Diğer insanların arasında aykırı duruşu ve sivri dile ile göze çarpıyordu Zeynep. Beyaz dolu kısacık saçları, iri ela gözleri vardı, bakışları kifayetsizdi. Hatta o kadar beyazdı ki saçları, saçlarının arasında bir iki tel siyaha benzer bir renk vardı sadece. Ufacık tefecik, elleri kınalı, yüreği yaralı bir kadın. Yaşadığı kasabanın sevgilisi. Kasabanın tatlı, sevimli, huysuz mu huysuz ihtiyarı, şirin delisi.
Küfürler ediyordu, gelene gidene, yoldan geçene, elini öpmek için yanına gelenlere, gelmeyenlere, kardeşlerine, akrabalarına; kendisini avuttuğu kendisinden tüm gidenlere, yanında kaldığı kardeşine de ona bakan kardeşinin karısına da herkese küfür ediyordu. Ettiği küfürler aslında hayata karşı kendisinden çalınan bir ömre karşılıktı belki de, kendi kaderinden intikam alma sözleriydi. İlk bakışta size sıradan gelen bu kadının 85 yıldır çektiği dünyanın kahrı ve bir sevda hikâyesiydi onun aklını oynatmasına sebep olan.
Gençlik yıllarında sevdalanmıştı Resul’e. Çocuk yaşlardaydı henüz ve köyünde ki yaşıtları gibi o da dağlara pancar toplamaya gitmişti. Orada görmüştü Resulü ve sevdalanmışlardı birbirlerine. O kadar çok sevmişti ki Zeynep, gün gelecek aklını yitirecek bir kara sevdaya düşecekti. Kimse bilemezdi, öngöremezdi olacakları ama tüm yaşanmışlıklarla beraber başlarına gelecek felaketten habersiz sevmişti Zeynep Resulünü. Üvey annesi İbiş kızı lakabıyla anılan kadın Zeynep’i hiç sevmiyordu. Annesi Dobey onu ve babasını bırakıp kaçınca babası da çok sürmeden başka bir kadınla yani İbiş Kızı ile evlenmişti. Bu kadın Zeynep’i hiç sevememişti. İbiş kızı bir gün yine öfkesine yenik düşüp, Zeynep’i ahıra kapatmış, nedendir bilinmez kendince bir cezaya mahkûm etmişti. Karanlıkta kalan Zeynep belki korkudan belki yalnızlıktan belki de Resul’e verdiği bir söz vardı ya bilinmez, o ahırdan çıkabilseydi belki de onunla buluşacaktı. Gidemeyince oradan çıkabilmek için her şeyi yapan çaresiz kalan genç kız belki de dikkat çekmek ve oradan çıkmak için belki de çok kızdığı üvey annesinden intikam almak için, üstünü başını parçalamış, koyunların dillerini koparmıştı. Bunu gören İbiş Kızı Zeynep’in simsiyah upuzun belik örgülü saçlarını koparacak, onu korkunç bir öfke ile dövecek ve farkında olmadan ömür boyu yalnızlığa mahkûm edecekti Zeynep’i.
Zeynep’in o gün çektiği acılardan, ettiği beddualar gün gelecek tutacaktı üvey annesinin üzerinde örneğin “senin de ciğerin yansın” söylemleri İbiş kızının gencecik yaşta bir oğlunu kaybetmesine neden olacak, Zeynep ‘de bir kardeşini kaybedecekti. Zeynep, belki de çektiği vicdan azabından sonra, o günden sonra hayvanlara aşırı değer verecekti. Ve çocuklar, Zeynep’in hiçbir zaman dünyaya getiremeyeceği çocukları daha çok sevecekti. İnsanlardan daha çok onları sevecekti. Kapatacaktı kendini insanlara. Hatta kendisine bir taş bebek yapacak, ona ninniler söyleyecek, insanı ağlatan türküler yakacaktı. Yanına hiç kimseyi yaklaştırmayacaktı. Onun oturduğu evin önünde ki yoldan tesadüfen geçeni bile taşlayacaktı. Sonra yine hiçbir zaman üzerine kıyafet giymeyecek, giydirildikten bir süre sonra yine köyün orta yerinde soyunmaya başlayacak, çırılçıplak gezecekti. Ona ağır gelen kıyafetlerinden de kurtaracaktı kendini. Kasaba halkı biliyordu görüyordu ve kimse aldırmıyordu Zeynep’in küfürlerine. Herkes bilirdi Zeynep herkese küfür ederdi. Yaşlandıktan sonra artık soyunmayı bırakmıştı; ama küfürlere yine aynı hızla devam ediyordu.
