‘’ Şu bir gerçek ki her insan diğerleri için derin bir sır ve gizemdir.’’
Omzundaki el buz gibiydi. Belki de o kadar soğuk değildi ama o algıda seçici davranıyordu. Belki tepesindeki güneş omzunu sıcacık yaptığı için ona dokunan bir el soğuk gelmişti. Arkasına dönmek istememişti. Kafasında yarattığı eli daha fazla yaşatmak istiyordu. O da öyle yaptı. Bekleyebildiği kadar bekledi arkasını dönmeden önce. Kafasında canlandırdı elin sahibini. ‘’Ya bu sefer tanıdığım biriyse?’’ diye düşündü. Bu düşüncesi onu daha da heyecanlandırmıştı. ‘’Bir asır geçti ben arkamı dönene kadar.’’ diye geçirdi aklından. Arkasındakini bekletme duygusundan utandı sonra da. Yavaşça başını çevirdi . Hayır, bu adamı tanımadığına çok emindi.
Hayatında ilk defa görüyordu. Kafasında yarattığı el, gerçek bir yüze dönüştü. Saf bir yüzdü bu. Mermerlere yakın beyazlıktaydı ten rengi ve güneşte bu beyazlık iyice ortaya çıkmıştı. Ve yanakları kızarmıştı hafiften. Güneşin altında kaldığı belliydi. Simsiyah saçları dağılmıştı, hem de ne dağılma. Yorucu bir iş yapıyor herhalde diye düşündü ama gözlerinde hiç yorgunluk belirtisi yoktu. Tam tersi gözlerinin içi gülüyordu. Dudaklarındaki buruk gülümseme gözlerindeki ışık sayesinde belli oluyordu. Birkaç saniyelik tuhaf bir sessizlik onu yorumlamak için yeterliydi Agnostis için. O da öyle yaptı. O birkaç saniyeyi onun hakkındaki soruları cevaplayarak geçirdi. Ama cevabını bulamadığı bir soru vardı: neden gelmişti yanına?
Belki onu çok üzgün görünce dayanamayıp nasıl olduğunu sormaya gelmişti. Ama neden böyle bir şey yapsın ki. Diğer onlarca insan gibi önünden geçip harabelere ilgiyle bakabilirdi. Belki de yorgundu ve yanına oturmak için izin isteyecekti sadece. Hemen kafasında bin bir çeşit senaryo kurdu yine. En sonunda konuşmaya başladı adam onunla. Önce nasıl olduğunu sordu. Agnostis iyi olduğunu söyleyip onun nasıl olduğunu sordu. Yorgundu, doğru tahmin etmişti yani. Genelde doğru tahmin ederdi zaten. Çok okumak ile ilgili olduğunu düşünürdü hep. Nedense çok severdi bu özelliğini. Adam, elindeki plastik şişeden su içti. Ama ne içmek. Gören sanır ki hayatı boyunca su içmemiş. Herhalde yorucu bir iş yapıyordu. Bu kadar yorucu ne yapabilirdi ama?
Sırf konuşmak için konuşmuş olmasın diye sustu biraz daha. Yoksa severdi konuşmayı. En sonunda neden bu kadar yorgun olduğunu sordu. Turist rehberiymiş. O yüzden bu kadar yorulmuş. Sürekli konuştuğu için. Adam onunla konuşmaya başladı birden, çekincesi kalmamıştı Agnostis’e karşı. Şehrinin tarihini ona anlatıyordu. Ona burasının yıllardır toprak altında kalmasının ne kadar ilginç olduğunu söyledi. Gerçekten de çok büyük ilgiyle anlatıyordu. Önce güldü Agnostis. İçinden ‘’benim şehrimin tarihini bana anlatıyor’’ dedi. İşte o zaman neler döndüğünü anladı. Kocaman bir korku kapladı içini. Gerçekten yapayalnız kalmıştı. Sevdiklerinin yaşadığına dair umutlarının hepsi suya düşmüştü. Şimdi ne yapacağını düşünmeye başladı. Aklından hiçbir şey geçmiyordu. Sanırım düşünme yetkisini kaybetmişti. Buraya nasıl gelmişti ki? Bütün gün her şey normalken uyanınca nasıl kendini yıllar sonrasında bulabilmişti?
Aklından bütün bunlar geçerken ‘’Çok düşünceli gördüm seni, aynı zamanda mutsuzsun. Neden?’’ sorusu ile irkildi. ‘’Kimsem yok.’’ dedi donuk bir sesle. ‘’Hiç bilmediğim bir yerde yapayalnız kaldım. Ne yapacağımı bilemiyorum, kalacak bir yerim bile yok.’’ Gerçeği söyleyemezdi ki ona. Yalan da söylememişti, sadece gerçeğin bir kısmını gizlemişti. Hepsini söyleseydi inanmazdı ki zaten. Adam önüne baktı uzun uzun, düşünceli duruyordu. Acaba anladı mı diye korktu. ‘’Birazdan turistleri yeni bir yere götüreceğim, oradan da kalacakları yere. Otobüs birazdan kalkıyor. Benimle gelmek istersen gelebilirsin, sana da kalacak bir yer buluruz.’’ dedi. Agnostis başta çekindi. Nasıl olsa daha tanışmamışlardı bile. Ama bundan daha iyi bir seçeneği olduğunu, daha doğrusu başka bir seçeneği olduğunu düşünmüyordu. Bir anlık bir şeydi. Sanırsa çaresizlik deniyordu yaşadığı duyguya. Sevmedi bu duyguyu. Kabul etti. Adını bile bilmediği adamın dudaklarındaki gülücük bir tık daha büyüdü, gözlerindeki ışık arttı.
En azından ona öyle gelmişti. Uzun ve geniş yol boyunca yürümeye başladılar. Güneş batmaya başlamıştı. Gökyüzü turuncumsu bir renk almıştı. Hava artık o kadar sıcak değildi. Güneş batmaya başlayınca, hava da serinlemeye başlamıştı. Hala sırlar vardı yanında yürüyen adamla aralarında ve hala hakkında tahminler yapabiliyordu. En sevdiği rengi bile tahmin etmişti. Gri. En sevdiği renk griydi. En karamsar ve iç karartıcı durumlarda bile mutlu olabilecek iyimser birine benziyordu. En azından öyle olmasını umdu. ‘’Geldik’’ dedi. Biraz daha yürüseydi otobüse çarpardı herhalde. O da bunu fark etmiş olacak ki hafiften sırıttı. Yavaş adımlarla basamakları çıkıp otobüsün koltuklarından birine bıraktı kendini. Onun da yanına oturması ile hayatının en uzun yolculuğu başlamış oldu.
Yazının 1.bölümü için tıklayınız…
Yazının 3.bölümü için tıklayınız.