Bir zombi alegorisi olarak kapitalist modernite
Otuz yıldan beri milyonlarca insan, hayatlarını piyasa güçlerinin çekip çevirmesine, davranışlarını şekillendirmesine ve demokratik haklarını zapturapt altına almasına izin verdi.
Zamanla adı ekonomi olan bir din ve bu dinin kendilerini bu düzeneklerin iktidarına ve denetimine tapmaya adamış müritleri oluştu.
Şimdi serbest piyasa sistemi kendi içine çöküp patladı. Bencillik, hiyerarşi ve tüketimcilik mantığı artık işe yaramıyor. Sonuç olarak, piyasa dini, yerini ırkçılığın, milliyetçiliğin, kadın düşmanlığının ve kudretli hırsızların putlaştırılmasının anakronik eski tanrılarına bıraktı.
2020’lere yaklaşırken, etnik milliyetçilerin, kadın düşmanlarının, otoriter siyasal liderlerin oluşturduğu bir ittifak, dünya düzenini lime lime ediyor.
Milliyetçilik en kanlı haliyle yeniden boy gösteriyor. Siyasal düzen ölüme yönelen bir örgütlenme biçimi olarak kendini yeniden oluşturuyor. Köktenci milliyetçilik, savaşı mümkün kılabilecek bir yeniden sembolleştirme pratiği olduğunu gösterdi. Toplumsal bünyenin hücrelerine kadar sızan nanoırkçılık, şiddet ve yasa, inanç ve itaat, norm ve istisna, hatta özgürlük ve güvenlik arasındaki ilişkileri bulandırarak meşruiyet kazanmaya çalışıyor.
Serbest piyasa dininin ilk emri, “yarış ve elde et” idi. Küreselleşmeden dönüş ve sağcı milliyetçilik çağında, ilk emir muhtemelen şöyle olacaktır: yarış, elde et, yalan söyle, denetimine al ve öldür.
Mahşerin dört atlısının (Putin, Trump, Modi ve Şi Cinping) değerleri ekonomik ve sosyal denkleme dahil oldu.
Bu atlılar gelişime doğru değil de daha çok aşağıya ve gerilemeye doğru bir eşitlemeyi tetiklediler. Anımsayınız, zombi de tırmanamaz hep aşağıya doğru bir doğrultu seçer.
Trump’ın dizginlerinden boşalmasına yardım ettiği küresel ölçekli sağcı popülizm dalgası, Çin’de “Marksizm” olarak öğretilen Konfüçyüsçülük ile muhasebecilik karışımı şey, Hindistan’da Modi yönetiminin Hindu şovenizmi ve Putin’e can veren Büyük Rus milliyetçiliği karışımından oluşan ideolojik bir Molotof kokteyli, bireyin görece özerk alanlarını yakmayı sürdürüyor.
Demokrasinin diktatörle gireceği çatışmadan sağ çıkabilecek bir insan doğası teorisine ihtiyacı var.
Salgınla birlikte gelecek, sürekli belirsizliğin zaman kipine dönüştü. Çünkü pandemi nedeniyle dünün kesinlikleri, yarın için sadece birer olasılıklar dizini oldular. Salgının yol açtığı belirsizlik şok edici dozdadır ve herkesi korkutuyor.
Salgın gençlerle yaşlılar arasındaki dayanışma zincirinin halkalarını kırıp yaşlıların, hayat alanlarına saldıran bir ‘hiçlik’ istilâsına dönüştü.
Pandemi serbest piyasa sistemini bir meşruiyet krizine sürükledi. Paradigması demokrasiye, insan haklarına ve bireyin özerk alanlarına karşı bir saldırıya dönüştü. Sosyal sınıflar arasındaki makasın zenginler lehine giderek açılmasıyla birlikte derinleşen sosyal adaletsizlik, jeopolitik sisteme yeni gerginlikler yüklemeye devam ediyor.
Salgının yol açtığı tektonik hareketliliğe rağmen toplumlar şaşırtıcı derecede sakin gözüküyor. Ancak bu bir fırtına öncesi sessizliğidir.
Serbest piyasa ideolojisi, insanın ekonomik gereksinimlerin bir toplamından fazlası olan bir benliğe sahip olma hakkına saldırıyor.
Edward Abbey, “büyümek için büyümenin, metastaz yapan kanser hücresinin ideolojisi” olduğunu söyler. Burada kastedilen kanser hücresi kapitalist serbest piyasa ideolojisidir.
