Söylenecek tüm güzel sözler tükense önceden söylenmiş olsalar bile yeminimi kendi bildiğim gibi edeceğim demişti Sefa ve boğazını temizleyip o hiç bilinmedik daha önce hiç kimsenin uzaktan yakından bir benzerine rastlamadığı deyişine gözlerinde parıltı, dudaklarında dağılgan ağır sarhoşlukla başladı:
“Bu hayatta hakkıyla tamamlanabilecek buna değer olan tek bir eylem dahi yoktur. Bu yüzden yaptığınız hiçbir şeyin ne önemi ne de bir anlamı var dostlarım. Ama bütün bunlara rağmen bu ay ki kiramı düşünmeden edemiyorum. Biliyorum hiçbirinin önemi yok demiştim, evet bunu düpedüz söyledim…”
Sefa her şeyi toplayıp çöp poşetinin dibine sıkıştırırcasına önemsizleştirerek parasının yine bu ayda çıkışmadığı gerçeğini belirterek biz yakın dostlarından tatlı bir dille yardım çağrısında bulunuyordu. Biz gülüyorduk o ise gülüşümüzün getirdiği rahatlık ve samimiyetle kendini gözümüzde daha da küçük düşürmeye uğraşıyor, gururun aptallık olduğu patavatsız dünyasında yedi yüz tl’lik bir dostluk amortisi ceplemeye çabalıyordu. Arif karnına giren güldürücü kasılmaları elleriyle bastırarak kulağıma eğilip fısıldadı:
“Hiçbir şey bilmeyen bir adamın bile yüz bin farklı dili vardır. Konuşur konuşur susar ve yine konuşur.”
Dostlarımın dünyadaki en iyi en harika insanlar olduğu yanılgısına düşmeyeceğim hayır. Biz de herkesler gibiydik: Asla gerçekleştirmeyeceğimiz hayaller kurar, gün boyu laklak eder; Sırf gülebilmek için birbirimizin zayıflıklarıyla dalga geçerdik. Bütün bunlar bir kenarda dursun. Bana kalsa bu hayatta ne varsa hepsi yaşanmak içindi . Zorunluklarla dolu veya boş vakitlerimizin oyalanmakla geçtiği dönemlerde okuduğum, dinlediğim ve üzerinde uğraştığım herhangi bir şeyi neden sürdürmem gerektiği sorusuna bu kaçamak, ucuz numaraya tutunarak kendimi ancak ikna edebiliyordum. Sefa vardı, Arif vardı. Hepsi ayrı ayrı vardı. Aynı kıza da âşık olduğumuz olmuştu. Hiçbirimiz tavlamayı beceremedik. Ben okuyordum. Şıpsevdi Arif o vakit kime aşıksa gün boyu yatakta sırt üstü uzanıyor, gözlerini zamanla hafif hafif kararan tavandan ayırmıyor düş kuruyordu. Arif’in beni dinlemediğini bilerek, okumaktan zevk aldığım yazarların cümlelerini saçma ve anlamsız bir hale getirip Arif’in beni onaylamasına ve harika çok beğendim tarzı kısa ve öz dönütlerle yanıtlamasına gülümsüyordum. Sefa ayrı bir dünyaydı. Elindeki az bir miktar parayı aklına esen ona göre dahiyane ticari bir fikre çarçur ediyor ve bütün kalbiyle yatırımından edeceği karı duyumsayarak normal bir zamanda günlerce altından kalkamayacağı harcamalara girişiyordu. Onun bu inançlı ve azimli haline imreniyordum.
