Karanlığın serinliğini cilalamak isteyen küçük eller, atlastan gecenin zencefil kandillerinin yıldızlarına erişmek isterler. Onların dünyalarında piramitlerle Tac Mahal’in tepesi arasına kocaman bir salıncak kurulabilir, mutfak seramikleriyle pişti oynanabilir, buzdolabından deniz altındaki restorana çıkılabilir, masanın altından Broadway’e; Disneyland’dan renklidir. Savaş zamanında çocuklar için kocaman bir masada Churchill ve Hirohito oyuncak silahlarla oynuyorlardı ama oyuncak silahlarla oynadıklarını düşündükleri liderler de çocuktu. Burası onlar için dünyanın en barışçıl yerlerinden biri: bir mezarlık, mezarlıkta savaş olmaz, herkes barış içinde uyur; duaların ve güllerin ülkesi. Londra’da bir göçmen mahallesinde, dilleri bile aynı olmayan bu dört çocuk, savaş zamanında, yaseminli kardan kokunun, kanlı yüreklerin kokusunun gecesinde, bulundukları yerin mezarlık olduğunu unutup kollarında ülkelerinin saatleri, zamanı eritip çığlık çığlığa yağmurun altında oyun oynuyorlar. Savaş da mezarlık da onlar için bir anlam taşımıyor. Savaş belki bir kefesinde dünyayı, diğer kefesinde yıldızları tartan bir terazi.Onlar için dünya hem düz, hem de boğanın boynuzlarının üstünde; her an bir hortum, yaşadıkları yeri de silahlarla kaplayabilir. Beş yaşında olan küçük Kant, küçük Mevlana ve küçük Ezop, Türk halısının üzerinde, mezarlığın ortasında, yanıbaşında bir göl, oyun oynuyorlar.Onlar savaşı tıpkı bir boğanın gördüğü gibi görüyorlardı; kırmızıyı yeşil görür gibi, kan dökülen evleri, güçlü, birer yeşil şahit. Tarotla pişti oynayıp kuru kafa ve güneş kartını bulana ödül verecekler, bugün. Ağaçlara tırmanıp toprak çömleklerin içindeki ruhlara sarılıyorlar. Kabirler çömleklerin içinde adeta ruhları taşıyor; meleklerin kanatlarıyla örtülmüş havuzlar göğün koridorlarına açılıyor; Süreya yıldızını avuçlarına alan kanatlı kefenler,üstünde mavi ruhları, gece vakti, şahlanan kemikleri kar üstünde kızak gibi çekerek, güneşi yerlere serperek uçuyor; bu savaşta ölen herkes ışıktan şekerler yiyor. Yakasındaki safirden nazar boncuğundan Türk olduğu belli olan beş yaşındaki Ezop, buraya gelmeden önce banyo yapıp, aslında banyo yapmaktan korkuyordu, plastik ördekleri küvette yüzdürmüştü; savaşta ölen, yaşarken insanlara şifa veren amcası ise dalgalı yolları olan mavi gökyüzünde yüzüyor, bazen deniz atını seher aydınlığında yüzdürüyordu; cennetin şifa veren varisi. O gün mezarlıkta bir solucanı istemeden öldürmüşlerdi. Az çok Türkçe bilen beş yaşındaki küçük Kant, aslında yıldız olan sevgilisini de cenazeye getirecekti; gece on olduğuna göre o da gökyüzünde belirmiş olmalıydı. Doğumlarından beri tek bildikleri savaş ve cenaze olan bu çocukların babaları birbirlerine karşı savaşta savaşıyordu. Düzenlenecek cenazede mezara yerleştirmek için birkaç eşya toplamaya karar veren bu dört beş yaşındaki çocuklar, solucanı aynı bir firavun gibi eşyalarıyla birlikte, topraktan küçük bir piramitte gömeceklerdi; bir yandan da gittikleri her evde savaş meydanına çıkan anahtarı arayacaklardı. Böylece savaş meydanına sevgiyi getireceklerdi.