Tüketim ideolojisi insanı iki boyutlu iktisadi canlılara indirgeyip içine bin bir çeşit şeyin tıkıştırıldığı, ne ağırlığı ne varlık yükü ne de tarihsel bir zemini olan bir varlık haline getirdi.
Kalabalıklar, tüketim ve “phallus” toplumunun sunduğu dünyanın gün geçtikçe daha da gayesiz, daha da anlamsız olduğunun bilincine ani bir aydınlanmayla varmıyorlar.
Serbest
piyasa insan kültürlerini, çoğunlukla derinden hissedilen insani bir
gereksinimin eğretilemesi olarak, yaşayan ölülere, yürüyen mevtalara
dönüştürdü.
Bir mecaz olarak zombi, düzen ve kurallarının, her türden fikri içinde yansıtmanıza olanak sunduğu, herkesçe anlaşılan bir anlatı çerçevesi oldu. Bu anlatının tam ortasında, oral takıntıları yüksek, sürekli duyduğu açlık hissiyle nihilist bir “eraser” bulunuyor. Zombi bu bakımdan açgözlü bir “tüketici alegorisidir”
Erken
dönem zombi filmlerinin çoğunda, canavar, ölüp dirilmiş siyah bir Karayipli
adamdır ve beyaz kadınlara tebelleş olup onlara zarar vermeye niyetlidir. O
filmlerin hangi korkular üzerine kurulduğunu anlamak zor değildir. Modern zombi
ise, insanları öldürüp yemeye programlanan hayata döndürülmüş bir cesettir. Bu
yeni tür canavar, tanıyıp bildiğiniz beyaz komşunuzun cinnet geçirmiş
haliydi. Siz öldürdükçe çoğalan, davranışı kestirilebilen,
sessiz ve budala bir hedeftir.
Zombiler vampir değildir. Vampir ile kurban arasındaki ilişki, gayrimeşru cinsel çekimi anlatan bir mecazdır, üstelik bir vampirle tartışabilirsiniz. Zombiler hortlak değildir. Hortlak öyküsünün ardındaki mecaz, kederdir ve hortlaklar sizi öldüremez. Zombiler kurt adam da değildir: Kurt adam, akıl hastalığını veya sosyopatik şiddeti anlatan bir mecazdır. Üstelik kurt adam olmak gelip geçiciyken, zombi olmanın geri dönüşü yoktur.
Zombi kendi kendini kopyalayıp üretir. Öyle bir çoğalıp büyüme gücü vardır ki, her türlü tanımlama birden gereksiz hale gelir.
Tek kurt adam, Londra’yı kırıp geçirmez; tek vampir, Transilvanya halkını yok etmez. Ama tek zombi, geometrik olarak büyüyen bir cinayet ya da hastalık bulaştırma süreci sayesinde, bütün bir toplumun kökünü kazıyabilir.
Zombiler “yaşayan ölülere” doğrudan gönderme yapmadıklarından onları ısırmazlar. 0nların üstünden veya yanından geçerler. O halde tümüyle zombileşen bir toplum için, zombi yok hükmünde etkisiz bir elemandır.
Zombi metaforu, Homo Sapiens’in sönmeye mahkûm bir tür olduğuna ilişkin kötücül kanıya da gönderme yapıyor. Zombi mecazının işlediği derin korku, akılcılığımızı, gerçeği yalandan ayırabilme yeteneğimizi, diğer insanları bizimle aynı haklara sahip dost türdeşlerimiz olarak görebilme yeteneğimizi, etkenliğimizi, özgürlüğümüzü, kısacası bizi insan yapan şeyleri yitirmek üzere olmaktan duyduğumuz korkudur.
Kapitalizm Homo Sapiens’in serbest piyasa ideolojisine karşı davranışsal ve zihinsel savunma güçlerini kıran insan aklı ve seçiminin can damarını emen sosyo-psikolojik aygıtlar da geliştirdi.
İnsanlar her sabah haber akışlarında dramatik, akla hayale sığmayan olaylar silsilesini, üstelik bunlara dair bir kurama sahip olmadan, seyretmek zorunda kalıyorlar.
Zombi varoluşun, neoliberalizm adı altındaki yıkımına odaklanan bir metafordur. Sermayenin yayılması, yoğunlaşması ve istilası karşısında ezilen insan ruhunu kurtarmak adına, yüksek perdeden yapılan bir çağrıdır.
“Zombi toplumu”, bir çizgi romandan alınmış ürkütücü, distopik bir kurgu değildir. Gerçektir. “Deliriyordum, ama aklımı başıma getirecek şekilde; ölüyordum ama yeniden doğacak şekilde.”ci Augustinusçu buyruk uyarınca değil de sonsuzca kopyalanarak yeniden dirilen zombici istila, toplumun bütün dokularını hedef alıyor.