Arif âşık olsa bile bizimle konuşmaya teşrif ettiği vakit gerçek dünyadaki problemler kendisine asla uğramayacakmışçasına kendi dünyasına çabucak dönüyor, evleneceği düğün salonundan, giyeceği takıma; eşiyle yani henüz bu hafta içerisinde âşık olduğu kızla gideceği balayı yerini düşünüyordu. Üçümüzde yaşadığımız hayatları bir an olsun kabullenmeden kendimizi öteye, geleceğe ve ihtimallere atarak kurtulmaya çabalıyorduk. Gerçekler can sıkıyordu. İhtimaller için yaşıyorduk. Bir gün Nobel”i Arif alıyordu, öteki gün ben. Hem de tek dalda değil. Eğer keyfimiz o gün yerinde değilse Nobel ödülünü reddediyorduk. Afrika’daki açlığı Sefa’nın mütevazi incelikli ekonomik atılımı bitirmişti çoktan. Arif Playboy’a rakip bir dergi çıkartıyordu. Çevresini taze çıtırlar sarıyordu. Âşık olduğu fakat ona yüz vermeyen kızlar peşinde deli divane oluyordu. Sefanın zekâ dolu stratejileri sayesinde dolar Türk lirası karşısında değer kaybediyor. Her Türk genci work and travel’a para biriktirmeye kölelik yapmaya gitmiyor, ucuza Apple ürünleri satın almaya çalışmıyorlardı. Doları altı ile çarpmayı bırakmış TL’yi onlar on birlerle çarpıyorduk. Avrupa’nın Kuveytlileri olduk. Artık bir dolara değil bir Türk lirasına adam bıçaklıyordu Venezüellalılar.
Ben Tolstoy’u okuyup sıkılıyordum. Dostoyevski okuyup can buluyordum. Bezenleri gece geç saatlerde birimiz hazır ola geçip bağırarak bir bildirim var komutanım diyordu. Diğerleri rahatta onu dinliyordu. Misal bildirilerden birini Arif şöyle okumuştu: Bundan sonra hiçbir yazar anlatmak istediği şeyi sırf diğerleri okumak istesin diye kurgulayıp dallayıp budaklayıp giriş gelişme sonuç örgüsünde anlatmak zorunda bırakılmayacak. Lafı gevelemeden konunun özünü belirtecek. Biz de onayladık, mühür basıp ilgili mercilere emri ilettik. Kalp kırılmayacak dendi en azından bile bile olmamak şartıyla. İnsanlar karşısındaki anlamak için en az on dakika dinlemek zorundadır diye de bir karar aldık. Bu kadar sosyal mesajı bir anda verince ister istemez midemiz bulandı, tansiyonumuz düştü, gözlerimiz karardı. Af çıkardık kim ne bok yerse yesin diye. Bizim dünya idealimiz için söylenecek tek bir ortak karar olmamalıydı. İdeolojileşmemeliydik. Bu kelimenin yazımından da emin değildik.
Ben arada sırada eve başka arkadaşlarımı daha doğrusu ölü arkadaşlarımı davet ediyordum. Proust geldiğinde tüm odayı analojilerle tarif ederek ruhumuzu bezdiriyor, Hemingway silahları nasıl temizlememiz gerektiğinden ve kendimizi sakat bırakmadan öldürebilmek için silahı ağzımıza hangi açıda sokmamızın lazım geldiğinden bahsediyordu. James Joyce konuşuyordu: ‘Bir bilmecem var size çocuklar!’ diye. Biz de acaba ‘Nedir? Nedir?’ diyorduk. Çok canımız sıkılıyordu kuş da vuramıyorduk üstelik. Arif memleketine gittiğinde ganimetlerle geri dönüyordu. İki günde bitiriyorduk tüm börekleri sarmaları. Beni arada bir melankoli yokluyordu. Sefa karşıma dikilip bilgin bir sesle:
‘Diğerleri gibi kolaylıkla mutlu olamadığın için kendini akıllı sanıyorsun.’ dedi. O günden sonra Sefa’ya kalifiyeli sözler etmesini yasakladık Arifle beraber. Sefa itiraz etti: “Bu takımın beyni benim, burası benim krallığım!” dedi. Tokadı yapıştırdık, kendine geldi. Özür diledi. Paketinden birer sigara ikram etti bana ve Arife.
