Artık, pek umudum kalmadı… Yolun sonuna geldim herhalde… Demek ki buraya kadarmış… Karadeniz’in serin sularında bitecekmiş her şey… 50 yıldan fazla bir zamandır her fırsatta koştuğum bu deniz, yaz mevsiminde, her sabah bir saat yüzdüğüm bu sular, sonum olacakmış… Her yaz, kıyıya paralel, bata çıka resmigeçit yapar gibi yüzen ilk yunusları görmenin sevinci… Derinlerde yüzerken, yukarıdan geçen kuşları ve uçakları seyretmenin heyecanı… Alçaktan uçan kuşları sudan havaya zıplayarak korkutmak ve yön değiştirdiklerini görünce, kahkaha atarak eğlenmek… Sahilde veya denizde, yakınlarda kimse yoksa avazım çıktığı kadar şarkılar söyleyerek yürümek veya yüzmek… Kumsalda, yazlık komşularıyla her gün benzer şeylerin konuşulduğu, saatler süren sohbetler… Sabah yürüyüşlerinde, komşu sitelerden yeni kişilerle tanışmalar… Kısaca, yaz mevsiminin kendine has güzellikleri… Yaşam sevinci… Sade ve huzurlu geçen koca bir ömür, bu sularda bitiverecekmiş… Denizi ölesiye sevmek böyle bir şeymiş demek ki…
Kumsalla aramda, yüz metre ya var, ya yok. Aslında, çoktan kıyıya varmış olmam gerekirdi. 10-15 dakikadır burada debelenip duruyorum. Üç-beş dakika kulaç atıp, boy veriyorum; sığ yere gelmemişim… Biraz dinlenip, üç-beş dakika daha yüzüyorum; yine derindeyim… Ayağım, bir türlü kuma basmıyor; kıyıya yaklaşamıyorum. Eylül ayının sonları… Deniz mevsimi bitti; herkes yazlıkları terk etti. Biz de şehre taşındık. Bu gün havayı güzel görünce, günübirlik geldim. Çevrede pek kimseler yok. Sahiller ıssız. Kumsala bakıyorum; sağımda solumda, gözün görebildiği yerde hiç kimse yok. Olsa ne değişir ki?.. Yardım edilebilecek durumda olsam, zaten kendim çıkarım. Çıkamıyorum işte, olduğum yerde patinaj yapıp duruyorum.
***********
Sabah, hava o kadar güzeldi ki; arabadan iner inmez, hemen eve girdim ve mayomu giydim. Bir an önce denize girmeliydim. Karadeniz’i bilenler bilir, erken saatlerde deniz sakindir, pek dalga olmaz. Gün ilerledikçe dalgalar çoğalır, akşama doğru iyice kabarır deniz. Yüzmek için, sabah saatlerini kaçırmamak gerekir. Ben de öyle yaptım… Terliklerimi ayağıma geçirdim, havlumu omzuma attım ve denize yollandım. Yazlık evimin olduğu yerden, sahil görünmüyor. Denizle aramdaki birkaç yüz metre mesafeyi yürürken, bir yandan da dua ediyorum, dalgalı olmasın diye. Karadeniz bu, sağı solu belli olmaz. Bazen, sabahın erken saatlerinde bile hırçındır; deli deli vurur kumsala ama bu şiddeti bile, kenardan derin yere kadardır. Boyu aşan derinlikten sonrası daha bir şefkatlidir. Hafif çırpıntılarla sarar sizi… Küçücük dalgalarla bir yükselir, bir alçalırsınız… Beşikte sallanır gibi… Bu serin sularda yüzmek, biraz da bu nedenle zevklidir. Her gün ve günün her saatinde, farklı denizlerde yüzersiniz. Karadeniz’e, belki de bu yüzden aşık olursunuz.
Bu gün, dalgalı bir denizde yüzeceğiz anlaşılan. Yalnız, dalgalar biraz farklı sanki… Çok ilginç… Pek sık rastlanmayan bir durum… Dalgalar iri değil ama köpük köpük… Kıyıya yakın yerler, pamuk tarlası gibi… Sanki Karadeniz hırsından köpürmüş, sahili bembeyaz dalgalarıyla dövüp duruyor… Öfkesi ve şiddeti, her zamankinden biraz fazla… Olsun, ben bu denizi her haliyle kabullenmişim. Dalgalı, dalgasız; köpüklü, köpüksüz; hiç fark etmez; yeter ki o da beni kabul etsin; girer ve yüzerim…
Yolda, sabah yürüyüşünden dönen yazlık komşularıma rastlıyorum. Denize girmemişler. Sahilde yürüyüş yapmışlar. Onlarla sohbeti kısa kesip, sahile iniyorum. Tişörtümü ve şapkamı çıkarıp, havluyla birlikte terliklerimin üzerine koyduktan sonra, doğru denize… Derinlerde dalga yok… Sadece biraz çırpıntı… Hiç önemli değil… Bol bol yüzerim ben bu gün… Kendi kendime hep yaptığım şakayı tekrarlıyorum: “Bir Rusya yapıp geleyim…”
Koca denizde tek başımayım. Yazın sıcak günlerinde sabah yürüyüşünden dönenler, serinlemek için sığ sularda yüzer. Bu gün onlarda yok. Benden başka, “allahınkulu” yok buralarda. Şarkılarla, türkülerle, yukarıdan geçen kuşlara şakalar yaparak, birkaç kilometre açıldıktan ve derinlerde biraz yüzdükten sonra, dönüş yolculuğuna başlıyorum.