Derken, gecenin mavi serinliğini,yani hayali arkadaşları olan Gazali’yi, ellerinden tutup Kurban Bayramı’nda ya da Cadılar Bayramı’nda gördükleri ilk kapının, bir Türk ailesinin zilini kilise çanlarıyla çalıyorlar; onların dünyalarında uyudukları beşiklerin uçları saatlerini vantilatör gibi döndürerek zamanda yolculuk yapabilecekleri, Luther ve Şems’in kalplerinin oyun oynadıkları mezardan merdivenin henüz ölmemiş nefesleriyle bağlı oldukları, ki ikisi bence de arkadaştı, bir evrene açılıyor. Dört minarenin üstündeki masada yedikleri zeytinyağlı kanun sesi notalarıyla süslenmiş yemekleri yerken kenarları tezhipli aynaların içinden serin ezan sesinden denizlere kurbağalama atlamak, ikram edilen Türk kahvesinin içinde yüzerek kaşık kaşık yedikleri baklavalı mavi dondurmanın gökyüzünden şerbetini evdeki Türk sanatı bakırcılıkla işlenmiş saatlerin çinili mihraplarından akıtmak istiyorlar. Zengin Türk kahvaltısına şaşırıyorlar, simli ballı yıldızların üstüne koydukları kaymağın üstündeki melek, reçellerin içindeki böğürtlen tanesi nilüferlerin üstüne konup onun yüzmesini sağlıyor. Musa devrindeki sihirbazların secdeye kapanması gibi eğilen mumlar, sedeften kandillerin içinde; alevleri gerçek Mevlana’nın gül bahçesinden gelen rüzgarla dans ediyor, şömineyle aynı alevi paylaşıyor, putları yakan cehennem gibi odunları yakıyor; sandıkların içindeki kilimlerin desenleri, kuş havuzlarıyla ayna gibi denizlerden akan turkuazı paylaşan, beyaz ağaçtan kahve fincanlarının yaldızlı saplarını süslüyor. Küçük Kant da küçük Ezop da, Hıristiyan çocukları, küçük Gazali de, ki onların felsefeleriyle savaşlar bitmiştir, Türk sofrasında, savaş zamanı, sevgi içinde yemeklerini yiyorlar. Kemençe sesi kanaviçeleri işlemiş, ney sesinin saçları mürekkebe batmış, duvarlardaki hatları yazıyor, ayran bardaklarının diplerine açılan yeşil beyaz denizler Nur Dağları’nın kozasını oluşturuyor, kelebek olup çıkacak. Gazali Yasemin masalını- masallar herkesin, sahipleri yok, çocuklara ait, sevgide yıkanmış- Türk sofrasında anlatırken yağmurdan ıslanmış halılar, semazenleri baştan ayağa dokuyor, tezhiple altınlanmış yağda kültürümüzün dolmalarını mandolin seslerinin içine doldurmuş yiyen beş yaşındaki küçük Mevlana kültürümüze özgü nazar boncuklarının eriyip denizleri oluşturduğunu düşünüyor; küçük Kant’ı ve küçük Ezop’u Türk sofrasında ağırlıyoruz. Yemekten sonra, kapıya tırmanan beş yaşındaki Kant “Anahtar burada da yok” dedi, kapı aralığının en üstünden. Gökteki nura erişmeye çalışırcasına ki gerçek Mevlana’nın dediği gibi sadece kalpten gökyüzüne dokunabilirler, ellerini yukarı uzatıp dua eden evin annesi, şaşkınlıklar içinde Kant’a bakıyordu. Geçen gün salgın hastalık olduğu için kan vermişti; ışığın altında kan tüpünün içinde Şahmeran’ın, Türk mitolojisinde bir deniz kızı, yüzdüğünü anlatmıştı, parlak atışları olan kalplerden gelen kan, içinde yüzen gemilere, melekler vasıtasıyla işlerini dağıtıyordu ; hayali arkadaşları Gazali de buna şahitti. Yemekten sonra Karagöz oynatan dedesinin, perdesinin arkasında savaş meydanına giden anahtar gizlenmiş olmalıydı ya da Hacivat, çölde bir deveyle karşılaştığında, devenin deniz sularıyla dolu hörgüçlerinin içinde.
