Emirali doğma büyüme Üsküplü bir göçmen çocuğuydu. Ailesinin küçük oğluydu. Ağabeyleri gayet baskın karakterliydi. Emirali ise daha duygusal, içli, merhametli ve sevgi dolu bir çocuktu.
Ailesinin tüm üyeleri gibi ticaretle uğraşıyordu. Ama, daha çok yorgan dikip, satmayı seviyordu. Bir ağabeyi din ilimleri tahsili yapmış ve devlet dairesinde çalışmaya başlamıştı. Bir diğeri ise toptan ticaret ile ilgileniyordu ve Emirali’nin yaptığı işleri küçümsüyordu.
İkinci Dünya Savaşı kapıya dayandığında Emirali artık aile sahibi ve üç çocuğunu tehlikelerden korumak zorunda olan bir babaydı.
En büyük kızı Hamiyet, hem fiziken güçlü, hem de çok fedakar ve çalışkan olduğu için annesinin baş yardımcısı idi. Ama, genç yaşta evlenince annesinin yükü tekrar artmıştı.
Büyük oğlu Cabbar, adı gibi girişken, yakışıklı ve tuttuğunu koparan bir delikanlı olmuştu. Babasına yardımın yanı sıra, bazen ürünleri diğer şehirlere de götürüp, satıyordu. Sanki ticaret için doğmuş bir çocuktu.
Küçük kızı Hediye ise narin yapılı, ablasının aksine gayet zarif fiziki hatlara sahip, duygusal, romantik ve kalbi iyilikle dolu bir genç kızdı. Annesinin yeni yardımcısı o olmuş, ablasının boşluğunu hemen doldurmuştu. Bu durumdan hiç gocunmamıştı.
Savaş sırasında sık sık sığınağa inip, çıkıyorlar ve korkuyorlardı. Hediye ise en çok hamile olan ablası Hamiyet’in bebeğine bir şey olmasından endişe ediyordu. Neyse ki yeğeni sağ salim dünyaya merhaba demeyi başarmıştı kısa süre sonra.
Emirali, savaşın bitmesini fırsat bilip, İstanbul’daki akrabaları ile mektuplaşarak memleketi Türkiye’ye dönmeye karar vermişti. Çocuklarını savaş sonrası Komünist Yugoslavya’nın sosyal atmosferinde yetiştirmek istemiyordu. Çocuklarını, Türkiye’deki akrabalarından duyduğu ve yerel gazetelerden de takip ettiği kadarıyla Cumhuriyet Türkiye’sinde büyütmek idealindeydi.
Tren vagonlarının havasız, susuz ve çok az yiyecek bulunan ortamında birkaç haftalık gayet meşakkatli ve eziyetli ortamında gerçekleşen seyahat sonrasında, nihayet Türkiye sınırına geldiklerini gümrük kapısında dalgalanan ay yıldızlı bayrağı görünce anlamışlar ve vagondaki herkes göz yaşlarını tutamaz hale gelmişti. Artık eziyetin bittiği ve yeni bir hayatın başladığı noktadaydılar.
Emirali, yeni hayatın zorluklarını tahmin ediyordu. İstanbul’daki akrabaların yanındaki iki aylık zorunlu misafirlik dönemi akabinde çocuklarını da alıp, Bursa’ya yerleşmişti. Kapalıçarşı’nın alt kısmında kirası nispeten ucuz olan dükkanların bulunduğu Yorgancılar Çarşısı’nda kendisine ufak bir dükkan bulmayı başarmış, hesaplı bir kira bedeli karşılığında mal sahibi ile anlaşmıştı. Çarşıya uzak olmayan fakir insanların yaşadığı ve daha çok göçmenlerden oluşan bir mahallede temiz ve nispeten bakımlı bir ev bulmayı da becermişti.
Kısa sürede el marifeti ve hızlı bir şekilde diktiği yorganlar, yerel halk tarafından beğenilmeye başlamış ve yoğun sipariş alır hale gelmişti. Kısa sürede ailesinin yaşamını en azından normal koşullara döndürmeyi başarmıştı.
Oğlu Cabbar, aradan geçen zaman içinde Emirali’nin ona olan güvenini boşa çıkarmamış ve erkek kardeşi Mehmet ile birlikte dükkanda yorgan dışında çeyiz eşyaları da satmaya başlamış ve durumları epey düzelmişti. Emirali artık dükkana sadece sabahları uğruyor, sonrasında işleri oğulları yürütüyordu.
