Gül satan çocuklara, kadınlara…
Kaçtım büyük şehrin karmaşasından. Bu kaçış uzun soluklu olmayacak olsa da buradayım. Üç
gündür ne televizyon ne de sosyal medya var yaşamımın içinde.
Kaldığım ahşap evin tahta penceresini araladım. Yaşamın renkleri, rengin her tonu ile
sergilenmiş toprakta. Dün gece durmadan yağan yağmurla arınan toprağın kokusuna
manolyaların kokusu karışmış. Manolyaların kokusunun baskın olduğu havada derin derin
nefes alıyorum. Hücrelerimin derinliklerine kadar soluyorum arınmışlığı.
Hayat denen yolculukta çiçeğiyle böceğiyle, ağacıyla yeşiliyle, bulutuyla
mavisiyle renklerindir yaşam diyorum kendime…
Rüzgârın sesine karışan yaprağın hışırtısını dinle, kedinin, köpeğin, kuşun, çocuğun sesini
dinle diyorum kendime…
Bir umut kaplıyor içimi, yeşeriyor şehrin karmaşasının içinde kaybolan umudun tohumları..
Evden çıktım. Makinemle her yeri kolaçan etmeye başladım. Manolyaları, yapraklardan
damlayan damlacıkları, örtüyü böceği, dağların dumanını, güneşin dağların arasından
doğuşunu, kısacası o anda bana anlam veren ne varsa aralıksız çekiyorum.
Doğa yaşamının buram buram koktuğu, yaşanan yaşanmışlıkları da fotoğraflayarak yukarıdan
aşağıya doğru inerken yağmur başladı. Sığınacak yer ararken yanında büfesi olan derme
çatma bir yer ilişti gözüme. Oraya gidip oturdum. Büfeyi işleten yöre kadınından çay aldım.
Çay beklediğim şekilde demini iyi almış. Üzeri mavi kalın muşambayla kaplı dört bir yanı açık
yerde esen rüzgâr üşütüyor. İyi geldi çay, ısındım. İkinci çayı da istedim. Makinemi, defterimi
ve kurşun kalemimi çıkardım çelik kaplama masanın üzerine. Yolun öte yanındaki
deniz, araçların arasından belli belirsiz görünüyor. Camlarından yağmur suyunun süzüldüğü
sarı renkli simitçi arabası, içindeki kırıntıları ile terk edilmiş gibi duruyor araçların arasında.
Gelişigüzel geldiğim bu yer çekiyor beni kendine. Üçüncü çay da geldi, sigara tütmeye
başladı. Daha ne olsun! Çayımı yudumlamaya başlarken etrafa da bakınıyorum. Geleni geçeni
izliyorum.
Sağanak yağmur geldi geçti. Yağmurun hızı yavaşlasa da yağmaya devam ederken bir baba,
babanın kucağında bir bebek, yanında cin gibi yakışıklı bir çocuk yağmurdan sıyrılıp geldiler.
Sigaramı aceleyle söndürdüm. Karşımdaki masaya çocuk oturdu. Baba bir o yana bir bu yana
dolanıp duruyor. Bebeği avutmaya çalışıyor. Bebek ağlıyor. Giysisi de ince. Üşümüş olmalı
yavrucak.
Babayla laflamaya başladım. Baba otuzlu yaşların başında, sessiz sakin biri gibi görünüyor.
O battaniye bebeğin mi diyerek ön camda bebek battaniyesi duran eski aracı gösterdim.
– Evet, gül almaya gidip geliyorum bizim külüstürle. Gülleri sepete doldurup satıyor karım.
Ağzı iyi laf yapar.
– Bebeği sarsan ya battaniyesine, üşümüştür.
– Yok, ateşi var. Gül satarken hep yanımızdaydılar bu kış, bırakacak yerimiz yok. Üşüdü.
Zatürre başlangıcıymış.
– Eşin nerede?
– Şu hastaneyi görüyor musun? Orada. Hem ilaçları alacak, hem de kendi görünecek.
Depresyon geçiriyor. Çok sinirli bu günlerde bizim kadın.
– Geçmiş olsun.
Bebeği sevip oturdum tekrar yerime. Kara gözlü yakışıklı gülümseyen gözlerle yanıma geldi.
Fotoğraf makinesini görmüş. Fotoğrafını çekmemi istedi. Önce battaniyenin olduğu aracın
önüne sonra simitçi arabasının yanına gitti, pozlar verdi. Çekmem yeterli gelmedi. Israrla sarı
arabanın önünde çekmemi istiyor. Çocuğun öncelikli düşü sarı taksi, favori rengi de sarı
sanırım. Eskimiş giysilerinde de sarı hâkim. Yağmur çiseliyor, şemsiye yok. Çocuk ve makine
ıslanacak. Düşlerine de duvar çekmek en son isteyeceğim davranış olacak. Tamam dedim.
