Tik tak…
Bebek ağlaması… Yüksek sesle homurdanmalar… Bir şeyin yere düşmesiyle kırılma sesleri… Uzun
koridordaki tek olan cılız ışık yanıp sönüyor, yanıp sönüyordu. Aşağı katlardan gelen bir kapının
yumruklanmasına benzer bir ses duyuluyordu. Zaten koyu bir kırmızıyla boyanmış olan duvarları
yeterince aydınlatamamış bu lambanın zayıf ve sönük olan ışığının tamamen söndüğü kısa aralıklar
koridoru oldukça loş hale getirmekteydi. Koridorda yere, kırmızı halının üzerine oturmuş, sırtını soğuk
duvara yaslamıştı. Önündeki dört kapıyı sırayla tarıyordu gözleri.
O sırada kapılardan biri açıldı. Koridorun sonundaki odada yaşayan beyaz, kısa kıvırcık saçlı hanım ağır
hareketlerle çıktı odasından. Önce hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bakan gözleri onun olduğu tarafa
dönünce ışıldadı. Sevecen bir ifadeyle, ‘’Ah! Burada mıydın? Ben de iki çift laf ederiz diye
düşünmüştüm,’’ dedi. Kapıyı biraz daha açarak eliyle içeriyi gösterdi.
‘’Buyursana.’’
Eliyle yerden destek alarak çevik bir hareketle kalktı. Hızlı adımlarla içeri girdi. Sade bir odaydı burası.
Şarap rengindeki boyası yer yer dökülmüş duvarlar, bir yatak, yatağın karşısında gardırop, pencerenin
kenarında karşılıklı konulmuş krem renginde iki koltuk, koltukların arasında yuvarlak bir sehpa, sehpanın
üzerinde porselen çay takımı ve ufak tefek atıştırmalıklar…
Aşağıdan gelen yumruklama sesleri çoğaldı. Bir anlığına sinirle güldü. Yaşlı hanım anlık bir korkuyla ona
baktı. Gözlerindeki korku silindi ama bu sefer arkasında başka bir duygunun izleri vardı. Ne olduğunu
anlayamadı.
Bebek ağlaması daha da arttı. Annesi çocuğu sakinleştirmekte öyle başarısızdı ki… Birazdan bir oda
yanındaki beyaza kaçan uçuk sarı saçlarını geriye doğru taramış, otuzlarındaki adam burnundan
soluyarak hışımla kapısını açacak, kıpkırmızı olmuş şişman suratı ile geniş cüssesini kapıdan zor zor
geçirerek (odanın geniş kapısı bile onun cüssesi yanında daracık kalırdı) öfkeli ve yeri titreten adımlarıyla
genç annenin kapısını, kapıyı kırmaya yemin etmiş gibi, yumruklayarak, ‘’Sustur şu veletlerini, yoksa ben
susturmasını bilirim!’’ diye kükreyecek ve yirmilerinin başlarındaki kadıncağızın yerinden sıçramasını,
adeta onu korkutmanın verdiği büyüklük hissiyle izleyerek, aynı yeri titreten adımlarla odasına geri
dönecekti. Genç annenin yanındaki odada kalan on altı-on yedi yaşlarındaki esmer uzun boylu genç,
kapısının hafifçe aralayarak bütün bu olan biteni korkuyla izledikten sonra kapısını olanca sessizliğiyle
kapatacaktı. Hala kapının önünde kalakalmış olan annenin kucağındaki zavallı bebek önce korkudan
donup kalacak, daha sonra öncekinden de daha şiddetli şekilde avazı çıktığı kadar ağlayacaktı. Bu da
yetmezmiş gibi annesinin bacaklarına yaslanmış olan ve arkada adamı korkuyla izleyen ablası da aynı
şekilde ağlamaya başlayacaktı. Yaşlı hanımsa birkaç defa müdahale etmesine karşın artık vazgeçmiş
olacak ki, hiçbir şey olmuyormuş, hiçbir şey duymuyormuş gibi davranacaktı.
Karşılıklı koltuklara yerleştiler. Yaşlı hanım isteyip istemediğini sormadan çayları doldurmaya başladı.
İsteyeceğini biliyordu.
‘’Durumlar nasıl?’’ diye sordu hanım yumuşak sesiyle.
Omuz silkti. ‘’Bildiğiniz gibi. Değişen bir şey yok.’’
Yaşlı hanımla aynı andan çaylarından büyük birer yudum aldılar.