Cabbar, babası kardeşi ve kendi ailesi için yeni yapılan ve Çarşı’ya yakın yüksek katlı bir apartmanın en üst katındaki üç daireyi satın almayı başarmıştı. Böylece, anne babasını akşam evine geçmeden önce görme imkanı olmuş, varsa isteklerini ve ihtiyaçlarını öğrenip, gönüllerini alabildiği için çok mutlu olmuştu.
Emirali, işlerin yoluna girmesi akabinde bazen karısı Dürdane ile beraber yemekler yapıyor, çocuk ve torunlarına ziyafet sofraları sunuyor, bazen de eskilerden yad ediyor ve hoş muhabbetlerini perçinliyordu. Emirali’nin elbasan tavası ve Dürdane’nin vezir parmağı aile içinde ve apartman komşularının dilinde efsane haline gelmişti bile.
Ara sıra küçük kızı ile evli olan damadı gençliğin verdiği acemilikle “kabak” çıkan kocaman karpuzlar getirmeyi ihmal etmiyordu. Emirali damadına takılıp, “Evladım boşuna zahmet etme. Hem bu kadar büyük karpuzu taşıması da zor. Biz de atarken zorlanıyoruz”. demişti. Ama damadının bu ince jestini de için için takdir etmiyor değildi. Kızının yüzünü güldüren bu dürüst ve çalışkan çocuğu ilk anda gözü tutmuştu zaten. O da Emirali’yi oğlu Cabbar gibi hiç yanıltmadı ve güvenini hak ettiğini hep gösterdi. Kızına iyi bir koca olmasının yanı sıra, torunlarına da harika bir baba olmuştu. Emirali ondan yana şanslı hissediyordu kendisini.
Bir gün sekizinci kattaki evlerinin salon camının dışındaki beyaz mermerden yapılmış pervazında bir kumru gördü Emirali. Derken kumruların âdeti olduğu üzere hemen eşi de geldi yanına. Günlerce onları keyifle seyrettiler eşiyle. Ürkütmemek için o tarafın perdesini bile kıpırdatmadılar.
Bir süre sonra iki kumru yuvalarını oraya kurmaya karar vermiş olacaklar ki, uzun süre çalı ve çırpı taşıdılar ve sonunda yuvanın güvenli ve huzurlu olduğuna inandılar. Birkaç gün sonra dişi kumru yumurtalarının üzerinden kalkmaz oldu ve eşi sürekli yiyecek bir şeyler bulmak için gidip, gelmeye başladı.
Yumurtalardan çıkan yavrular da uzun süre anne ve babalarının koruması altında yuvada kaldılar. Sonra bir gün yavrularını da alıp, Emirali ve eşine sezdirmeden ve sanki onları üzmek istemezcesine, vedalardan hoşlanmayan insanların ruh haline bürünüp, başka diyarlara uçup gittiler kanat çırparak.
Emirali, kumruları izlerken hep kendini ve eşi Dürdane’yi düşünüp, kumrular da bu evdeki diğer çift kumruların da mutluluk ve huzurunu hissedip, başka yuvalara da huzur ve mutluluk aşılamaya mı gittiler acaba diye düşünmüştü. Emirali’ye göre bu evde iki çift kumru vardı. İçinde veya dışında yaşamaları durumu değiştirmiyordu ona göre.
Emirali, hayatı boyunca tek kötü alışkanlığı olan sigaranın kurbanı olmuş, akciğer kanserine yakalanmıştı. O zamanlar bu hastalık fazla detaylı bilinmiyor ve çok da fazla tedavi imkanı olmuyordu. Ama, oğlu Cabbar babasını çok seviyordu. Türkiye’deki en iyi hastanenin kanser ameliyatları konusunda en tecrübeli cerrahından randevu almıştı. Doktor bazı tetkikler yaptırmış, ertesi gün sonuçları alarak kendisine gelmelerini istemişti. Ertesi gün doktor odasında durumu şöyle özetlemişti. “Hastalığınız kritik bir noktada. Eğer hızlıca karar verip, birkaç gün içinde ameliyat olursanız yaşama şansınız olabilir. Aksi takdirde, gecikip bir süre sonra eğer ameliyat olmak isterseniz, hastalık yayılacağından artık ameliyatla da kurtulma imkanı olmaz maalesef. Ama tabii yaşınız var ve her ameliyatın da riskleri var. Karar ve hayat sizin.” demişti.
