Size bir sır vereyim mi? Doğa kendisini bir bütün olarak oluşturan her bir parçasının farkında. Nerede var olmak istediğimizi bilirse eğer, ait olduğumuz yere dönmemiz için elinden geleni yapar. Nereden mi biliyorum? Hikayemi dinlediğinizde siz de emin olacaksınız ki, bu böyle. Ne mutlu bize ki böyle!
Bizler için hayat, pek de sizlerin alışık olduğunuz gibi ilerlemez. Bir kadın ve bir erkek yaşam sularında kavuştuklarında, bir bütün oldukları o anda, yepyeni bir canlı kimselerin ruhu bile duymadan, hayata tutunmak üzere var oluşuna başlar. Bizlerden çok daha küçük formlarda bulunan bu canlı, ait olduğu bedenin içinde yavaş yavaş büyür. Gün gelir, dışarı çıkmak için yeterli güce ulaştığında hareketlenir ve yeryüzünün sıcacık kollarına kendini bırakıverir.
Bizim varoluşumuz ise biraz daha rastlantısal sanırım. Başlarda, ondan fazla element bir araya gelerek kayaçları oluştururuz. Tek başımıza doğanın gücü karşısında duramayacağımız için, her birimiz koskocaman bir kütlenin içerisinde, eğer başarabilirsek sonsuzluğa yakın bir süre kadar var olabiliriz. Ancak doğa o kadar hınzır oyunlar oynar ki, hiçbirimiz yeni bir güne nerede uyanacağımızı bilemeden geceleri deviriveririz. Bir gece ansızın kopan bir fırtına ile kendimizi bambaşka bir iklimde, daha önce hiç görmediğimiz coğrafyalarda, daha önce hiç tanışmadığımız hareketli canlıların sırtlarında, ağaçların yapraklarında, ya da başka bir taşın, kayanın sağında solunda her neresine yerleşebildiysek orasında bulabiliriz.
Şanslı olanlarımız ise, doğanın karşı konulmaz benzersiz müdahaleleri ile kendilerini okyanusların diplerinde ya da kıyılarında dizilmiş halde bulabilir. Denizlerin diplerinde sertleşmemize, koca koca kayaçlar oluşturmamıza pek de gerek kalmadan, yüzeye oturur, suyun o benzersiz rahatlığına kendimizi bırakıveriririz. Ta ki su artık bizden kendisine katacak bir şey bulamadığında biz, suyun ta kendisi olana kadar! Kimilerimiz ise, maviliklerin hemen yanı başında, kumsal denen şahane masalımızı oluşturarak her mevsim zaman zaman suyun içinde, zaman zaman karada ama o eşsiz mavinin yanıbaşında var oluruz.
Gördünüz ya, minik bir kum tanesinin hayatı hiç de benzemez sizin hayatlarınıza. Hayatlarımız o kadar sürpriz dolu ki, kimimiz yerin yüzeyi ile tanışamadan, bir yarımadadan diğerine rüzgarlarla savrulmuş, bir diğerimiz okyanusların sizlerin hiç bir zaman göremeyeceğiniz derinliklerinde sonsuza yakın bir sürede varlığını sürdürmeye devam etmiş, bazılarımızsa pırıl pırıl milyonlarcası ile beraber yumuşacık zeminler yaratmıştır insaoğluna. Rastlantısal demem işte bu yüzdendir. Yağmur, rüzgar, sert dalgalar, depremler, hatta hareketli canlıların tatlı dokunuşları ile günden güne değişen hayatlarımız, dünyaya birlikte geldiğimiz benzerlerimizden bambaşka olabilir.
Kafanız çok mu karıştı? Gelin, ben kendi hikayemi anlatayım size. Varoluşumun hiç bir anında, bugünkü kadar heyecanlı olmamıştı hiçbir günüm. Ne keyif!