Tik tak… Yumruklama sesleri… Tavandaki lambadan gelen cızırtılar…
Koyu kırmızı duvarlarla kaplı genişçe salondaki ahşap yuvarlak masanın etrafında yan yana, onun ise
karşısında oturan dört kişinin üzerindeydi gözleri. Sırtı kapıya dönüktü. Diğerleri ise kapıya doğru
bakacak şekilde oturmuştu. Masanın üzerindeki sarı renkli ışık saçan avize hafif hafif sallanıyor,
karşısındakilerin yüzleri bir anlığına loş bir ortamda kalıyor, kısa bir an sonra tekrar aydınlanıyordu. On
altı yaşlarındaki genç aralıklarla içini çekiyor, hıçkırıyor ve gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Diğerleri
ona kaçamak bakışlar atıyordu ancak kiminki korku kiminki öfke doluydu, anlamak zordu. Uçuk sarı saçlı
adam dışında hepsi gözlerini kaçırmaktaydı. Onun gözlerindeki öfke, cesaret bile farklıydı bugün. Kendini
güçlü görmenin cesareti değildi bu. Neydi peki? Bir şeyler vardı. Bir yanlışlık vardı, gözlerinin önünde
duran ama hala bir türlü anlayamadığı. Kapının yumruklanma sesleri arttı, yaklaşıyorlar mıydı?
Ayaklarını kırmızı halının üzerinde ileri geri sürttü. Ellerini masanın üzerinde birleştirerek karşısındakilere
doğru eğildi.
‘’Ne diye öyle bakıyorsun?’’ dedi uçuk sarı saçlı adam.
‘’Anlamaya çalışıyorum,’’ dedi sakince.
Genç anne huzursuzlukla yerinde kıpırdandı. Neredeyse duyulmayan bir sesle, ‘’Çocukları yalnız bıraktım.
Gidip baksam iyi olur,’’ diyerek ayaklandı.
‘’Otur,’’ dedi sakince. Kadın ürkekçe baktı ona. ‘’Ama…’’
‘’Otur!’’ dedi sesini yükselterek. ‘’Sanki onlara bir şey olmayacağını bilmiyorsun!’’ Gözlerini hepsinin
üzerinde birer saniyeliğine gezdirdi. ‘’Sanki burada güvende olduğunuzu bilmiyorsunuz!’’
Genç anne oturdu. Ancak yüzünde öyle bir bakış vardı ki, ‘’Öyle mi?’’ der gibiydi.
‘’Neden hala bizi buraya topladığını anlayamadım,’’ dedi yaşlı hanım gücenmiş bir sesle. Bunu söylerken
bir yandan da ağlayan gence bakıyordu. ‘’Onun ağlamasının bizimle ilgisi nedir?’’
Tik tak… Uzaklaştıkça azalan yumruk sesleri…
Çatı katına doğru olanca hızıyla merdivenleri tırmanıyordu. Bazen aldığı nefes boğazında tıkanıyor,
boğulurcasına öksürmeye başlıyordu. Ancak bu durum durmasını engelleyemiyordu. Oraya çıkmak
zorundaydı. Çıkmak ve yerinde olup olmadığını kontrol etmek zorundaydı. Nihayet kata ulaştığında uzun
koridoru arşınladı ve koridorun sonundaki kapıya ulaştı. Titreyen elleriyle boynundaki anahtarı çıkardı.
Kapının kilidine ilk defasında yerleştiremedi ve anahtar düştü. Nefes nefese eğildi, anahtarı aldı. Ellerini
sıkarak anahtarı yerine yerleştirdi ve çevirerek kilidi açtı. Kapının koluna dokunmaktan korkar gibi hafif
bir hareketle kapıyı açtı.
Tik tak… Bebek ağlaması… Ağır ve hüzünlü bir parça çalan keman sesi…
Yaşlı hanımın odasının kapısını açtı. Ona döndü. Gülümseyerek, ‘’Çay için teşekkürler,’’ dedi. Yaşlı hanım
sıcak gülümsemesiyle, ‘’Her zaman. Yine gel mutlaka,’’ dedi. Kafasını salladı. Arkasını dönüp odadan çıktı
ve kapıyı sakince kapattı. O odadan çıkar çıkmaz keman sesi kesildi ve başka bir odanın kapısı açıldı. On
altı yaşlarındaki gençti bu. Kemanı çalan da oydu. Yaşlı hanım onu çağırmadan önceki yerine yönelirken
genç de onu ürkek gözleriyle izledi. Sorarcasına baktı. Genç bir şey söylemek istiyor gibiydi. Ancak
vazgeçmiş olacak ki, gözlerini yumdu ve kaçarcasına geri dönerek hızla kapıyı kapattı. Omuz silkti. Genç
ona ne söylemek istiyorduysa, nihayetinde gelip söyleyeceğini biliyordu.
Tik tak…
‘’Bunu neden yapıyorsun?’’ diye bağırdı karşısındakine.
Karşısındaki güldü.
‘’Hala anlamadın değil mi? Herkesi yenebilirsin, her şeyi yenebilirsin ama beni…’’ Ona yaklaştı. Yüzleri
arasında bir santim ya var ya yoktu. ‘’Beni, asla…’’
Tik tak…
Bir alt kattaydı şimdi. Kırmızı halıyla kaplı uzun koridoru geçiyordu. Bir aşağı kata inen merdivenlere
yönelmişti ki keman çalan genç onu yakaladı. Nefes nefeseydi. Ona yetişmek için koşmuştu.
‘’Bu kadar çabuk gelmeni beklemiyordum,’’ dedi gülümseyerek.
