Rüzgâr arada hafif hafif enseme dokunarak rahatlamam konusunda yardımcı olmak
istiyordu ancak bu mümkün değildi. Bacaklarımın titremesini durduramıyordum. Yanımda
umutsuz bir ifadeyle beni süzen Yiğit ‘’anlıyorum’’ der gibi kafasını salladı. Güneş bulutların
arkasındaydı ve umutsuz düşüncelerimizin baş kaynağı gibi görünüyordu. Giydiğimiz
masmavi eşofmanlar ortamı bir nebze olsun rahatlatıyordu. Mavinin huzur verici etkisi
bazılarını sakinleştiriyor benim gibi bazılarını da sonu gelmeyen hayallere daldırıyor,
üstlerindeki Tahtakale Gençlik Spor armalarını unutturuyordu. Rüzgâr şiddetini arttırmaya
başlamıştı, sanırım maçı daha oynanabilir kılmaya çalışıyordu. Yüzlerindeki sivilcelerden
ergenliğe yeni girdiği veya ergenliğinin sonlarında olduğu anlaşılan 20-25 civarında genç,
basamaklara oturmuş bekliyorduk. Herkes benim kadar gergin değildi. Kimisi olacaklardan
emindi kimisi de ne olursa olsun kendisine bir şey olmayacağından. Ahmet hoca sonunda
odadan çıktı. Yüzünde net bir ifade, elinde bizim için son derece önemli olan kağıtlar vardı.
Pür dikkat kesilmiştik ve konuşmaya başlamasını bekliyorduk. Sanki bir anlık işitme
yetilerimi kaybetsem, antrenörün dudağını okuyup yine de anlayacaktım.
-Merhaba arkadaşlar. Saydıklarım Talha hocayla ısınmaya başlasınlar.
Sesini yankılanacak şekilde arttırdı, bunu adı okunan oyuncuların iki kat mutlu olmasını
sağlamak için yaptığını düşünmüştüm bir an.
-Hakan, Caner, Cem, Arda,
‘’Şimdi söyleyecek’’ diye fısıldadım yanımdaki benim gibi çaresizce bekleyen Yiğit’e.
-Hüseyin, Gürkan, Kemal, Furkan
Ellerimi yüzüne götürmüş, kafamı yavaştan aşağıya doğru eğiyordum. Şimdi söyleyecek diye
mırıldanıyordum içime içime.
-Mert, Ahmet, Yasin diyerek bitirdi konuşmasını Ahmet hoca ve o andan itibaren hayatım
boyunca Yasin isminden nefret ettim ben. Ayağa kalkamadım. Hareket edemiyordum kaskatı
kesilmiştim. Şimdi ne olacak diye düşünüp zihnimi kemirmeye başlamıştım. Maçta
oynayacakların ardından yedekler de teker teker aramızdan ayrılıp sahaya doğru ilerlemeye
başladılar. Maça sonradan girip bir etki yaratma hayalimiz bile elimizden alınmış gibiydi.
Yoktuk. Yedek bile olamamak aslında sokakta yürüyen herhangi bir insanın kulüple olan
ilişkisiyle aynıydı. Ben, Yiğit ve 4 kişi daha duruyordu. Sanırım onlarda şimdi ne
yapacaklarını düşünüyorlardı. Vurulan toplardan çıkan tok ses kulağımızdan girip tüm
bedenimize yayılıyordu. Her vuruşta bir kat daha düşüyorduk yere. Olur da kadroya girersem,
bakkal telefonundan babamı aramak için ayırdığım 1 lira boşa çıkmıştı ama ruhumda onunla
birlikte aynı boşluğa karışmıştı. 90 dakika yedek kulübesinde bile değil futbolla alakası
olmayan, sadece tanıdığı bir çocuk oynuyor diye onu desteklemeye gelip diğerlerine
küfredecek insanların yanında oturacaktım.
- Eve dönerken koşarak gidelim Yiğit.
- Nedenmiş o?
- Oynamış sansınlar.
- Olmaz öyle şey, çocuk mu kandırıyorsun?
- Oğlundan bir bok olmayacağını göreceğine buna kansın ne olmuş.
Cevap vermedi Yiğit. Kalk der gibi omzuma hafifçe vurup hareketlendi. Haftalardır ne o
oynayabilmişti ne de ben. O da bunun nedenini deli gibi merak ediyordu ancak belli
etmemeye çalışıp soğukkanlı davranıyordu, daha doğrusu öyle göründüğünü düşünüyordu.
Rakip takım oyuncuları da sahaya yavaş yavaş yerleşmeye başlamıştı. Maç başlayacaktı
birazdan. Saha hiç o an ki kadar güzel gelmemişti gözüme. Belki de sanki sürüklenip zorla
çıkarılıyormuşum gibi hissettiğimdendi. Tribüne geçip bir köşede oturduk. Arkamızdakiler
sanki çekirdek değil beynimin içindeki sinirleri çitliyorlardı. Yiğit aldığı günden beri
kullanamadığı hatta çoğu zaman maçta oynayan birinin yalvar yakar isteyip kullandığı
yepyeni kramponları çıkarıp çantasına geri koyduğunu gördüm. Hakemin düdüğü çalıp bu
fiziksel bir karşılığı bulunmayan ıstıraplı işkenceyi başlatır başlatmaz aynı anda ayaklanıp
hızlıca çıkışa doğru ilerledik. Bunca sene kurulan onca hayal çekirdek gibi tüketilip kabuğu
gibi atılmıştı bir kenara bir anda. Kaptanlık pazu bandını sımsıkı sararak kola geçirmekten, bir
pazar günü tribüne bakınca bizi alkışlayan aileyi görmekten, gol atıp sevgiliye göndermekten
kaçıyorduk. Tüm hayallerimizi çantamıza atıp koşarak kaçıyorduk. Arkama hızlı bir bakış
attığımda diğerlerinin boş suratlarla bakıp kaldığını gördüm. Sanırım kıllarını
kıpırdatmayışlarının nedeni kaybetmekten korktukları son umutlarıydı. Biraz daha uzaklaştık
sahadan ve üzerimizdeki masmavi eşofmanların garip görüneceği kalabalığın içerisinde
bulduk kendimizi.