Ben okuyordum. Bir bok olmayacağını bile bile okuyordum. Benimle dalga geçiyordu Sefa ve Arif. Haklıydılar. Topladım tüm kitaplarımı salondaki sobaya attım. Ellerimizin ayası ısındı. Patates közledik. Çocukluğumuzu özledik bu tuzağa biz de düştük. Arif’in başına aşklar alıp gitmişti. Ben istemeyi istiyordum, isteyebilmeyi. Sefa boş yapma diyordu bu gece nöbet sende. 153 Niğde Emret komutanım! Komutanın sana kurban olsun! Olsun komutanım! Okumayı bırakmış, yazmaya başlamıştım. Yazıyordum fakat bilincimin dışına çıkamıyordum. Tutsak tutsaktım kurtarın tutsak. Sefa her gün komutan değildi tabi ki. O da patates soyacaktı bir gün elbet. Fırına atacaktık bir güzel yiyecektik. Hiç paramız yoktu Kyk borcumuz dağ gibiydi. Sefanın bahsi geçen ekonomik atılımları makro mikro ekonomi stratejileri bu Kyk borcunu da bitirdi, hem de borcumuz silinsin diye evlenmek zorunda bırakılmadan biz. Para aşkı satın alabiliyordu ancak ucuz aşkı Arif pahalı aşklar peşinde koşturuyordu. Anlamadığı kadınlara âşık oluyor ve yine anlamadığı kadınlar aslında hiç de aklındaki gibi olmayan kadınlar için resimler yapıyor şiirler yazıyordu. Arife mecnun diyorduk. İyi de yapıyordu. Buna inanıyordu. Arkadaşımızı destekliyor sırtına vurup onu pohpohluyorduk. Sevemeyen âşık olamamış tüm insanlar adına onun bir elçi misali ilerlemesi gerektiğini savunuyorduk. Arif ilerliyordu sonu hüsran. Arif ilerliyordu sonu yalnızlık. Arif pes etmedi, biz de desteğimizi arkadaşımızdan hiç eksik etmedik. Bir boka da yaramadı bu desteğimiz. Arif halen aramak istiyor. Aramayı mı seviyor nedir? Bir gün dayanamadık Arif’i karşımıza aldık. Dedik ki ona: Arifciğim kendine gel, bir serapa tutuldun gittin. Dünya yüzü görmez misin, sen kendini bilmez misin? Eğer sen kendin bilmez isen bu nice yaşamaktır. Arif dişinin kovuğundaki ekmek parçasını diliyle çıkarıp tükürdü bir kenara. Bana karışmayın siz sanki doğru olanı biliyorsunuz diye bağırdı. Ben Sefaya döndüm Sefa bana döndü. Ben sordum. Sefa sordu: “Doğru olan nedir “ Bir karara varamadık Arife hak verdik. Helallik istedik.
Emirlerimiz dört bir yana dağılıyordu. Krallığımız günden güne berraklaşıyor, büyüyor, altından surları körpe zihinlerde göz alırcasına katlanarak yükseliyordu. Benim halletmem gereken önemsiz işlerim vardı faturalar filan. Bunlarla uğraştım birkaç gün. Bu yüzden komutanımın emirlerini gözetemedim. Geri döndüğümde Krallığa Sefa altınlarla dolu bir Roma havuzunda kurbağalama yüzüyordu. Yüzdüğünü sanıyordu daha doğrusu. Onu Arif ile birlikte bir acele havuza atlayıp çekip kurtardık. Suni teneffüs yaptık. Sefa nefes aldığında para para diye ağlıyordu. Güç, hakimiyet, pahalı küçük porsiyon şekilli şukullu yemekler, jakuzili lüks otel odaları diye çığırıyordu. Öğrenci evindeydik kendine gel Sefa diye dolaptaki küflenmiş makarnadan ağzına tıktık. Soğuk odamızda üşümesin diye ayaklarına yünlü termal çoraplar giydirdik. Akçeler kaçmış kulağına Cem Karaca’dan işçisin sen işçi kal ilahisini okuduk. Kendine geldiğinde ‘DEVLEEEEEET’ diye bağırdı. Teskin ettik Sefamızı. Başını koynumuza koyduk okşayarak: ‘Geçecek her şey geçecek.’. Sefa ağlamaklı bir halde tıpkı annesinden yeni dayak yemiş bir çocuk gibi ürkerek: ‘Bence artık takas sistemine geri dönmeliyiz’ dedi. Arifle ben güldük. Artık çok geç. Her şey çoktan rayına oturdu. Sefa da gülmeye başladı bizimle beraber. Neye gülüyorduk halimize mi?
