“Yeni başlayanlar için neler önerirsiniz?” diye sordu sunucu karşısında oturan konuğuna. Konuk sandalyesinde bir iki hareketlendi, poposunun altına sıkışmış ceketini düzeltti, otuz iki dişi ön planda sırıtarak, “aslında kesin bir yol yok ne yazık ki, şunu yapın bunu yapmayın diye, anlayacağız bir el kitabı yok” diye cevap verdi, içinden oraya geldiği için küfürler ediyordu. Programa bir saat geç başlamaları yetmiyormuş gibi bir de üstüne üstlük saçma sorular soruyorlardı. Sunucu lafa girmek üzereyken “yani demek istediğim şu ki, ne olursa olsun inansınlar, inanmak çok önemli.” Böyle soruya böyle cevap diye geçirdi içinden, sunucu kızın göğüs dekoltesini kıza çaktırmadan süzerken. “Tabi, en önemlisi de bu zaten, insanın kendine inanması” dedi sunucu kız yapay bir şekilde sırıtarak ve “şimdi kısa bir reklam aramız var, sonra kaldığımız yerden devam edeceğiz” diye ekledi. Ara verilince biraz rahatlar gibi oldu ama aradan sonra sorulacak saçma soruları hatırlayıp kendi kendine bir küfür daha etti, nerden gelmişti şu salak programa, insanın ününü kaybetmesi ne fena şeydi. Program bitince arkadaşları arayacaktı onu, “beğendik, beğenmedik, biraz kilo almışsın, saçlar dökülmüş, maskara oldun” tonlarca şey diyeceklerdi. Olsun varsın desinler dedi bir an için kendine sonra o bir an gitti, o da kendine inanmadı. Aslında son yazdığı roman hiç de fena sayılmazdı, bir öncekinden daha iyi değildi ama ikinci kitabından daha iyiydi. Ama aslında hiç biri ilk kitabı kadar iyi değildi. Bunu o da biliyordu, yıllar geçtikçe ve o yeni şeyler yazdıkça yazdıkları ister istemez kendini tekrarlıyordu. Bir ara televizyon programı yaptı, bir dizide konuk oyuncu olarak oynadı, bir film senaryosu yazdı hatta. Ama hiç biri ilk kitabında olduğu gibi büyük bir ses getirmedi. Şans bir kere gülmüştü ona, iyi de gülmüştü ama son yıllarda gençler çıkıyordu ortaya, yeniydiler, gençtiler, yeni şeyler yazıyorlardı, yeni şeyler söylüyorlardı, daha cesurdular. “Kurt kocayınca koyunların maskarası olurmuş” dedi ağzının içinde geveleyerek, sunucu kız “efendim bana mı dediniz? Biraz sonra başlıyoruz aramız bitmek üzere” dedi. “Yok, size demedim, kendi kendime kaç dakika kaldığını hesaplıyordum” dedi. “Az daha yakalanıyorduk, ne gerek var böyle saçma sapan konuşmaya, kırk yılda bir çağrılmışsın programa, iyi kullan” dedi içinden bir ses. “Biraz daha doğru düzgün cevaplar ver şu sorulara ayrıca, yaşıtlarından örnek al biraz, biz seni oraya âlemin maskarası olasın diye çıkarmadık” dedi bir ikinci ses. “Şu üstünü başını da düzelt ayrıca” dedi bir üçüncü ses. Ne olup bittiğini anlamadan stüdyo şefinin hazır sesi duyuldu. Az önceki yerini aldı, şef beşten geriye sayarken tek tük kalmış saçını düzeltti, boğazını temizledi.
Genç sunucu “evet güzel sohbetimize devam ediyoruz, bize biraz şu an çalıştığınız yeni projenizden bahsedebilir misiniz?” diye sordu. Yeni proje mi? Yeni bir projesi mi vardı onun bilmediği, tam yeni bir projem yok demek üzereyken, birinci ses “sizin de bildiğiniz gibi böyle şeyler söylenmez ama tek diyebileceğim çok ses getirecek bir proje olduğu.” Az önce ağzından çıkana kendisi bile inanmamıştı, karşısındakiler nasıl inanacaktı. “Biraz daha açsak, okurlar merak ediyor biliyorsunuz” diye üsteledi sunucu. Laf ağzından çıkmıştı bir kere, devam etmesi gerekiyordu, “bir aşk romanı olduğunu söyleyebilirim” dedi. “hayli ses getireceğe benziyor, aşk romanları yazmadığınızı biliyoruz, yazın hayatınıza bir aşk romanı ile devam edeceksiniz yani” dedi sunucu. “Evet, bir aşk romanı, yasak bir aşkı anlatan bir roman, daha önce yazdıklarımın hiç birine benzemiyor, çok yeni, çok farklı”. “Aferin, iyi gidiyorsun, iddialı olduğunu da söyle” dedi birinci ses. “Daha fazlasını anlatamam, ancak bu kadar söyleyebilirim”. “Bu kadarı bile güzel, merak içinde bekliyoruz, programımızı her zaman yaptığımız mini Proust anketi ile bitireceğiz, evet hazırsanız sorulara başlıyorum” dedi genç sunucu ve konuğunun hazırım cevabını beklemeden sormaya başladı. “Sizi en çok