Balkan yarımadasının kuzey sınırlarında, denizde meydana gelen şiddetli bir deprem sonucunda, bir geceyarısı yine sudan ayrılmuş ve karaya taşınmıştık. Varoluşumuz karada başlasa da, üzerinden geçen belki binlerce yılda, unutuyorduk nerede başladığımızı, nereden nereye geldiğimizi. Tonlarca ağırlıkta olacaktık ki, çok uzun bir süre hiç hareketsiz, olduğumuz gibi kalakalmıştık yeni kara parçasında. Şimdi sayısını hatırlamadığım kadar çok dört mevsim geçişi görmüştük. Boşuna toprak ana demiyorsunuz, su dolu parçasına göre çok daha eğlenceliymiş karada hayat diye yeniden hatırlamıştık o vakitler. Meğer biz suyun içinde olanlar, doğa ile ne vakittir yüz yüze gelmemişiz. Rüzgarını, yağmurunu ya da gök gürültülerini meğer o kadar az hissediyormuşuz ki, çok sonraları karaya çıktığımızda anlamıştık bunu. Sis ile ilk karşlaştığımız günün sabahını unutur muyum hiç? Denizlerin derinlerinde, ani hareketler ile sisleri bizler yapardık. O kadar kısa sürerdi ki, suyun kuvvetinden daha baskın hale geldiğimiz anda, geldiğimiz yere geri çöker, suyu yeniden berrak haline getirirdik. Karada yaşanan sis ise bambaşka birşeymiş meğer. Sudan ayrı geçirdiğimiz o ilk gece, karanlık bastıktan hemen sonra toprak soğurken, alçaktaki hava da soğumaya başlamış ve nispeten daha nemli ve sıcakça hava ile temas ederek bir anda sisi meydana getirmişti. Mucize gibiydi! Suyun altında hiç olmazdı böyle heyecanlı dakikalar, atmosfere aşık olmuştuk! Büyük bir sarsıntı ile çıktığımız yerin yüzeyi, bakalım bize daha neler gösterecekti?
Kısa bir zaman sonra, oturduğumuz koca kayaçtan, kuzey rüzgarlarının etkisi ile bir öğle vakti parça parça olmuştuk. Ben, Yarımada’nın Doğu Trakya topraklarına Gelibolu Yarımadası’nın sanıyorum ki en güzel yerine, Bozcaada’ya düşmüştüm. Bir sakız ağacının gövdesinde salgıladığı yapışkan bir sıvı sayesinde ağaca çok uzun süre tutunarak kalmış, üzerimden geçen karıncalardan aylar boyunca kurtulmayı başarmıştım. O kadar sevmiştim ki burayı! Hem yerden 5-6 metre yükseklikten karşımda dizilmiş koca rüzgar pervanelerini izliyor, hem de yatay bir biçimde koskocaman bir gövdede sarsıntısız şekilde duruyordum. Bir minik kum tanesi için yepyeni bir hayat başlamış desem bilmem anlar mısınız beni? Çok uzun süre, o kadar mutluydum ki, buradan ayrılmamak için gücüm yettiği kadar mücadele ediyordum. Bir gece, sert bir rüzgara öylesine karşı koydum ki, ağacın gövdesindeki ince yarığa saklanıp tam bir mevsim hiç hareket etmeden bekledim.
Son zamanlarda ise aklıma, yazın gelişi yüzünden midir bilmem, suyun yarattığı o eşsiz sessizlik düşüveriyordu. O zamanlarda varolduğum o karanlık sulara dönmeyi delicesine arzuluyordum. Güneşin sıcaklığını, rüzgarın ferahlığını, doğanın sesini tüm yalınlığı ile duyor olmak karadaki ilk yıllarımda o kadar farklı ve heyecan doluydu ki buradan ayrılmayı bir an bile getirmemiştim aklıma. Ama sanki o derin sessizlik şimdi beni geri çağırıyordu. Biliyordum ki, suya kavuştuğum anda, rüzgarın haşin savuruşları yerine deniz suyunun narin dokunuşu ile yavaşça süzülecektim okyanusun derinliklerine. O derin sessizlik beni çağırıyordu, duyuyordum! Kararımı o gün aniden yağmaya başlayan usul yağmur damlaları ile buluştuğum anda vermiştim. Ne pahasına olursa olsun geri dönecektim. Çok uzun zamandır tutunduğum sakız ağacından kendi isteğim ile ayrılacaktım. Yağmurun biraz daha hızlanmasını bekleyecek, ardı arkasına akacak damlaların bir tanesinin içine yerleşecek ve dosdoğru toprağa inecektim.