Ben arada sırada ne demem gerektiğini söyledikten sonra kavrıyor kendime sövüyordum daha önce bunu akledemediğim için. Bana zaman verselerdi herkes için en doğru sözü düşünerek taşınarak verseydim, bu sayede kimseye istemediğim gibi davranmamış olurdum. İşe yarar akla değer bir şeyler söyleyebilmek için bile fazlasıyla gayret etmeliydim. Bir kişi ki benim seslendiğimdir. Benim söylediklerimin tümünü kelimesi kelimesine tıpkı benim onu yazarken düşlediğim gibi anlayabilmesi için elimden geleni yapıyor, sadece bana özel olduğunu diğer insanların rahatlıkla anlamayacağını düşündüğüm cümlelerden kaçınmaya özenle çabalıyordum. Neticede kendimi anlatamamış oldum. Anlaşılmak için anlatamadım. Anlaşılamadım. Anlaşılamadım diyerek de hiç haz etmediğim yazarların gizli egolarının bir benzerine saplanıp kaldım. Bu bataklıktan dürüstlükle çıkmaya çabaladım. Doğruyu doğru yerde, doğru zamanda söyleyerek yazarak geride bırakmaya uğraştım. Sefa alkışladı. Arif’in uzun kirpikli gözleri doldu, sarıldık.
Garip bir dünyaydı bu doğduğumuz; bilmediklerimizden fazlası yeni yeni keşfediliyor, geliştiriliyordu. Arif Ariflik yapıyor Sefa sefalanıyordu. Kızlar geliyor, kızlar gidiyordu. Hepimiz babalarımıza benzememeye çabalıyorduk fakat sonuçta onlara dönüşüyorduk zamanla. Babalarımızın bir zamanlar onlar bizim yaşımızdayken gençken umut ettiklerini diliyor. Yine bir zamanlar dönüşmek istemedikleri adamlara dönüşüyorduk. Evde yanan gereksiz ışıkları kapatmaya çalışıyor, kombiyi kısıyor; Harcamalarımıza dikkat edip ekonomi yaparak bu ayı da sağ salim atlatmaya uğraşıyorduk. Babalarımız gibi gülüyor, babalarımız gibi korkuyorduk ve yine babalarımız gibi geçmişi anlatarak, geçmişe tutunarak bugünün yıkıcılığının altında ezilmemeye gayret ediyorduk. Arif konuştu: Babalarımızı seviyoruz bu konuda hemfikir miyiz? Biz: evet severiz sayarız ama başkaları sevmeyebilir çünkü her baba babalık yapmamıştır tarih boyunca. Arif haklısınız fakat ilerlemek için affetmek gerekir, o zaman bunları da Krallığımızda geride bırakmanın vaktidir. Sefa heyecanla atıldı: ‘ Krallığımız eskiyi eskitir, yeniyi yeni baştan yaratır.’ Ben kafamı sallayarak onayladım. Mührü damgaladık.
Sefa kalifiyeli sözler etmemek hususunda ki kuralını bozdu ve bizlere bildirerek bağırdı: ‘Sizlerin güldüğünüz çekindiğiniz reddettiğiniz bir fikirde başka bir gerçeklik yatmaktadır. Düşünürken bunu göz önünde bulundurunuz.’ Sefa yasağını çiğneme dedi Arif gözlerini kısarak ültimatom verip. Sefa bildirimi kurulun huzuruna sunuyorum dedi. Arif duraksadı. Ben beğendim Arif’le onayladık. Bunun üzerine Sefa gaza geldi ve yüz bin farklı dille konuşmaya devam etti. Bildiğine emin olduğun şey hakkında yanılıyorsun, gerçek kelimelerden ve rakamlardan öte bir yerdedir. Arif bu duruma bir dur dedi. Kendine gel Sefa. Sefa çırpındı titredi yüzünü o halden bu hale soktu. Oh sonunda kendimdeyim. Sefanın kendisine gelmesine sevindim. Öbür türlüsü hezeyandı. İnsan kendini bilmeden nasıl yaşar, buna nasıl dayanır? Arif yanıtladı: ‘Alışarak.’. Sefa şaşkın bir halde: ‘Alışarak mı?’ Arif’in demek istediğini anlamıştım, alışarak diye ekledim. Sefa gülmeye başladı: ‘Ölüme de alışın götünüz yiyorsa’ dedi. Arif güldü, ben güldüm, toprak güldü.