Neoliberal sürecin bir soy kütüğü ve bir adı var: korunmaya ve düşmanlığa doğru gidiş. Zombi, tüm gezegeni içine hapseden, gündelik ilişkilere dek sızan ve insanları esir alan bir “düşmanlık” ilişkisinin çağımızın kuralı ve kurucu normu haline geldiğini ileri sürüyor.
“Vatandaşlık” parçalanarak “saf” vatandaşlık (yerliler) ile sonradan olma vatandaşlık şeklinde bölündü. İnsan bir aidiyet krizinde debelenirken gidilecek bir yer olmadığını, tehdit ve tehlikeden korunmak için çitlerin sayısının artırılıp yükseltilmesi gerektiğini düşünüyor. Sınırlar artık aşılan yerler değil de ayıran çizgilere dönüştü.
İnsanlar kendi kendilerine ürettikleri ve esiri oldukları kötülük nesnelerinin (sosyal adaletsizlik, sınıflar toplumu, büyüme fetişizmi, tüketim) korkusuyla yaşıyor ve artık bunlardan şiddet yoluyla kurtulması gerektiğini düşünüyor.
İnsanlar durmaksızın icat ettikleri ve sonunda çarpıcı bir dönüşle bugün kendilerini kuşatan kapitalist cinlerin ellerine düşmüş durumdalar.
Yıkıcı neoliberal süreçlere maruz kalan insan ruhu kendini muhtemel bir körleşmeden asla tamamen koruyamazdı. Verimsiz bir tekrarın içine düşerek yozlaştı. Enerjisi de sadece amaçsızca yıkımı hedefleyen bir yıkıcılığa dönüştü.
Savaş, çağımızın kutsadığı değer haline gelmiş durumdadır. Gerçi içindeki Kabil’i derin uykusundan uyandıran itkiler, o yükselip tahtına oturmadan önce de etkin ilkel güçler olarak insanın derin katmanlarında mevcuttu.
Kabil ailesiz, aşksız, insan ilişkileri olmayan, bir toplulukla inanç paydaşlığı kuramamış bir hasta olarak, sürekli değişen şekillerde de olsa hâlâ bizimle birliktedir. Yeniden ortaya çıkan kadın ve Yahudi düşmanlığının, köktendinciliğin ve onun benzeri İslâmofobinin, doyumsuzluğun ve nihilist şiddetin dolambaçlı yollarında bize eşlik ediyor.
Zombileşmiş Kabil, insanı bir “yabancılardan temizlenmiş toplum” karabasanına hapsediyor. Atavik milliyetçiliğin iki kurucu içeriği olan kan ve kısasa kısas hukuku ile “ırk
ödevi” yeniden boy gösterdi. Şiddet eğilimi, hayal gücünü kuşatıp içinden çıkılması gittikçe zorlaşan ölümcül bir çember çizerek yeniden su yüzüne çıktı.
Siyasal düzen, hemen her yerde, ölüme yönelen bir örgütlenme biçimi olarak kendini yeniden oluşturuyor. Moleküler bir öze sahip, sözüm ona savunmacı bir terör, yavaş yavaş şiddet, cinayet ve yasa; inanç, buyruk ve itaat; norm ve istisna, hatta özgürlük, sürgün ve güvenlik arasındaki ilişkileri bulandırarak meşruiyet kazanmaya çalışıyor. Şiddet sarmalının munzam bir kurbanı olarak hayat, her defasında, riske atılan değer oluyor.
Kapitalist modernite yeni bir yeryüzü hukukunun (nomos) doğmasına yol açtı. Bu hukukun başlıca özelliği de savaşı ve ırkı, tarihin en önemli iki kutsalı ilan etmekti.
Savaşın ve ırkın, sömürgecilik kazanında kutsallaştırılması, onları modernitenin hem zehri hem panzehri, çifte pharmakon’u haline getirdi.
Platon’un pharmakon kavramı, (aynı anda hem tedavi edici hem zehirleyici etki eden bir ilaç düşüncesi) bunun mihenk taşını oluşturuyor.
Savaş demokrasinin bağrına bir hedef ve zorunluluk olarak yerleşmekle kalmadı, politikaya ve kültüre de sızdı. Savaşın, dönemimizin pharmakon’u haline dönüşmesi, toplumlarımızı adım adım demokrasiden uzaklaşmaya ve düşmanlık toplumlarına dönüşmeye iten uğursuz tutkuları serbest bıraktı.
