M.Ö. beşinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Parmenides’in fikirleri, tarihteki diğer idealist filozoflarla benzerlik taşıması açısından sıradan gibi görünse de, fikirlerini temellendirmek için ortaya koyduğu örneklemeler günümüzde bile kafa karıştırmaya devam eder. Parmenides hareketin ve değişimin aslında olmadığını, görünenin yalnızca yanılgıdan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Bu fikir çok tanıdıktır aslında. Nazım’ın bir şiirinde “Senin dışında değil miydi kıllı kollarında kıvranan meyhanecinin kızı?” dediği ortaçağ filozofu Berkeley, Lenin’in Materyalizm ve Ampriokritisizm adlı eserinde onca siyasal meşguliyetine rağmen yine de felsefe ve bilimin sınırlarında cebelleşip durduğu Ernst Mach gibi filozoflar da benzer şeyleri savunmuşlardır tarihte.
Parmanides’in en parlak öğrencisi Elealı Zenon’dur. Platon’un Parmenides adlı eserinde yazılana göre Parmenides ömrünün sonlarına merdiven dayamışken Zenon 20’li yaşlardadır. Hatta genç ve yakışıklı Zenon ile aralarında sevgili ilişkisi olduğuna dair bir cümlesi de vardır Platon’un. Zenon, hocasının değişim ve hareketin yanılsamadan ibaret olduğunu savunan görüşlerini desteklemek üzere dört meşhur paradoks ortaya atmıştı. Aslında bunlara paradoks değil de akıl oyunu demek daha doğru olmasına rağmen yerleşmiş literatüre uyarak paradoks diyelim. Bunlardan en ünlüsü “Aşil ve Kaplumbağa paradoksu” olarak bilinir. Zenon, hikayeye fiziksel gücü efsaneleşmiş bir kahraman olan Aşil’i de katarak (Akhilleus) şöyle bir düşünce deneyi ortaya atar; Çok iyi bir koşucu olan Aşil, kaplumbağa ile yapacağı bir koşu yarışmasında kaplumbağaya örneğin yüz metrelik avans versin. Yarış başladıktan kısa bir süre sonra Aşil’in kaplumbağayı geçeceğini düşünürsünüz. Belki de bunu görürsünüz. Ama bu gördüğünüz göz yanılgısından başka bir şey değildir! Aşil, kaplumbağa ulaşmak için önce yolun yarısını kat etmeli. Sonra kalan yolun yarısını kat etmeli, sonra kalan yarısını, sonra kalan….. Bu böyle sonsuza dek sürüp gider. Değil mi?! Böylece Aşil aslında kaplumbağayı hiçbir zaman yakalayamaz. Sizin gördükleriniz göz yanılgısından başka bir şey değildir…
Platon’un Parmenides eserinde Sokartes, Zenon ve Parmenides arasındaki diyaloglar yer alır. Aslında yaşadıkları dönem itibariyle bir tutarsızlık vardır yani muhtemelen Sokrates ve Parmenides hiç karşılaşmamıştır ama irdelediğimiz konu itibariyle bizim açımızdan bu önemli değil, biz Platon’un yalancısıyız… Anlatıya göre Zenon böylesi bir paradoksu Sokrates’e anlatır, Sokrates’in konuşmanın sonuna dek Zenon’u sessizce dinler, sonra hiçbir şey söylemeden kalkıp duvara dokunur ve tekrar yerine oturur.
Yukarıda aktardığımız mitolojik hikayeyi basitçe bir ok ve hedef olgusuna indirgeyebilir, atılan ok hiç bir zaman hedefe ulaşmaz diyebiliriz. Hatta Zenon “yolun yarısından sonra, kalan yolun yarısı” akıl yürütmesini “yolun yarısından önce, gidilmesi gereken yolun yarısı” şeklinde ifade ederek okun aslında aslında hiç bir zaman yaydan çıkamadığını da iddia eder. Zenon bu ifadesiyle hareketi, dolayısıyla zaman kavramını anlamsızlaştırmaktadır. Bu paradoks, matematikteki sonsuz yakınsak seriler kullanılarak çözülür, fakat matematiksel çözümünü burada yazmayı gerekli görmüyorum çünkü tartıştığımız noktada, değişim, hareket ve yanılgı ile ilgili garip bir kavram vardır; zaman..
Zaman nedir? “An”ların toplamından ibaret değil midir? An nedir? Eğer an sonsuz küçük birimdeki zaman ise, bu anlar sonsuz kere toplanıp mesela 1 saniye, yine sonsuz kere toplanıp 2 saniye mi oluyor? Yoksa zaman tıpkı Zenon’un iddia ettiği gibi bir yanılgıdan ibaret midir?