Aydınlandığımız günlerden birinde ki bu çok sık olmuyordu, Öğrenciliğin bir meslek haline getirilmesine kanaat kıldık. Öğrencilik maaşa bağlanacaktı, vergileri verilecek ve bir meslek konumuna eriştirilecekti. Bu fikir her şeye uyarlanacaktı. İnsanlar evlerinde bulaşık yıkıyorlarsa bu toplumun düzeni içindi. Çöpleri çöp kutusuna boşaltıyorlarsa bu herkesin yararınaydı. Bu eylemler karşılığında şahıslar uygun ödeme yöntemleri ile devlet tarafından ödüllendirilmeli ve teşvik edilmelilerdi. Devlet korkumuzdan var olduysa. Bütün faaliyetlerimizde hal ve davranışlarımızda arkamızda durması gerekirmiş. Evsizlere ev açlara yemek vermeliymiş. Kaçıncı yüzyıldaymışız insanlar halen soğuktan ölüyormuş. Sefa ayaklandı ekonomiye, bilime ve en doğrusu en hakiki kaynağımız doğa anayı köken alırsak zayıflar yok olmaya mahkûmdur diye itirazda bulundu. Arif tokmağını vurdu itiraz reddedildi. Sefa: “Ama akıl!” diye yalvardı. Arif: “ Aklın yararı kadar zararı var” dedi. Ben hangisine güvenmem gerektiğini bilmiyordum. Boş bulundum her ikisine de güvendim. O gün hatta o gece Sefa bizi akıl için terk edecekti. Arif ile ben bunu çoktan kabullendik. Sefa bu hayatta emin olduğu tek şeyin ardından gidecekti, emin olduğu fakat tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman çözemediği bir şeyin. Krallığımız az kalsın dağılacaktı eğer ben Sefayı ikna etmeseydim. Ona zaman tanıdım özerklik, özgür irade, seçim hakkı tanıdım. Aklı krallığımızdan alıp götürse sonumuz nice olurdu. Sefa kaldı, sefa getirdi. Akıl yanımızdaydı. Bizimle beraberdi. Henüz vakit vardı. Büyük işler yapacaktık, çok büyük işler. Bunu hissedebiliyordum. Bekliyordum dostlarım. Uygun zamanı kolluyordum. Arif arada bir yanıma uğruyor yüzünü ekşiterek küçümsercesine hala mı bekliyorsun diyordu bana. Ben bekliyorum diye sabırla yanıtlıyordum. Neyi bekliyorsun? Bilmiyorum. Beklemeye devam et aynen böyle bekle diyerek omzuma dostça vurup beni destekliyordu. O kadar uzun zaman beklemiştim ki sakallarıma Hint bülbülleri yuva yaptılar, çalı çırpıyla desteklediler küçük aşiyanlarını. Sakallarımdan kuşlar kanatlanıyordu, odanın içinde şakıyarak birkaç tur atıp hızla sakallarımın içine cıvıldayarak geri gömülüyorlardı. Sakallarımdaki kuşları gören benimle dalga geçiyor, beni işaret ederek şu pasaklı herife bir baksanıza diyorlardı. Umursamıyordum dostlarım. Çünkü bekleyen sadece kendisi için beklerdi. Gece parmak uçunda temkinlice iniyor, gündüz merdivenleri takırdatarak pata küte çıkıyordu. Ben hangisi hangisiydi fark edemiyordum. Arada bir Arif geliyordu avcundaki yemleri sakallarıma fırlatıyordu. Arif elindekileri serptikçe sakallarımdan nadide melodiler dökülüyordu kulaklarımıza. Sefa seslerden rahatsız oluyor kesin şu zırvalığı diyerek elindeki makasla sakallarıma dadanıyor, Arif Sefa’yı zabdetmeye çabalarken ben avazım çıktığı kadar Bekliyorum! Bekliyorum! Bekliyorum! diye bağırıyordum. Arif nefes nefese kaldığından cümleleri kesik kesik çıkıyordu ağzından
-Bırak çocuğu Sefa! Bekliyor o, görmüyor musun? Bırak onu!