Sömürgecilik savaşları, fetih ve işgal, bağımsızlık ve ırk savaşları, kurtuluş savaşları, iç savaşlar, savunma savaşları ve teröre karşı savaşlar bir ardıllık diyalektiğiyle birbirine bağlandı.
Aslında savaşların zincirleme biçimde cereyan etmesi, neden ve sonuçlarının birbirine bağlı olması bunların bunca dehşete ve zulme yol açmasının da nedenidir.
Tüm savaşlar aslında hem mağluplar hem galipler açısından, tarif edilemez, neredeyse isimsiz, telaffuz edilmesi zor bir şeyin yıkımına neden olmuştur. Kapitalist modernitenin yarattığı sosyal yıkım işte böyle bir şeydir.
Savaş, insanların bölünme yeteneğini ikiye katlayan güçlü tutkuları serbest bıraktı. Kimilerini, bastırdıkları isteklerini geçmişe göre daha açıkça itiraf etmeye, kimilerini de en karanlık mitleriyle çok daha doğrudan iletişim kurmaya zorladı. Bazıları da, tanımadıkları üçüncü kişilerin çektikleri acılara tanık olarak bu acıdan etkilendiler. Acı çeken bu sayısız bedenin çağrısına uyarak, o güne kadar kendilerini içine hapsettikleri kayıtsızlık çemberinden birdenbire dışarı çıktılar.
Kısacası yenmeye çalıştığımız, ama aynı şekilde yaralarını da sarabileceğimiz düşmanda, insanın başka bir yüzünü, yani bize benzeyen birini görmemiz mümkündür.
Yürürken kalabalıkta bir an durup insanların aynı yönlere doğru saçma sapan ilerledikleri kaldırımlara bakıyorum. Gözleri yarı kapalı, başları öne eğik, ağır ve zor atılan adımlarla gruplar halinde işlerine ilerleyen insanlar bunlar. Bu kalabalığın içinde, toplumun ötekileştirdiği, devletin adaletten, varsıllıktan, özgür bir yarın rüyasından mahrum bıraktığı, hakir görülmüş, itilip kakılmış azımsanmayacak bir kesim bulunuyor.
Diktatörler bir yandan orta sınıfın korkularını kaşırken diğer yandan yoksul tabakanın hayatta kalma mücadelesini kullanıyorlar.
Kendi modern mutsuz yansımamızdan kurtulmak için her filmde nefretle veya kurtuluş umuduyla zombileri öldürüyoruz. Oysa zombi dediğin ölüden çok ölememişlerden çıkan yaşam kısırlığıdır.
Shakespeare ve Galileo’nun yaşadıkları günlerde tanımlandığından beri, hümanizme yöneltilmiş en büyük saldırıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Ülkemizde kadın hakları alanındaki elli yıllık ilerlemeyi tersine çevirmeye çalışan toplumsal dinci dinamikler bulunuyor. Rövanş, hamaset ve taassupla hareket eden bu kesimi iktidar çevreleri cesaretlendirmektedir.
Bunların zihinsel çöplüğü, insanların düşüncelerini ve sosyal medya gündemlerini kirletiyor.
Büyük aymazlık, Dördüncü Sanayi Devrimi denilen bir şeyin her şeyi yoluna koyacağı beklentisidir.
Yeni teknolojilerin potansiyelini insan refahı ve esenliğini yükseltecek biçimde devreye sokmak için, geriye, savunulacak insani bir şeyin kalması gerekir. Ama yüz yüze geldiğimiz ekonomik, jeopolitik ve teknolojik krizlerin her birinin kökünde, insan olmanın taşıdığı anlamın aşınması yatıyor.
Ama hala umut var. Çünkü sistemin patolojisinden zevk alanların yanında, onun ruhu hasta kılan işleyişine meydan okuyanlar da bulunuyor.
Kargaşanın ve düzensizliğin kökünü kazımak, ırka, cinsiyete ve milliyete dayalı yeni biyolojik hiyerarşiler dayatma girişimine dur demek, makine denetimine hayır demek için geç kalınmış değildir.
İnsanın en canlı ve kırılgan ortak zemini üzerinde yeni birlikte varoluş (hatta inanç birliği) deneyimleri yükselebilir.
Hümanizm, zombileşmeye, neoliberalizme, onun kriziyle oluşan boşluğu insanı hiçleştirerek doldurmaya çalışan alternatif sağa ve otoriter yönelimlere kapsamlı bir itirazdır.
Bir cevap yazın