Zekâ mı karakterin uşağı yoksa karakter mi zekânın uşağıdır? Bana göre, zekâ karakterin uşağı, dolayısıyla ön planda olan karakter. İyi huylu, dürüst bir insanın emrinde çalışan zekâ tabii ki olumlu yönde hizmet verir, hatta başkalarının da iyiliğini hiçbir zaman göz ardı etmez. Tam tersi de söz konusu olabilir, zeki bir kişi hırsızlık, dolandırıcılık da yapabilir, cinayet de işleyebilir.
Bu konu edebiyatta çok işlenmiştir. Ukrayna asıllı değerli Rus yazar Nikolay Gogol’ün “Ölücanlar” adlı romanının başkahramanı Çiçikov kendisine kurnazca bir yol bulmuştur. Kasabaları dolaşarak toprak sahiplerinin ölü kölelerini kâğıt üstünde satın alır. Böylece her iki taraf için de kârlı bir alışverişi başlatır. Bu belgeleri toplayarak mevcut olmayan mülkü rehine koyar, karşılığında yüklü para alır. Halk onu önemli ve zengin bir kişi zanneder, hatta sevimliliği sayesinde zenginlerin de güvenini kazanır. Kısaca zekâsını kötü yönde kullanan bu karakter devleti bir güzel dolandırır. Sonunda dolandırıcılığı ortaya çıkınca da kasabadan kaçar, başka bir macera için yola koyulur. “Aslında son derece sıradan olan bu kişiliği sıra dışı bir edebiyat karakteri yapan nedir?” sorusunu kendimize sorabiliriz. Verebileceğimiz yanıt: İnsanın sadece sahip olmakla değer kazandığı bu materyalist, acımasız dünyada Çiçikovların hayli fazla olması. “Ölü Canlar” on dokuzuncu yüzyıl Rus toplumunun en başarılı hicivlerindendir. Rus şair, yazar Alexandr Puşkin, “Gogol’ün kahkahasının ardında görünmeyen gözyaşları hissedersiniz.” der.
“Buddenbrook Ailesi” adlı yapıtıyla 1929 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Alman yazar Thomas Mann, “Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları” adlı romanında bir sahtekârın toplum içindeki yükselişini kaleme alır. Zeki, yaratıcı, kendine güvenen, yakışıklı başkahraman Felix burjuva toplumunun, Çiçikov ise yaşadığı toplumu iyi tanıyan, onları hangi yoldan tavlayacağını çok iyi bilen bir orta sınıfın ürünüdür.
Fransız öykü ve roman yazarı Maurice Leblanc kendine çok güvenen, zeki, centilmen, ‘hırsızların piri’ diye adlandırılabilecek muhteşem bir karakter yaratmıştır. Adı “Arsen Lüpen” olan bu başkahramanı tanırsınız belki. Zenginlerden, ona göre soyulmayı hak eden kişilerden çalar ancak zekâsı sayesinde her türlü zor durumdan sıyrılmasını bilir. Bu sevimli, kibar hırsızın yaşamı filme de alınmıştır, izlemiş olabilirsiniz.
Ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski’nin olgunluk döneminin ilk büyük romanı olarak kabul edilen “Suç ve Ceza” muhteşem bir yapıt. Çok zeki bir hukuk öğrencisi olan başkahraman Raskolnikov, tefeci yaşlı bir kadını öldürür, parasını, rehin mücevherleri, ufak tefek eşyasını çalar. İşlediği cinayet, sonradan onu suçluluk duygusuyla kıskıvrak yakalar, bu duyguyla başa çıkamaz. Sonunda teslim olur, Sibirya’ya sürgün edilir. Aşk, Raskolnikov ile Sonya’yı diriltir, birinin kalbi ötekinin kalbine tükenmez bir yaşam kaynağı olur. Mutluluklarının ilk sarhoşluk anında bu yedi yıllık mahkûmiyet ikisine de yedi gün gibi gelir. Roman şöyle biter: Raskolnikov, bu yeni hayatın kendisine bedava verilmediğini, onu çok pahalıya, gelecekte yapacağı büyük fedakârlıklarla satın alması gerektiğini henüz bilmiyordu. Ama burada, yeni bir hikâye, bir adamın derece derece yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikâyesi başlıyor. Bu yeni bir eserin konusu olabilir. Ama bizim hikâyemiz burada bitiyor. Psikanalizin atası olarak kabul edilen Sigmund Freud’a göre, başkahramanın suçunu itiraf etme gereksinimi şöyle açıklanır. “Pek çok suçluda özellikle de genç olanlarda, suçtan önce de var olan, bu nedenle aslında sonuç değil gerekçe olan oldukça güçlü bir suçluluk duygusuna rastlamak mümkündür.”