-Neyi bekliyor bu amına koduğumun berduşu! Kendine gelmesi lazım.
-Bekliyor o. Makası bırak! Bıraksana lan makası! Sen beklemek nedir bilmez misin?
-Bilmem! Ben yaparım beklemem. Bekleyen çürür, yapan parıldar. Gel lan buraya hippi kılıklı seni! Kaçma! gel gel buraya.
-Bekliyorum ben kuşlarımı ellemeyin rahat bırakın onları
Sefa sakinleşti, makası elinden bıraktı. “Sizin yapacağınız işi sikeyim ben ”dedi gülerek. Arif güldü. Ben kendimi tuttum, kuşların yuvası dağılmasın diye.
Zamanı geldi. Kuşlar da yuvadan uçtu gitti. Beklemeyi bitirdim. Tıraşımı oldum sinek kaydı. Kravatımı Sefa bağladı. Plazada çalışırken öğrenmiş nasıl bağlanılacağını. Uzun zamandır aynaya ilk kez bakıyordum. Beyaz yakalıydım. Başımdan tacım alınmış, krallığımın dört bir yanı işgal edilmişti. İyi şiirler yazarak kale alınmıyordunuz dostlarım. İnsanlar bunun için sizi övseler dahi içten içe para kazanamadığınız için sizi küçümsüyorlar; Onlar gibi olamadığınızı düşünüyorlar hatta ve hatta onlar gibi olmak zorundaymışsınız fakat ne yapıp ne etmişseniz de bunu başaramadığınız için size acıyorlar, merhametleri kibirlerini besliyor kibirlendikçe size acıyor acıdıkça merhametlerine duydukları şaşkınlık ve hayranlıkla daha da kibirli oluyorlardı. Siz de kendinizi ispatlamak hatasına düşüyor, gafletine kapılıyordunuz. İstemediğiniz yerlerde istemediğiniz upuzun sürelerce bulunup yine istemediğiniz işleri yapıyordunuz. İstemediğiniz saygı duymadığınız kişilerin huzurunda el pençe divan duruyordunuz. En hüzünlüsü de sanki on yaşında bir çocukmuşçasına gömleğinizin altına zorla atlet giydiriliyordunuz. Arif gömleğimi pantolonumun içine oflanarak sokuşuma bakıyor: OH OLSUN ASKER! OH OLSUN Kİ BU DÜNYADA EMİR ALAN HERKESE! diyordu. Affet Komutanım. Emirlerime itaat et diye mi seni asker yaptık lan! Sen asker misin! Asker misin sen! Değilim komutanım. Aferin rahatta dinle beni. Ellerimi belimin arkasında kavuşturdum. Krallığımızın son günlerde ki yürekleri dağlatan hali neticesinde bu gidişata bir dur demek rayından çıkmış bu vatanı eski günlerindeki parlak ve imrenilen şaşalı haline döndürebilmek amacıyla yönetime el koyuyorum. Ben General Arif Şıpsevdi şu andan itibaren seni krallığımızın en önemli adamı Krallığın şairi ilan ediyorum.
-Krallığımız yıkılmıştı yeniden doğabilmek için.
-Devam et oğlum devam et.
-İnsandık güçlüydük fakat gerçeğin ancak hayaletini yakalayabildik.
-Aferin oğlum anla anla anla fikirler rastgelelikten güç alır konuş.
-Zaman anlaşılmak için uydurulmuştur.
-Şairsin sen, filozofik bir şair! Ne biliyorsan dökül ortaya.
-Şiir boştur en az matematik kadar.
-Abartıyorsun ama cesaretini sevdim.
-Anlamak anlanılan şeyi kapsamaktır.
-Demek öyle.
-Hiçbir şey yerine bir şey var. Bu hayat bir şeydir şey…
-Yoruluyorsun gücün tükeniyor.
-Yapabilirim bana zaman verin komutanım. Şahane bir şair olabilirim, akıllı bir filozof, başarılı bir bilim adamı. Genetiği değiştirilmiş farelerle ve deney tüpleriyle oynar bilgisayara karmakarışık upuzun kodları on parmak hıphızlıca girebilirim.