Oradan çıkıp yürüyerek ya da bir tahta oturup ışınlanıp ya da mor, simli bir geyiğin üstünde uçarak aslında askerlerin kol gezdiği cehennemden bir sokakta yürümeye başladılar. Askerlerin turladığı kıyamet yeri gibi sokaklarda kedi ve köpek mafyası yollarını kesti. Bazılarıyla aynı boyda olan üyeler olduğu için buradan dikkatli yürümelilerdi. Savaş meydanına giden anahtar, belki de kedinin elindeydi. Kediyi kim kucağına alacak, diye tutuştukları kavgada Ezop yere düştü ama hemen toparlanıp Kant’ı iten bir hamle yaparak yavru kediyi kucağına aldı. Askerlerden biri kızgın bir bakış atarken, anahtarın burada olmadığını anladılar. Göz kırpan diğer askeri görmezden gelerek koşmaya başladılar. Dedeleri Homerosların piyano sesleri sarmaşıklar gibi dolanmış evine gittiler, onlar da onları sofralarına buyur ettiler. Homeros onlara yemeklerini hazırlarken bizim dört beş yaşındaki gruptaki çocuklar savaş meydanına gitmenin yolunu araştırıyorlardı; savaş meydanlarına üç kapıdan girilir: en küçük olan üç yaşındakinin söylediğine göre biri Homeros’un bulaşıklığındaki bıçaklardan, diğeri silahların ve nedense Kant’ın annesinin söylediğine göre tokaların olduğu kutudan, diğeri de Ezop’un annesinin asla karıştırılmaması gereken omuz çantasının içinden. Onun yanındaki eve yeşil kutuları üst üste koyup en üstüne çıkarak oluşturdukları kalenin içinden geçerek ya da kapılara tırmanarak, yani Pegasusun kanatlarına tutunarak, ama gerçekte çok kötü kokan bir sokakta, askerlerin arasından, parmak uçlarının üstünde bazıları emekleyerek, bazıları ateş çıkaran atlar gibi koşarak, kemiklerin arasında, bazılarının başında sihirbazların yeşil şapkası, bazılarının başında takke, hem bayram hem savaş günü, Japonya’nın Türk matematikçisi Gündüz İkeda’nın duvarları samuray kılıçlarıyla süslü ve akvaryumunda isimleri Akrep, İkizler, Oğlak olan yıldızlar yüzen evine geldiler.