Emirali oğluyla uzun uzun konuşmuş, ama ameliyattan açıkçası korkmuştu. “Ömrüm ne kadarsa o kadar yaşarım. Yok yere ameliyat riski almak istemiyorum” diye diretmişti. Cabbar da babasını ikna edememenin hüznü ile Bursa’ya dönmüştü. Babası ondan söz ve hatta yemin isteyerek bu hastalığı aile içinde duyurmamasını istemişti.
Bir süre sonra Cabbar dayanamayıp, kardeşleri ile durumu paylaştığında maalesef epey zaman geçmiş ve hastalık artık çok ilerlemişti. Kardeşlerinin baskısı ile İstanbul’daki doktora tekrar, bu sefer tüm aile olarak gitmişler, ama doktor testlerin sonucunda, “Maalesef o gün ameliyat olsaydı belki şansı olurdu ama artık benim yapabileceğim bir şey kalmamış. Ama, Allahtan ümit kesilmez tabii” demişti. Çıkışta oğluna “En azından son döneminde sizlerin yanında mutlu ve huzurlu yaşasın, hastanede yapılacak çok fazla bir şey yok. Evde kalsın” demek zorunda kalmıştı.
Emirali, orta boylu, zayıfça ama dinç bir insandı. Gençliği ve yaşlılığı arasında fazla büyük bir kilo değişimi yaşamamıştı. Hastalığın ilerleyen evresinde çok fazla zayıflayınca, Emirali kaçınılmaz sonu hissetmişti. Ama talep onlardan gelince de yine de gitmişti. Bunu kaderin bir cilvesi olarak görmeyi tercih etti.
Son dönemini oğlunun yazlığında geçirmiş, kızları da onu orada ziyaret ederek, sevdiği yemekleri yaparak, kendilerince yaşama umudunu arttırmaya çalışmışlardı.
Kış başında iyice ağırlaşınca evine geri dönmüştü. Ama, artık neredeyse kan kusar hale gelmişti. Ama, o tüm acı ve ağrılarına rağmen hiç isyan etmiyordu.
Bir gün Dürdane Emirali’nin yanına gelip, kumrular geri gelmiş, yavrularını getirmemişler ama dedi.
Emirali de eşine “Üzülme ama sana bir şey söyleyeceğim. Kumrular diğer kumrulara veda etmeye geldiler bence. Kumrular eşlerinden ayrı yaşayamazlar ve bunun ne kadar zor olduğunu bilirler. Ben ölürsem seni teselli etmek için geldiler. Onlara bizim yarım asırlık aşkımızı düşünerek çok itina ile bak ve gönüllerini hoş tut olur mu gözümün nuru” demişti.
Emirali, birkaç gün sonra hayattan huzurlu ve mutlu bir şekilde ayrılmıştı. Onun için keşke’ler yoktu. Her şeyin hayırlısı vardı sadece. Teslim olan insanın huzuru ile göçüp, gitmişti.
Eşi Dürdane ondan sonra uzun bir süre daha yaşadı. Ama, bir daha yüzü hiç onunla olduğu günlerdeki gibi gülmedi. Yemeklerini bir daha hiç o kadar neşe ve keyifle yapamadı. Yemeklerinin lezzeti hiç onunla olduğu zamanki gibi gelmedi ne ona ne sevdiklerine. Sanki Dürdane’nin yaşamının ışığı ve soluğu da o gün solmuştu.
İnsanlar, kumrulardan farklı olarak tek başlarına da uzun süre yaşayabiliyordu belki ama hayat hiçbir zaman artık eskisi gibi olamayacaktı.
O gün o evden seven bir kumru gidince artık o evin neşesi, keyfi ve yaşam sevinci bir daha geri gelmemek üzere gitmişti sanki. Dürdane de artık o evde de oturamamış ve oğlunun yanına taşınmayı tercih etmişti.
O güzel çifte kumrular, seneler sonra Dürdane’nin ölümüyle belki ebediyette buluşmuşlardır da biz görememişizdir.
“Kumrular asla eş değiştirmezler” lafı yine doğrulanmıştı sanki.
Kimbilir…
Bir cevap yazın