Bilinmez bir yerdesin. Dört duvar arasında kalmışsın. Ne gökyüzünü görebiliyorsun, ne de dışarıda süren hayatın coşkun seslerini dinleyebiliyorsun. Kendi başına ve yalnızca kendi sesinin dinleyicisin. Zihnin durmadan çalışıyor. Hatıralar, puslu bir havanın ardında görünen parlak bir ışık gibi gönenç ile dolduruyor çorak yüreğini. Sevdiğin kadınları düşünüyorsun. Her birisi için yaptıklarını, söylediklerini, yazdıklarını anımsıyorsun. Ne çok sevmiştin, fakat aynı biçimde karşılık görebilmiş miydin? Bu soruya bir cevap vermek içinden gelmiyor; aşk, bir kumar değildir zaten. İlle de karşılık görmek adına bir yürek aşk için atmamalı. Menfaatten uzak bir anlayış ancak hürmet edebilir sevdanın engin dehlizine.
İnsan her şeye alışıyor da yalnızlığa bir türlü akıl sır erdiremiyor. Suskunsun, oysa bir zamanlar böylesi yalnızlık anlarında türküler söyler, şiirler okurdun taş duvarlara. Şimdi ne değişti de böyle sessiz, böyle içine atar oldun? İnsanlara mı küstün, yoksa duvarların artık seni bir daha dinlemez olduğuna mı kanaat getirdin? Ellerin avuçlarında, dayamışsın sırtını duvara ve gözlerin sanki gökyüzünün o sonsuz âlemine dalmış gibi ufukta, ne düşünürsün, neler geçip gider aklından? Özgürlüğün mü? İnsanın, kelepçesiz ve prangasız dışarıda umarsızca hayat sürdürmesi özgür olmaları için gerçekten yeterli midir? Peki, akla ve yüreğe merhametsizce vurulan o prangalara ne demeli? İnsan, kafası ile dört duvar arasında yaşarken, ellerinde ve ayaklarında prangalar olmadan yaşaması sence bir acziyetin trajedisi değil midir? Elleri yüreklerinde olmadan dolaşan insanlar sence ne kadar özgürdürler?
Bunları düşünmek mühim, ama o an nedense canını sıkıyor. Aileni özlüyorsun, sevdiklerini, dostlarını, içtiğin kahveyi, okuduğun kitapları, selam verdiğin komşularını, keyfettiğin balkonunu, dalıp gittiğin gökyüzünü, yürüdüğün sokakları, her defasında takılıp düşme tehlikesi geçirdiğin bozulmuş kaldırım taşlarını, arabaların insanı çıldırtan korna seslerini, kalabalıkların anlamsız uğultularını, belki de bir yerden bir yere gitmekteki amaçsızlığını; insan bir şeyler özlemeye karar verdiğinde mutlaka buna geçer sebep mazeretler üretebiliyor. İnsan ne de olsa duygusal bir varlıktır ve bir o kadar da vahşi…
Dört duvar arasındasın. Ne bir ses, ne bir kıpırtı, ne bir canlılık…
Ve derken sana taraf yürüyen ufacık bir karaltı görüyorsun. Belki de bu bir halüsinasyon. Ama bunu umursamadan, tüm dikkatini minik adımları ile yamacına yaklaşan canlıya dikiyorsun. Bunun bir hamamböceği olduğu aşikâr. Evde olsa ondan iğrenir, hatta onu öldürmek için kafanda sinsi planlar bile kurabilirdin. Oysa şimdi uzun yıllardır görmediğin bir dostu karşında görmek kadar şaşkın ve de mutlusun. Bir böcek ile dostluk kurabileceğini kim derdi de sen de buna inanırdın!
Tiksinmeden elini ona uzatıyorsun. Düşmemesi için elini düz tutup, gözlerine yaklaştırıyorsun. O da duruyor ve sana korkmadan bakıyor. Haftalarca süren sessizliğini işte bu ufacık dostun bozuyor. Ona, ‘ hoş geldin ’ diyorsun. Koskocaman, sımsıcak ve sevgi dolu bir ‘hoş geldin’.
Beynin mutluluk hormonu salgılıyor. Yüreğin artık çorak bir arazi değil. Bir dostun var, seni dinleyecek ve canlılık gösterecek bir dostun. Demek ki yalnız değilsin, demek ki seni de dinleyen ve yalnızlığını paylaşan bu dünyada bir dostun var. Ne mutlu böyle olanlara!
30 Mayıs 2017 / İstanbul
Erhan Sezer
Bir cevap yazın