Origamiyi çubuklarla yedikleri çiğ balıklar gibi soğuturken akvaryumlara bakıp oradaki balıklar gibi yüzdüler; yüzlerini beyaz boyalara boyayıp soğuttukları renkli sayfaları Türkler gibi cam yaparken eritip ellerindeki yeşil serviden tahta oyuncakları, İranlıların tarlarının tellerine, camilerin kubbelerine eriştirdiler. Savaş, aynı tahteravalliden bir makastı, kestikleri yere silahları, ellerinin tuttukları yere sevgiyi koymayı öğrendiklerinde bitecekti, aynı tezhiplenmiş, altınlanmış güzel oyuncakların dediği gibi…
Anahtarı bulamadıklarını anlayınca, gece vakti, solucan cenazesi için, mezarlığa doğru, son gittikleri evdeki kimonoyu ve Türk ailesinin evinden aldıkları her bir kahverengi buklesi pişmiş olan çömleği de kayığa koyup kandillerin aydınlattığı gölün üzerinden geçerken üç yaşındaki üye kayıkta uzanmış, bir yandan karanlıktan korkuyor, öte yandan uyumaya çalışıyordu; zebaniler gördüğünü söylüyordu. Vardıklarında, Mevlana, oyun gereği ıssız topraklardaki gölgelerle arkadaş olmuş, kanat çırpan kuşlara savaş meydanına giden anahtarı soruyordu, sevgi getirmek için. İsmi Moryum olan balık ve Yeşilyum olan yengeç ve Homeros’un evinden aldıkları Athena heykeli ve Japon çaylarının kimono desenli fincanlarını konuşturan Ezop, yine oyun gereği, küçük solucanın sığdığı mezarı taşırken, bir yandan da babalarının savaştığı meydana gidilen anahtarın açtığı yolu sordu. Oyun gereği, Kant, Hayali arkadaşları Gazali olmuş, artık gün doğumunun parlaklığı olup yasemine bulanmış bir tahta melek gibi oturmuş, gecenin nurla yıkadığı petek balları yapan arılarla savaş meydanına giden anahtar hakkında konuşuyordu. Kant’ın konuşturduğu Yeşilyum, ona göre dağ gibi olan küçük bir tepeciğe, ya da onun gözüyle pamuktan dağa tırmanarak solucanı gömerken, bir yandan Ezop’un sesiyle Alkız ismi olan oyuncak Akkız’a, babaları Japon harfleri işlemeli, yıldızların üstüne ayna gibi yansıdığı, yeşil sihirbaz şapkası takmış yeşil çay fincanına babalarının savaşta yaralanıp yaralanmadığını soruyordu.
Yine kayıkla evlerine dönerken, babaları birbirleriyle savaş meydanında savaşan bu çocuklar, üstündeki örtünün altından pamuk şeker gibi bulutların kapladığı, kayıkların çalkalanan göğün maviliklerinde yüzdüğü bir dünyaya erişeceğini düşünüyordu. Mevlana, savaş meydanına giden anahtarı bulamadıklarını söyledi; sabah parlaklığında savaş meydanına inip savaşı sevgiyle durdurmak istiyorlardı. Mezarlığa gelmişlerdi; burası öyle özel bir yerdi ki onlar için, öyle efsunlu, öyle büyüleyiciydi ki; kabirlerden fırlatılıp denizlerde serinleyen kalplerin defterleri, belki önce lavlara, sonra onu söndüren yeşile karışıyor, Hıristiyan ve Müslüman çocuklar el ele giderken, insanların yapraklarını savurup köklerini kesen rüzgar, ölen yakınlarını çamurdan kuşlara üfleyen Allah’ın yanına ulaştırıyordu. Kant, “Pusulanın gösterdiği üzere, balık yönünün zıttına, sülün yönüne ilerliyoruz. ” dedi. Denizden sütunları olan kalplerin üstünde yükselmiş kayık, onların ırmaktan köşkü, nurların üst üste yığıldığı, köpüğü üstünde zümrüdü yararak giderken babalarının birbirlerine karşı savaştığını unutmuşlardı. Savaşa sevgi getirmek için savaş meydanına giden anahtar, denizin dibinde bir yerde, sırtından kabuğunu atmış kaplumbağa kraliçesinin, mezarlık olduğu için, başı hareli, pul örtülerle üstü örtülmüş mor balıklara saklamalarını emrettiği bir yerdeydi. Kant’ın yıldızdan sevgilisi yine göklerde, sabah ezanında öten, kayıklarına koşulan ibikleri altında balıkların arkadaşıydı. Gece ile gündüzün yumurta misali iç içe geçmesi gibi denizin ortasındaki bu kabirlerden ada, babalarının savaşmasının tuzlu üzüntüsüyle savaş meydanına inememenin acısını bir demetin içinde taşıyordu, beş yaşındaki Mevlana’ya göre kabirlerin üstündeki toprak yol yol olup gökyüzüne gidiyordu.
Bir cevap yazın