Bütün bunları planlarken aniden çakan bir şimşek ile sarsıntı içinde devrildik. Sakız ağacı yaprakları ile gümbür gümbür olan canım evim, bir anda yerle bir olmuştu. Rüzgar öylesine şiddetliydi ki yerde miyim, hala gövdesinde miyim, üzerimdekiler yaprakları mı demeye kalmadan yeniden savrulmaya başlamıştım. Günün ilk ışıkları ile hızını kesen rüzgar beni kalabalık bir meydana ulaştırmıştı. Etrafımda masalar, sandalyeler, geçip giden insanlar o kadar çok şey ve ses vardı ki, şimdi her zamankinden çok daha fazla istiyordum suya kavuşmayı! Hissediyordum çok yakındık. Havadaki bu iyodu, bu nemi tanıyordum. Neredeyse yüzlerce metre ötemdeydi mavi sessizlik, biliyordum. Bir süre etrafı gözleyerek bekledim. Masalardan yere o kadar çok yemek kırıntısı düşüyordu ki, üzerim kapanacak diye telaşlanırken, karıncaların fazlalığını kullanarak hareketlenebileceğimi düşündüm. Bir zaman sonra, bir karıncanın sırtına binmeyi planlarken, bir terliğin içinde buluverdim kendimi. O kadar hızlı yürüyordu ki terlik, bu hızla denize doğru yürüse çok kısa bir sürede buluşabilirdik. Öyle de oldu! Benim kadar olmasa da, denize hasret bir beden koşar adım yaklaştı sahile. O kadar yakındım ki, iskeleden denize atlayanları, dalgaların iskeleye vuruşlarını, iskelenin hafifçe sallanışını, rüzgarın denizin yüzeyinde yarattığı mırıltıyı hissedebliyordum. Bir süre terlikte yalnız ve hareketsiz kaldım. Bir türlü maviliğe kavuşamıyor, yakınında ama ona uzak çaresizce bekliyordum. Bir süre sonra, terlik yeniden hareketlendi, tuzlu su damlacıkları ve yüzlerce kum taneciği ile bir araya geldik ama hala denizde değildik. O kadar kalabalıklaşmıştık ki bir sürü kum tanesi bir bütün, sahibimizin ayaklarına yapıştık. Bir zaman sonra, bir havlu ile kurulanan ayaktan sertçe uzaklaştırılmış ve havlunun iplikleri arasına girmiştik. Olamazdı, halbuk az önce ne kadar da yakındık. Bir daha asla ama asla maviliklerle buluşamayacaktım…
Kısa bir zaman sonra, gün sona ermeye yakın havlunun ani ve şiddetli çırpılması ile bir anda uçuşmaya başladık. Evet, denizin hemen üzerindeydik üstelik! Rüzgar bir an durdu, havada asılı kalmama, suya doğru yavaşça süzülmeme müsaade etti. Dedim ya, Doğa nerede var olmak istediğimizi bilirse eğer, ait olduğumuz yere dönmemiz için elinden geleni yapar. Yepyeni bir maviliğin o çok iyi bildiğim sessizliğine, hiç bilmediğim bambaşka derinliklerde erişmek üzere süzülüyordum şimdi. Kim bilir kaç milyon yaşına gelmiştim. İlk kez kendi başıma bir yolculuğa çıkmış, evime geri dönmüştüm.
Bir cevap yazın