Bir insanın düşüncelerinin, sözlerinin, eylemlerinin niteliğinden onun zekâsı hakkında fikir sahibi olabilir, bu zekâyı hangi doğrultuda kullandığını görebiliriz. Bunu anlamak onunla kurduğumuz ilişki açısından önemlidir. O kişiyle ilgili beklentilerimiz varsa hayal kırıklığına uğrama olasılığımız azalır. Burada ebeveynler hakkında dikkate değer bir konuya değinmeden geçemeyeceğim. Çocuklarınızın, torunlarınızın zekâlarıyla övünmeniz doğal ancak zeki çocukları büyük bir dikkatle gözlemlemek gerek. Altı yaşına kadar karakterin oluşması sırasında sorumluluk, dürüstlük, saygı, karar verme, sadakat, adalet, sosyal ilişkiler, azim, cesaret, sır saklamak gibi değerlerin üstünde ciddiyetle durulmalı. Hatta hayatta her zaman kazanılamayacağı da öğretilmeli. Sağlam karakterli bireyler yetiştirmemiz hem çocuklarımız hem bizler hem de toplum açısından yadsınamaz bir önem taşır.
Tarihe mal olmuş şahsiyetlerin biyografilerini okursanız, bu konuyla ilgili somut örneklere ulaşmanız mümkün. İdeallerinin peşinde koşarak düşlerini gerçekleştirmek isteyenler ağır bedeller ödemeyi göze alıp karakterlerinden ötürü hiç ödün vermediler. Onlar da çok zekiydiler. Özellikle etik değerler bu kişiler için hep ön planda oldu. Gerçek ölümü tatmadan yaşarken defalarca öldüler ama kendileri için doğru olan neyse onu yaptılar. Ölümsüzlüğün bedelini ödemeyen yoktur.
Irkların eşitliği için büyük mücadeleler vermiş olan Martin Luther King, 1968’de öldürüldüğünde otuz dokuz yaşındaydı. Otopsi sonucuna göre, seçtiği zor, stresli yaşamdan dolayı altmış yaşındaki bir insanın kalbine sahipti. Yıllardır belleklerden silinmeyen “Bir Rüyam Var”adlı konuşmasından bir alıntı: Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar. Sözlerini şöyle bitirmiştir: Her kasabadan ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlüğün yankısını duyduğumuzda, o gün Allah’ın bütün kulları siyahlar ve beyazlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Budistler el ele tutuşup siyahların eski bir ilâhîsini söyleyecekler: Sonunda özgürüz! Sonunda özgürüz!
Tarih yapraklarına adı altın harflerle yazılmış olan güvenilir, saygın kadın savaşçı Jeanne d’Arc, Fransa ile İngiltere arasında süregelen Yüzyıl Savaşları sırasında Fransız ordusuna katılmış, 1429 yılında İngiliz işgali altındaki Orleans’ın üstün bir başarıyla geri alınmasına önderlik etmiştir. Sonrasında Tourelles kalesi ele geçirilirken kaleye ilk tırmanandır, ordular ondan aldıkları güçle zaferden zafere koşmuşlardır. Fransa’nın yükselişe geçmesinde payı büyük olan kahramanı halk bir azize olarak görmüştür. İngilizler tarafından yakalanan Jeanne d’Arc’ın bir kâfir olduğu düşünülerek öldürülmesine karar verilmiştir. 1431’de diri diri yakıldığında yalnızca on dokuz yaşındaydı. Ölümünden beş yüz yıl sonra Katolik Kilisesi tarafından adı kutsanan azizeler arasına geçirilmiştir.
Bu iki güçlü şahsiyet gibi daha niceleri dünyamızı görevli olarak ziyaret edip gittiler. Vazgeçmedikleri ideallerinden, cesaretlerinden, insanlığa değişik alanlarda sundukları katkılardan dolayı hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Çıkar sağlama düşüncesi olmadan, zekâyı kötülüğün hizmetine sunmayarak başkalarının yararına işler yapmaya çalışan duyarlı, sağlam karakterli insanlara en derin sevgilerimle, saygılarımla şapka çıkarıyorum.
Kendinizden vazgeçmemek adına yaşadığınız en büyük üzüntü nedir?
Bir cevap yazın