üzecek olay?” “Kedimin kaybolması” sunucu aldığı cevap karşısında dudağını büktü ve sormaya devam etti. “Kedinin kaybolması mı? Senin kedin bile yok, biraz ufak at” dedi ikinci ses, “boş ver boş ver devam etsin, merak uyandırıyor, zırvalıyor ama iyi gidiyor” dedi üçüncüsü. “Hiç de zırvalamıyorum, ne sorulursa cevap veriyorum, tamam Proust anketi güzeldir, daha önce bir kere daha yaptım ama o zaman gençtim” ne olup bittiğini anlamayan sunucu, “E pardon anlamadım, zırvalamak derken neyi kastettiniz acaba?” diye sordu afallamış biçimde. “Lanet olsun” dedi birinci ses. “Yok, yok pardon, ben bazen sesli düşünürüm de.” Allah’tan program bitmek üzereydi ve anket yapılıyordu da, kimse fark etmemişti. Bugün ben de bir gariplik var diye düşündü, sunucu “haftaya aynı saatte, yeni bir konukla beraber oluncaya kadar hoşça kalın” derken. En nihayetinde program bitmişti, saçmalamasına ramak kalmıştı diye düşünürken, çoktan saçmaladığını fark etti. Yeni bir roman yazdığını söylemişti ama ortada yeni bir şey yoktu. Hem de aşk romanı yazıyordu. Daha önce hiç yazmadığı bir şeydi çünkü hiç başlamamıştı. Hatta yazdığını söyleyinceye kadar bundan haberi yoktu. Genç sunucuya teşekkür ettikten sonra stüdyodan ayrıldı, yolda giderken cep telefonunu açtı. 2 yeni mesaj, 3 arayan. Mesajlardan biri, programı beğendiğini yeni romanı dört gözle beklediğini söyleyen eski bir arkadaşından gelmişti. Arayanları geri aramak istemedi. Sosisli satan büfeye girdi, bir sosisli yedi, sigara aldı. Düşüne düşüne yürümeye devam etti.
Hayat çok çabuk geçiyordu, eski şöhretini düşündü, sonra yaşıtlarını, son yazdığı romanı. Ayakları onu eve götürmüştü çoktan. Televizyonun karşısında oturdu bir süre. Yazdığı ama aslında yazmadığı aşk romanını düşündü. Bir yerlerden başlaması gerekiyordu, bu iş böyle olmaz dedi kalktı gitti defterini aldı, aklına gelen ilk cümleyi yazdı.
“Aşk bir sudur, iç iç kudur”
Bu muydu yani inanılmaz ses getirecek romanın ilk cümlesi? “çok yaratıcı” dedi birinci ses, “biraz abartılı ama fena da sayılmaz” dedi ikincisi, “abartılı değil de arabesk desek” dedi üçüncü ses. Yok, saçmalıyorum dedi kendi kendine. Aşk bir sudur, iç iç kudur da ne demek, olur muydu öyle şey canım, çok ses getirecek demişti, böyle cümle mi olurdu. Biraz daha zorladı kendini, ikinci bir cümle çıktı.
“Aşkım dağlarda gezer, ey nazlı pıtırcığım”
Aslında bu da olmazdı. Yok, artık en iyisi bu işlerden elini ayağını çekmeli, gidip pazarlamacı olmalı ya da bir çay ocağı açmalıydı. İkinci cümle birinci cümleyi aratmayacak kadar kötüydü. Bir romanın ilk cümlesi nedir diye sordu kendi kendine. “Abe bakayım mı falına” dedi birinci ses. “Demedi beş lira, hadi güzel abim” dedi ikinci ses. “Soğuktu ve yağmur çiseliyordu” dedi üçüncü ses. Kafasından gelen sesler kendi sesini bastırıyordu. Durdu, başını ellerinin arasına aldı. Bir dakika müsaade ederseniz, gerçekten güzel bir cümle yazacağım dedi. Sayfaya şu cümleyi yazdı;
“Bir akşam alacasında, benliğimi, ruhumu, her şeyimi kaybetmiş bir şekilde kalabalığın içinde yürürken, sessizce ağlıyordum, kaderime ağlıyordum, kör olası çöpçülere ağlıyordum. Ağlıyordum çünkü aşkımı kaybetmiştim.”
Biraz arabesk, biraz abartılı, biraz klişe. Yeni romanının pardon ilk ve yeni aşk romanının ilk cümlesi buydu. Türk filmlerindeki bir aşkı anlatacaktı. Ana karakteri hayatının en mutlu anını, en mutlu anı olduğunu bilmeden yaşayacaktı. Sonra film kopacaktı, yasak aşk, kavgalar, ayrılıklar, kavuşamayan sevgililer. İşte buydu konu. Cümleyi tekrar tekrar okudu, beğenmedi, içine sinmedi. Yıllarca sonra yazdığı il aşk romanının cümlesi böyle olmamalıydı. Etkileyici bir giriş cümlesi işi kotarırdı. Kafayı biraz çalıştırması, üzerinde düşünmesi gerekiyordu, hepsi bu. Her zaman sıkıntı olmuştu onun için ilk cümle. İlk cümleden sonra gerisini çok iyi getirirdi ama. Derin bir nefes aldı, boynunu ve parmaklarını çıtlattı, durdu ve yıllar sonra çok ses getirecek olan romanının ilk cümlesini yazdı.
“Gitme Aysel. Yalan söyledim sana. Kal.”
Bir cevap yazın