karşısında harekesizdi. Bana bir şeyler anlatmak istercesine bir adım geri çekildi. Çakmağı bu kez gözlerime yaklaştırdım. Korku dolu bakışlarım, uçurumun kenarındaki bir insan bakışıydı. Yaratığın gözleri ise uçurum… Kırmızı ışıklar yanıp sönüyordu uçurumun kıyısında. Ama o kadar derindi ki! Yuvarlanmamak için kendime olanca gücümle asılmıştım. Ben ne yapsam yaratıkta aynı şeyi yapıyordu. Yana doğru hareket etsem, o da aynı şekilde yana doğru kayıyor, elimi öne doğru uzattığımda o da pençesini uzatıyordu. Yerimden kalkıp kapıya koşsam, bana yetişmesi saniyesini alacaktı. Işık! Işığı açarsam yok olacağı düşüncesi aklıma geldi. Çalışma masamdaki lambaya doğru ok gibi atıldım. O da pençesiyle atıldı. Kuşun gagasına benzeyen tırnakları elimin üzerinde olanca ağırlığıyla hissettiğim de düğmeyi çevirmeyi de başardım. Gözlerim kamaştı. Ama sürüngen gitmişti. Kâğıdın en üstünde en son çizdiğim yağmur şekli vardı.
Kapı arka arkaya birkaç kez elle çalındı. Kapıyı açmak için kalktığımda kırmızı, nokta şeklinde bir ışık gördüm masamın üstünde. Küçük el lambamın pili azalmıştı. Tam da kâğıtlarımın üstüne vuruyordu uyarı işareti.
Kapıyı açtığımda zilin gözlerinin yanmadığını gördüm. Bozulmuştu.
Arkadaşım;
“Aslan Baş’ın gözleri bozulmuş!”
“Yarın değiştirelim şunu.”
Diyerek gülümsedi.
Sürüngenden hiç bahsetmedim.
Mine Köker – Mayıs 2013
Bir cevap yazın