Genç bir anda gözyaşlarına boğuldu.
‘’Özür dilerim,’’ dedi yalvarırcasına. Ve nefesi tükenene kadar tekrar etti. ‘’Özür dilerim. Özür dilerim.
Özür dilerim. Özür dilerim…’’
Gülümsemesi yüzünde dondu. Anlamıştı…
Tik tak…
Kapıyı açtığında oluşan karanlığa gözlerinin alışması için bekledi. Sağına dönerek köşede duran düğmeye
bastı ve ortalık aydınlandı. Her ne kadar orada olmadığını bilse de bir umutla baktı. Yoktu.
Tik tak…
Gözlerini açtı. Artık yumruk sesleri dışında konuşma seslerini de duyabiliyordu. Çok yaklaşmışlardı.
Masada avizenin sallanmasıyla kısacık bir an için sadece silüetleri görünen dörtlüye baktı.
‘’Bu işi onun tek başına yapmadığını biliyorum,’’ dedi başıyla genci işaret ederek.
Genç derince içini çekti. Uçuk sarı saçlı adam ayaklanarak yumruğunu masaya sertçe vurdu, ‘’Yaptığımıza
dair kanıtın yoksa neyi ne kadar bildiğin umurumda bile değil!’’ diye kükredi onun yüzüne doğru.
Yaşlı hanıma döndü gözleri. Bilge bir kadındı. Görmüş geçirmişti. Hayat konusunda tecrübeliydi. Neyden
korkmuştu? Zarar görmekten mi? Kaybedecek başka neyi kalmıştı ki? Bir anlığına karanlıkta kalan yüzü
tekrar aydınlandığında gözlerini kaçırdı.
Genç anneye baktı. O muydu? İki çocukla yapayalnız kalmış, hayatın sillesini yemişti. Çocuklarına bir şey
olmasın diye miydi? Yoksa kendi için mi korkuyordu? Kadın ona değil, yere bakıyordu.
Uçuk sarı saçlı adama döndü gözleri. Hala öfkeyle burnundan soluyordu. Suçluluktan doğan öfke miydi
bu? Peki o neyden korkmuştu? Her zaman ne kadar güçlü, ne kadar yenilmez olduğunu söyleyip durmaz
mıydı?
Esmer genç zaten her zaman korkak olmuştu. Çok tecrübesiz, çok toydu daha. Hayat ve insanlar
hakkında hiçbir bilgisi, tecrübesi yoktu. Onu korkutmak, ele geçirmek hiç de zor olmasa gerekti.
Gözlerini yumdu. Bir saniye sonra tekrar açtı. Tekrar yumdu. Gözlerinin üzerindeki karanlıkta bile onların
silüetlerini görebiliyordu.
Kaçamazdı, buradan çıkamazdı, dolayısıyla kurtulamazdı. Saklansa bile koca binanın içinde elbet bir
şekilde bulurdu onu. Her yeri avucunun içi gibi bilmiyor muydu zaten?
Bir anda her şeyi anladı.
Ona kimse ihanet etmemişti.
Ona hepsi ihanet etmişti.
Ona ihanet eden kendisinden başka kimse değildi.
Savaşamazdı, gücü yoktu. Onu yenemezdi. En büyük, en azılı düşmanı başarmıştı. Onu yenmişti.
Gözlerini açtı.
Tik…
Tak…
Ana girişin kapısının kırıldığını duydu. Düşmanı en sonunda uzun zamandır girmek istediği yere girmiş,
onu ele geçirmişti.
Zafer onundu. Birkaç saniye sonra salonun kapısı da kırılacak ve karşısına dikilecekti. Onun yüzünü, onun
o zafer dolu gülümsemesiyle kuşatılmış yüzünü görmeye gücü, cesareti var mıydı? Kalbi hızla atmaya
başladı. Yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini kapadı. Ellerini masaya dayayarak ondan destek aldı. Almasaydı
yığılıverecekti sandalyeye. Derin bir nefes aldı. Gözlerini açtı, sandalyesini geri ittirdi. Arkasına döndü.
Masadaki diğerlerinin de ayağa kalktığını sürtünme seslerinden duydu.
Kapı büyük bir hışımla açıldı. Önce büyük bir kargaşa koptu. Kalabalık bir grup daldı salona. Etrafı
kuşatıldı. Gözleri yavaşça etrafı taradı. Sakince gülümsedi. Düşmanı girecekti şimdi içeri.
Başını kapıya çevirdi. İşte geliyordu. Savaşın galibi yavaş ama büyük adımlarla geldi, tam karşısına dikildi.
Yürüdüğü tüm süre boyunca yüzüne bakacak cesaretini toplamak adına ayaklarına bakmıştı. Ancak artık
yüzüne bakmalıydı. Bakmalı ve o gülümsemeye göğüs germeliydi.
Yavaşça gözlerini kaldırdı, düşmanının yüzünü, zafer gülümsemesini gördü.
İşte tam karşısındaydı.
En büyük düşmanı…
Kendisi…
Bir cevap yazın