Zaman ile uzayı birleştiren ilk düşünür Einstein olmasa da, uzay-zaman kavramı onunla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Matematikçi Hermann Minkowski bu fikrin matematiksel temelerini oluşturmuştu. Öncesinde bazı edebiyat eserlerinde de karşılaşılır; Edgar Allen Poe “Evreka” eserinde “zaman ve uzay birdir” demişti, Marcel Proust ve Schopenhauer de benzer düşünceleri dile getirmişlerdi. Einstein’e göre zaman, birleşik uzay-zamanın bir boyutudur. Diğer üç uzay boyutuyla bağımsız düşünülemez, hep birlikte bükülür ya da yamulurlar. Her kütle, büyüklüğü ölçüsünde uzay-zamanı büker der Einstein. Mesela dünya büyük bir kütledir ve tıpkı gergin bir çarşaf üzerine konan bir güllenin, çarşafın orta kısmına eğim vermesi gibi dünya da uzay-zamana eğim verir der. Bunu demiş de, bu kanıtlanmış bir gerçeklik midir? Evet, kanıtlanmıştır. Çok hassas atomik saatler kullanılarak yapılan ölçümlerde, örneğin bir gökdelenin en üst katında ve en alt katında saatlerin farklı çalıştıkları gözlenmiştir. Alt kattaki saat daha yüksek bir çekim kuvvetine maruz kaldığından üst kattakine görece daha yavaş çalışır. Mühendisler dünya çevresine ilk GPS (Global Pozisyon) uydularını gönderdiklerinde bir türlü doğru çalıştıramamışlardır çünkü uydudaki ve yerdeki saatler bir türlü senkron olamamış ve hatalı ölçüm sonuçları almışlardır. Ta ki Einstein’ın ilgili denklemlerine başvurup “yukarıdaki” saatleri ayarlayana kadar. Zamanın göreliliği ile ilgili bir diğer meşhur örnek ikizler paradoksudur. 20 yaşındaki ikizlerden biri ışık hızının %99 hızında hareket eden bir uzay gemisiyle uzaya gönderilir, diğeri dünyada kalır. Tam 10 yıl sonra uzay gemisi dünyaya döndüğünde, dünyadaki kardeşin yaşı 30 iken seyahat edip dönen kardeş 21 yaşında olur. Sağduyumuza aykırı bu garip durum, ışık hızında yol alan cisimler için zamanın durması, ışık hızına yaklaştıkça da zamanın yavaşlamasına dair düşünsel bir deneydir. Hızlı yaşa genç öl dedikleri bu olsa gerek..
Zamanın fiziksel bir gerçeklik olarak tartışılmasının yanı sıra bir de algımız tarafından kavranan farklı bir tarafı vardır. Öğretmenlerimiz okul çağlarımızda bize zamanın aslında göreli olduğu fikrini anlatmaya çalışırken “bir şeylerle uğraştığınızda zaman su gibi akıp gider ama boş boş oturduğunuzda vakit hiç geçmez” derlerdi. Çok meşgul birisi için değerli olan zaman, meşguliyeti olmayanlar için “vakit öldürmek” eyleminin konusudur ancak. Mutlu anlarımızda su gibi akıp giden zaman, üzüntülü anlarımızda adeta demir atar. Zaman kavramı bir yana, zamanın kendisiyle bile her zaman bir alıp veremediğimiz olmuştur. Toplumsal ilişkiler karmaşıklaştıkça, uzmanlaşma ve toplumsal iş bölümü arttıkça iyice düşman kesildik zamana. Ömrümüzün aşağı yukarı ilk yarısını kendimizi eğitmek ve toplumsal üretime katılabilmek adına heba ettiğimiz düşünülünce zamana düşman olmamız çok anlaşılır geliyor. Halbu ki o öylece akıp gidiyor, bizim onun hakkında ne dediğimize bakmaksızın. İnsan algısındaki zaman ile evrensel bir senkron olarak zaman, yani fiziksel gerçeklik olarak zaman pek ilgisizdir. Fiziksel gerçeklik olarak zamanın göreliliği, bizim algımızdan ve psikolojimizden bağımsız olarak, yüksek hızlar ve yüksek kütle çekimi kuvveti tesiri altında zamanın yavaş akmasından ibarettir.