Montumun içine koydum makineyi, çocuğun şapkasını başına geçirdik. Gösterdiği sarı
taksinin önüne gittik. Kerata sanki doğdu doğalı poz veriyor. Sarı seven çocuğun sarılarıyla
pozları kadrajımın objektifinde sarı çerçeveye dönüşüyor. Pozlar, pozlar…
- Hadi gel. Daha fazla ıslanmayalım. Gidelim oturalım.
- Tamam.
Geldik büfenin önüne. Bir şeyler almalıydım düşlerine düş katsın diye. Büfede pek bir şey yok.
Naylondan yapma iki helikopter var. Onları ve bir iki yiyecek aldım. Diğerlerinin yüzüne bile
bakmadı. Köşede bebeğiyle ayakta duran babasının yanına koştu. Oyuncaklarını gösterdi.
Baba, ne güzel birini kardeşine verirsin dedi. Ufaklık, omuzunu silkeledi, masaya geri döndü.
Masanın üzerinde kaydırmaya başladı helikopterlerini. Naylon maylon ama kurulunca
çalışıyormuş. Özlemi sarı taksi olsa da sanırım bu oyuncaklar da gönlünce oldu, gözleri
ışıldıyor.
Onca zaman sonra elinde bir torba ilaçla anne geldi. Eskimiş taşlı terliklerinin içindeki koyu
renk çoraplar ıslanmış. Güllü dallı şalvarının paçaları da. Öfkeliydi, kızmıştı birilerine. Saçı başı
dağınık, yorgun görünen yüzü de sararmıştı. Biri eteğinde biri kucağında iki küçük çocukla
güllerin satışı, yavrusunun hastalığı ne güç ne derman bırakmış yaşından yaşça büyük
gösteren kadında. Ağzı var dili yok olan, gülümsemeyi yüzünden eksik etmeyen kocasından
bebeği aldı. Susturmaya çalışarak bebeğini usulca oturdu. Memesini çıkardı. Emzirmeye
başladı. Memenin sütü, anne bedeninin sıcaklığı, anne kokusu bebeği susturdu.
Ne demişti kocası “Gülleri alıyorum, karım sepete koyup satıyor.” Yük kimdeydi? Yüzün
gülümsemesi elbette bitmezdi, yorgun değildi anne gibi. Satır araları işaret ediyor adamı diye
kendi kendime iç geçirirken küçük delikanlı annenin geldiğini fark edip koşarak yanına gitti.
Helikopterlerini gösterdi sevinçle. Annenin yorgunluktan çökmüş yüzü çocuğa doğru döndü.
Bakmakla bakmamak arasında baktı. Büyüğüne hiçbir şey söylemeden küçüğü ile
ilgilenmeye, emzirmeye devam etti. Ağlamaklı yüzle çocuk tekrar masaya döndü.
Oturdu. Umarsızca oyuncaklarıyla oynamaya başladı.
Küçümen büyüğün oyununu izlerken anne yine yok oldu. Hastaneye gitmiş. Biraz önce
getirdiği torbadaki ilaçlar bebeğin ilaçları imiş. Şimdi kendi için gitmiş. Bebek babada.
Defterime saptamalarımı yazmaya başladım. Çocuk yanıma geldi. Ben de yazacağım ama
önce fotoğraflarımı göster dedi. Olur dedim. Fotoğraflara kameradan baktık. Gülüyordu.
Mutluydu kendini gördükçe. Sonra hadi yazalım dedi. Temiz sayfa açtım. Kurşun kalemi
verdim.
- Önce adını yazalım mı?
- Sen yaz.
- Yazdım, Ufuk.
Başladı yazmaya, yuvarlak çizdi. Bu ne dedim. Önce çilek dedi. Sonra vazgeçti.
- Bu çizgi filmim; Aşklar Gülü
– Nasıl Aşklar Gülü?
– Of anlamayacak ne var? Aşk gülleri işte. Aşkın gülü işte. Sevgililerin sarı gülünü yazdım.
Öyle emin öyle netti ki sözü, bana da susmak düştü.
Sonra çöp insan çizdi. - Bu kim?
- Annem
Saçlarını, gözlerini unuttu. Demedim. Kendi gördü. - Ay! Unuttum.
Telaşla gözlerini, saçlarını da çizdi.
Ağzı unuttu Ufuk! Ağzı çizmedi Ufuk!
Bir insan daha çizdi. Gözü, ağzı, burnu, saçı hepsi yerli yerindeydi.
– Bu kim?
– O mu? O kardeşim. Ay dur ellerini unuttum.
Kol ve ellerini de çizdi.
– Kardeşimin ismini yazayım.
Zikzaklarla yazdı.
Umut.
14.03.2017 / 01.00
Bir cevap yazın