az kaldı
kıyasıya üşümemi
azgın kışların mevsiminde
seni kaybetmeme say
körlüğümü
müzmin pervaneliğime
ışığında…
hayatımın gayya kuyularına
bir kaç adım kaldı
biraz daha dayanırsam
bir kaç kulaç kaldı
bildik suların kıyısına…
senden uzaklaştıkça ufala ufala
küçülen umutlarıma
bir kaç yüz mil…
susmaktır yalnızlık
gecenin özlem pencerelerine
ölesiye bakmaktır…
beni senden ayıran
sarı bir çöl
madenin bronz saatinde…
gecenin en geç vaktinde
saçlarına yamadığım
pul pul yıldızlar bağışladın
kalayını kusmuş
yağmur bulutları
kuraklığın bakır zulümlerini temizleyen
ve tunçtan putlarını yalnızlığımın…
ekmek sıcağı gibi
erken gidişinden anlamıştım
çırpınan gözlerinde
kılıcını kuşanmış bir veda gizlediğini…
Içine masallarımı sığdırdığım
bir çocuklukta yitip gittin
öpüyorum seni adressizliğinden…
ruhumun mağara girişlerinde
örümcek ağlarından bileceksin
ıssızlığımı
yurtsuzluğumu
rüzgardaki göçebe hindibadan…
yolculuğun son durağında
musallaya yatmış ruhumun hatırına
sana karanlıktan azade
bir mevsim sunamadı güneşim
bağışla…
anızı biteviye yakılan
tarlalardan geçtim
atların yelelerini ateşe savurduğu
yalnızlığın
hephaistos volkanlarından…
lakin maraba yoksulluğu
at soluğu sıcak bir buğudur umut
içimden geçen ılık bir nehir
üstüne titrediğim
leylaklarla karanfillerin ittifakı…
düşlerimde
sonsuz gülüşlerinin resmine
uzanan bir el vardı
dayan sevdiğim
istiridyenin inciyi kusmasına
ramak kaldı…
Bir cevap yazın