Onunla buluşunca kahvelerimizi yudumlarken çoğu soruma cevap vermedi. Bazen söylemleri mi komik buldu sınırsızca kahkaha attı, bazen gözleri doldu uzaklara baktı, bazen de küfürler etti. Ama hep bahsettiği hayali arkadaşı pörtlek kızı saatlerce anlattı. Belki de onu bu hayatta tek terk etmeyen kişi oydu. Bütün iyi ve güzel şeyleri Zeynep yapıyordu, kötü şeyleri pörtlek kız yapıyordu. Korkularını, kaygılarını, yalnızlığını, öfkesinin sebebini böyle tanımlıyordu. Ödüllendirilmek istiyordu belki de kendince. Güzel olan şeyleri “ ben yaptım” diyerek. Hayatı boyunca belki de hiç ödüllendirilmeyen bu kadın bu küçük başarılarla mutlu oluyordu. Onu görünce içimden “Zeynep bu güzellik var mı soyunda” isimli türküyü mırıldanmak geçti. Ama onun yerine kendisi bana bir türkü söyledi.” Mavilim mavişelim, tenhada buluşalım” diye. İlginç olan yanı tek başına söylemek istememesiydi. Yanında biri söylerse türküye sadece eşlik ediyordu. Yanında ki susunca o da susuyordu. Ona daha önce kendisine ait olan bir video izlettiğimizde de kuvvetlice bir kahkaha attı. Artık meşhur oldun Zeynep Hala bak televizyona çıktın deyince sustu, dakikalarca sustu. Ben meşhur olmak istemiyorum, dedi. Uzun bir süre kimse konuşturamadı, sonra köpeği boncuk havlayınca birden korku ile bağırdı: ”İt ürüyor bir adam geliyor “dedi. Endişeyle baktı etrafına. Gelen adam da köyün ahraz olan bir adamıydı. Onu görünce sebepsiz bir huzur çöktü üstüne ve o geçen benim amcam dediğimde yine gülme tuttu Zeynep’i. Nereden senin amcan oluyor o Kara Firezin oğlu dedi evet işte o da benim babaannem dedim. Birden hatırladı babaannemi ve onun güzelliğini anlatmaya başladı, öldü dediler ona diye hüzünlendi. Aslında hiçbir şeyi hatırlamıyor diyen bu kadın eski komşusunu ve dillere destan bir güzelliği olan Kara Firez’i (babaannemi) hatırladı ve beni ve saçlarımı çok sevdi. Kim bilir belki de beni benzetmişti babaanneme. Sonra eski komşularını anlattı bir bir. Belli ki özlüyordu eski mahallesini orada yaşayanları da anılarını da. Bu dünyadan göç edenlere de küfür ediyordu. Belki de kızıyordu o gidenlere de. Güneş gözlüğümü istedi verdim taktı öyle de güzel yakıştı ki bu deli diye adlandırılan anlatılanlara uymayan bu yaşlı kadının şirinliğine.
Ona okula gittin mi hiç diye sordum babasının kâğıt oynamaya gittiğini ve onu okula göndermediğini söyledi. Okula gitseydim öğretmen olurdum. Ama öğretmen beni sevmezdi dedi; çünkü pörtlek kız onu dinlemiyor, duvara çizikler çiziyordu dedi yine. Peki ya çocuğun olsun ister miydin? Yine gözleri doldu duymamışlığa getirdi beni ne ister miydim diye tekrar aynı soruyu sormamı sağladı. Cevap vermedi. Belki de o an aklına yine Resul gelmişti. Sevdiği adam. Kavuşamadığı tek ve gerçek aşkı. Çocuğun olsaydı adını ne koyardın dedim: “Hiçbir şey “koymazdım dedi.
Yine bir gün hastalanmış Zeynep. Hastaneye yatırmışlardı. Ama ne doktorları ne hemşireleri yanına yaklaştırmıyordu bile. Doktorlar ve hemşirelerde yanına ancak yeğenlerinin isimlerini söyleyerek kendilerinin aslında Ali ve Güler olduğunu söylediklerinde yanına yaklaşmasına izin veriyordu. Ancak öyle tedavi edebiliyordu doktorlar ve hemşireler onu.
Yine yakınlarından öğrendiğim bir bilgiydi. Resul yıllar sonra gelince Zeynep’in yanına ona tek sorduğu soru şu olmuş: “Bunca zamandır neredeydin Resul? “ Resul gelmişti gelmesine; ama çoktan Zeynep’i unutmuş başkasıyla evlenmiş, çocukları olmuştu. Üstelik Zeynep ‘in yanına karısıyla gelmişti. Zeynep yine küfürler savurmuş ona da karısına da, herkese belki de boşa geçip giden yıllarına küfürler ediyordu. Üzülmüştüm bu yaşlı kadına. Boşa harcanmış bir ömür, bembeyaz saçlarının arasında kaybolup gitmişti. Bir sevda hikâyesiydi onu bu hale getiren, çektiği acıların toplamından yüzüne yansıyan, alnının çizgilerine karışmış bir hüzün ve ellerinde kına ile hala sevdiği adamı bekleyen bir kadın vardı Zeynep.
Koskoca bir ömre sığmayan bir insanın gerçek hikâyesiydi anlattığım. Anadolu da gizli kalan insanlardan bir tanesiydi Zeynep. Ve hikâyesi sıkıştırılmış bir zamanda öyküye dönüşüyordu benim kelimelerimle. Bu tatlı kadın seçtiği hayattan pişman mıydı bilinmez diye düşünürken yanından ayrılma vaktim gelince ellerini öptüm bu yaşlı kadının, saçlarını sevdim. Yine geleceğim dedim. Gelirken kına getir bana dedi. Tamam getireceğim dedim. Çoğu sorularıma cevap vermeyen bu kadınla bir daha buluşmak üzere ayrıldım yanından. Arabama bindim o el salladı ardımdan. Belki de el sallayarak geçip giden yıllar ile vedalaşıyordur diye düşünerek hızla uzaklaştım oradan.
22 Ağustos 2014 Bahadın Kasabası