Sonra ne yapacaksın? Neyden sonra? Olduktan sonra işte bütün bu istediklerini. Bilmiyorum. Bilmiyorsun demek. Geriye göçüp gitmek kalıyor bu dünyadan. Sonrası? Sonrası meçhul. Bilmiyorsun yani. Hayır, durun bir dakika! Ne oldu? Biliyorum ne olacağımı. Ne olacakmışsın? Öldükten sonra krallığımda merhametle ve adilce hüküm süreceğim. Sefa sözüme karıştı: “Krallığımızda demek istedin herhalde, beraber kurduk oğlum.” Ah evet pardon. Arif” “Yönetim gücü şu an ben de. İtirazınız var mı? Varsa da umurumda değil.”. Sefa Arif’i kafa kola aldı. Pes mi lan pes mi diye bağırarak Arif’in korkulu rüyası, biricik gözbebeği, incecik kırılgan zayıf saç tellerinden birer birer tel tel koparmaya başladı. Arif muhallebi çocuğu gibi ağlayarak fazla dayanamadan pes etti. Gücü eline alanın gözünü başka bir şey görmüyordu. Bunun üzerine bizde eskisi gibi krallığımızı ortaklaşa yönetmekte karar kıldık.
Öyle zamanlar geliyordu ki dostlarım sırf hayatın tadına daha iyi varabilmek için bir misafirliğe gitmeyi bana orada küçük soğuk bir odada yüklüklerin altından temiz çarşaflar çıkarıp yatak hazırlamalarını üzerime babaanne evindeki fil ağırlığında bir yorgan verilip her şeyi unutarak rüya bile görmeden uyumayı istiyordum. Duygusallaşınca araya Sefa giriyordu: “ Duygular kördür, seni yönlendirmelerine izin verme” diyordu. Arif buna itiraz ediyor, insanın duygular için yaşadığını savunuyordu. Ben yorganın altında üşüyerek ve üzerimdeki ağırlığın etkisiyle ezilip rahatlayarak sesleri daha az duymaya başlıyor, dünyayı olacağına bırakıp tamamen, evet tamamen sıfırlanıp yok oluyordum. Uyandığım vakit kumsalda denize girip çıkmış olmaktan yumak yumak olmuş kıllı bacaklarıma sımsıcak kumları yumruk yaptığım elimin parmaklarımın arasındaki boşluktan döküyor ve kuruyordum. Yürüyordum dostlarım. Dere tepe düz gidiyor yürüyordum. İnsanlar sabahleyin alarmlarını uykulu bir halde kapatmaya uğraşıyor, kimi kahvaltı yapıyor kimi yapmıyordu. İşlerine gidiyorlar mesai bitince ya evlerine dönüyor ya da dışarıda arkadaşlarıyla takılıyorlardı. Ben ise yürüyordum dostlarım. Aynı yere gelebilmek için, Kendime gelebilmek için. Dünyanın, Tarihin bir küre olduğunu, tekrarladığını kendi gözlerimle görebilmek için yürüyordum. Yolculuğumda Sefa ve Arif beni yalnız bırakmıyor arada sırada indirimleri kollayıp ucuz uçak bileti alıyorlar ülke ülke peşimden geliyorlardı. Çok gezdim. Çok gördüm. Hiçbir şey anlamadım dostlarım. Dünyayı bir turladım. Öğrenci evimize kapının dibine geldim. Anahtarı kilide taktım çevirdim açtım. Merdivenleri hızlıca tırmandım, yine kilit yine kapı. Ne kadar çok kilit var diye bir düşünmedim değil. Eve girdiğimde Sefa ile Arif bana hoş geldin sürprizi yapmamışlardı, hoşuma giden de buydu. Arif’in tek yorumu: “Ellerini, ayaklarını bir yıka; uzun yoldan geldin.” oldu. Hak verdim. Dediklerini yaptım. Sefa: “Ne getirdin bizlere?” dedi. “Kendimi” diyebildim. Yeterli dediler bozuntuya vermeden. Krallığına, yuvana, özüne hoş geldin. Hoş bulduk.
Bir cevap yazın