-Ne olacak şimdi? diye seslendim aniden pişmanlık belirtisi bir titremeyle. - Bir şey olmaz diyerek cevapladı. Ciddi bir ifade takınmıştı.
- Ne demek bir şey olmaz? Bittik olum biz, bir daha almazlar bizi kulübe. Sanki onca
koşuşturma esnasında pişmanlığım benden daha hızlı koşmuştu. - Gitmeyeceğiz zaten bir daha.
- Bırakıyor muyuz? Ulan hani onca hayali—-
-Sıçtırtma lan hayaline. Büyü azıcık artık geri zekalı. Kıçı kırık ilçe takımında top
oynayamıyorsun, başka nerede oynayabileceksin?
Anlayamıyordum. Nasıl kabullenmişti bu kadar hemen bunca şeyi. Belli ki uzun süredir
bunları düşünüyordu. Aksini düşünmek delilik olurdu. Yürümeye başladık. Umudun şelaleden
akar gibi akıp geldiği gün, kanalizasyon demirlerinin arasından akan akşamın koyu
gerçekliğine bırakıyordu kendisini. Ne diyeceğimi bilemiyordum. 10 dakika önce o sahadan
ayrılmak istediğimde bu kadar çabuk ayrılabileceğimi düşünmemiştim.
-Olum bunca zamandır gidiyoruz. Ne diyeceğiz aileye, nasıl bitireceğiz kurduğumuz
ilişkileri?
Belki bir ihtimal fikrini değiştiririm diye umuyordum. Az önce kaçtığım sahaya son
çırpınışlarla geri dönebilmenin yollarını arıyordum. Yiğit durdu, gittikçe ciddileşen bir surat
ifadesi vardı.
-Bak birader, ben bıraktım, dönmeyeceğim. Sen ne yaparsan yap umurumda değil. Bundan
sonra sadece kendi ismimin olacağı yerlerde bulunacağım ve bir isim söylenecekse de
söyleyen ben olacağım. Hadi eyvallah deyip adımlarını hızlandırdı.
Aynı yöne farklı mesafelerde gitmek istiyordu. ‘’Sevgilim misin trip atıp gidiyorsun
pezevenk’’ diye bağırasım geldi bir an ama durdurdum kendimi. Haklıydı. Bu saatten sonra
dönmekte, tekrardan başlamakta manasız sayılırdı. Yeni bir rota çizmem gerekiyordu ve asıl
korkutan buydu. Hayatta başarabileceğimi sandığım bir şeyde çuvallamıştım. Daha gençtim
ama belki de bu gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesiydi ve yapacağım diğer yanlışlar
da yoldaydı. Gerçeklerin keskin oluşu canımı yakıyordu, duymak istemediğim seslerin çaldığı
bir otobüste gidiyordum. Düğmeye bastım, şoförün ‘’burayı da terk et artık’’ der gibi ani
freniyle attım kendimi sokağa. Eve yaklaşmıştım ama hala ne diyeceğim hakkında bir fikrim
yoktu. Surat ifademden anlayacaklardı belki, maç iptal olmuş diye yalan söylerdim belki bir
kez daha bu sefer son diye söz vererek kendime. Apartmanın yan tarafında benden 3-4 yaş
küçük gençler top oynuyordu. Yiğit’in kardeşi de oradaydı. Lampard formasını giymiş orta
sahadan top geçirmiyor, amansız bir mücadele içerisinde savaşıyordu. Kenarda oturdum biraz
onları izlemeye başladım. Orada yer alan topçulardan biri olduğum zamanların üzerinden
fazla bir zaman geçmemişti. Apartman yöneticisinin burada gürültü oluşmasını engellemek
için bizi arabasıyla kulübe götürmesi geldi bir an aklıma.
Nasıl da mutlu olmuştuk ama üzerinden fazla zaman geçmemişti. Ve ben tekrar
buradaydım. Kürkçü dükkanına geri dönmüştüm. Belki de camdan bakıp becerememiş diye
söyleniyordu yönetici. Belki de apartmanın her sakini Tahtakale’den topçu mu çıkarmış
genellemesine bir örnek daha kattığım için benden nefret ediyordu. Yiğit bundan sonra ne
yapacağına karar vermişti. Belli ki bunu uzun süre düşünmüştü. Benim aklımda tek bir fikir
dahi yoktu. Belli ki oturup benim de düşünmem gerekiyordu. Lakin düşünmek için çok
erkendi. Çantamı çimlere doğru attım ve ileriye doğru ilerleyip elimi kaldırarak maça dahil
olmak istedim. İsmimi söylediler hem de epey tekrar ettiler, takımlarına katılmam için ısrar
edip yankılanacak şekilde tekrarlayıp durdular. Asla yedeği olmayacağım bir yerin huzurlu ve
güven veren mutluluğunu hissetmiştim bir an. Ama bir yandan da mücadelesini verdiğim yani
yaşadığımı anlayabildiğim bir savaşın içerisinde ikinci planda olmak bile bu namert, aciz
hislerden daha asildir diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Yiğit haklıydı. Artık
büyüyüp nereye ait olduğuma dair önemli bir karar vermem gerekiyordu.
MEHMET YASİR ERGUN
Bir cevap yazın