Anlıyoruz ki fizikçilerin hepsi olmasa da önemli bir kısmı zamanı bir gerçeklik olarak algılıyor, bütün hesaplarını bunun üzerine kuruyorlar. “An” yani olası en küçük zaman biriminin bir karşılığını bile bulabiliriz fizik biliminde. Buna planck zamanı denir ve yaklaşık olarak bir saniyenin beş kere milyarda biri kadar kısa bir süredir (5,39×10^-44 saniye). Evrendeki en yüksek hız olan ışık hızının evrendeki en küçük uzunluk olan planck mesafesine oranından hesaplanır. Planck mesafesi de ilginç bir şeydir; hiç bir maddi varlık bu mesafeden daha kısa olamaz. Teoriye göre uzay dev bir ızgara gibi kesik kesiktir ve her bir kesik planck uzunluğu boyutunda kuantalanmıştır (ayrılmıştır/ayrıktır). Son zamanlarda cehalet gizleme maksadıyla kullanılan, garip metafizik alanların olmazsa olmazı ve pek popüler “kuantum” sözü de buradan gelir aslında.
An kavramının bu şekilde sınırlandırılması mantıklı mıdır? Acaba Planck zamanından daha kısa süren bir olay yok mudur? Sonsuz küçük zaman söz konusu olamaz mı? Yoksa zaman boyutu aslında yok ve biz değişimi ölçeklendirmek için mi uyduruyoruz?! Geniş bir pencereden baktığımızda, uzaydaki devinimin insan algısındaki karşılığından başka bir şey değil gibi görünüyor zaman. Einstein’e göre uzay-zaman bükülür demiştik, peki zaman değişimin ölçüsü ise bu durumda sadece uzayın bükülmesi şu bahsettiğimiz değişimin ölçüsünü değiştirmez mi? Çok elastik ve kalın bir cetvel üzerinde sabit hızla yürüyen bir karınca düşünelim, cetvelin iki ucunu tutup aşağı doğru bükersek karıncanın yolu uzar ve daha çok yürümek zorunda kalır. Benzer şekilde cetvelin iki ucunu tutup yukarı doğru bükersek karıncanın yolu kısalır ve daha çok yürümek zorunda kalır. Karıncanın kat etmesi gereken yolu arttırıp azalttığımızda daha uzun süre yürüdüğünü ya da daha kısa süre yürüdüğünü görürüz. Karıncanın yürüme “zaman”ını karıncanın “uzay”ına müdahale ederek değiştirdik. Bu durumda zamanı ayrı bir boyut olarak ifade etmek gerçekten bir yanılsama olarak görünmüyor mu?
Zaman konusundaki farklı seslerden birisi de rölativite konusunda uzman bir fizikçi olan Julian Barbour. Çalıştığı konular itibariyle zaman kavramını gerçekten çok iyi tanıyan Barbour, son yıllarını zamansız fizik üzerine çalışarak geçirmekte. Bir çok denklemden zaman kavramını çıkarabilmiş, bu yolla bazı fizik denklemlerini sadeleştirebilmiştir. Şöyle der Barbour; “Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka birşey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler..” Ama nedense bizim ülkemizde Barbour’un teorilerine rağbet edenler daha çok deistik bir kanıt bulma çabasında olanlardır.
Zaman konusunda bilim son sözü söylemedi henüz. Zamanın bir başlangıcı ve sonunun olup olmadığı, gerçekten ayrı bir boyut olarak kabul edilmesinin doğru olup olmadığı yalnızca bilimcileri değil aynı zamanda felsefecileri de meşgul eden bir konu. Yıllardır kabul ettiğimiz kavramları değişikliğe uğratmak hiç birimiz için kolay değildir. Sağduyularımıza saplanıp kalmadan, aykırı sorgulamalardan kaçınmadan, görünen ve gerçekte olan arasındaki farkı görebiliriz ancak. Felsefenin en temel sorgusu bize göre varlığın nedenine dair sorgusudur. Hiç bir şeyin olmaması daha olağan görünüyorken varlık niçin var olmuştur? Yoksa kaçınılmaz olan varlık mıdır? Varlık öylece vardır ve bir neden aramak gereksizdir diyebilir miyiz? Felsefe bu temel sorulara cevap ararken bilimin gidebildiği yere kadar gider ve bilimin üzerin basıp yükselerek ötede ne olduğunu anlamaya çalışır. Bu anlamda eğer zamanı felsefece sorguluyorsak bilimin zemininden kaymadan ve bilimin birikimine ters düşmeden yapmalıyız. Zamanın varlık ile dolaysız ilgisini, böyle bir boyutu fiziksel bir gerçeklik olarak varsaymasak bile değişimin getirdiği bir zorunluluk olarak göz ardı etmememiz gerektiği ortada. Bu anlamda varlık sorunda zaman, kilit önem taşımaktadır. Şair’in de dediği gibi;
“Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada..”
Bir cevap yazın