**********
Aslında, denizde kolay kolay yorulmam. Çok az enerji harcayarak, saatlerce yüzebilirim. Sığ zannettiğim yere gelene kadar da öyle oldu zaten. Fazla çaba harcamadan oraya ulaştım. Yıllardır bu noktadan denize girerim. Deneyimlerime göre sığ yere ulaşmış olmam gerekir. İlk kez boy verdiğimde, hiç yorgunluk belirtisi yoktu ama bu birkaç kez tekrarlanınca, yani kıyıya ulaşmak ümidim azaldıkça, yorulmaya başladım. Telaşlanmamam gerekiyordu. Sakin olmalıydım. Ne olabilirdi ki? Herhalde birisi beni arkamdan çekmiyordu. Bir şekilde, kıyıya çıkacaktım nasıl olsa. Böyle düşünerek, kendi kendimi gaza getirerek, biraz daha çabaladım ama gittikçe ümidim azaldı. Paniğe kapılmak üzere olduğumu anladım.
Hani ölüme yaklaştığını düşünenler: “Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti.” derler ya, bana hiç öyle olmadı. Sadece, garip bir şekilde denizle ilk tanışmamı anımsadım. Samsun’un girişinde babamla otobüsten inişimiz… Yolun kenarında (O zamanlar yolun hemen alt tarafı kumsal ve denizdi. Şimdi oralar dolduruldu, Batı Park falan oldu.) üstümüzü soyunmamız… Donlarımızla (Mayo ne gezer…) denize girmemiz… Babamın beni denize alıştırma çabaları… Sonunda, korkmadan kafamı suya sokmayı başarmam… Saatlerce denizde eğlenmek… Daha sonra şehir gezisi… Atatürk’ün at üzerindeki ünlü heykelini, gözlerimi iri iri açarak izlemek… “Meşhur Köfteci” de çekilen ziyafet… 8-9 yaşlarımın en heyecanlı anısı buydu ve ben denizde ümitsiz bir şekilde patinaj yaparken, ölüme iyice yaklaştığımı duyumsarken, bu anılar geçti gözümün önünden; “bir film şeridi gibi…”
Evet, bunları düşünürken, bir yandan da kendimi bırakmak üzere olduğumu, dehşetle fark ettim… Yorulmuştum… Artık, kollarım beynimden aldığı emirleri yerine getirmekte isteksiz davranmaya başlamıştı… Kulaç atmakta zorlanıyordum… Kıyıya ulaşmak ümidimi gittikçe kaybediyordum… Acaba kalbim ne durumdaydı?.. Daha ne kadar dayanabilecekti, bu yoğun tempoya?.. Sonuçta, 65 yıllık yorgun bir organdı… Her an, beni yarı yolda bırakabilirdi… Yaşamla ölüm arasındaki ince çizgideydim… Pes etmek üzere olduğumu anladım… Elimi uzatsam ulaşacağım kumsallara varamayacaktım; anlaşılan, burada boğulup gidecektim…
**********
Benim hafızam, biraz farklı çalışıyor galiba. Her türlü bilgiyi bir yerlere tıkıştırıyor; çok lazım olmadıkça, hizmetime sunmuyor. Bekletip duruyor, öylece… Sıkıştığım zaman… Çok dara düşünce… Başka çare kalmayınca… İşte o zaman kesinlikle devreye giriyor, beni o sıkışık durumdan kurtarıyor. Bu, şimdiye kadar başıma çok geldi. Zor durumlardan, son anda pratik çözümler bularak, çok kurtardığı oldu beni… Bu zayıf hafızaya, ilk kez böyle bir durumda gereksinimim var… Ölümle karşı karşıyayım ve çok acilen, bir çıkış yolu bulmam gerekiyor…
**********
Birden, bir şimşek çaktı beynimde… Televizyonlarda ve gazetelerde daha önce sık sık görürdüm… Ne zaman bir boğulma olayı yaşansa, uzmanlar demeç verir ve “çeken akıntı” denen bir olgudan söz ederdi. Dalgalı denizlerde, sahilin belli bir kesiminde, açığa doğru bir akıntı oluşur ve insanı derine doğru çekermiş. Profesörler böyle söylüyordu ama ben buna hiç inanmamıştım şimdiye kadar. Bana göre, boğulanlar yüzme bilmeyenlerdi. Çok dalgalı olduğu zaman, denizin dibinde hafif çukurlar oluşuyor ve bu çukura düşen kişi, yüzme bilmiyorsa, dalgaların da etkisiyle dengesini kaybediyor, sığ suda bile boğuluyordu. Buna inanmak için kendimce nedenlerim de vardı. Ne zaman bu savımı anlatsam, aynı örneği veriyordum beni dinleyenlere: “Lisede okurken, gurupça gittiğimiz bir deniz gezisinde, yüzme bilmeyen bir arkadaşımız boğulma tehlikesi atlattı… Dengesini kaybetmişti ve su boyunu aşmadığı halde, çırpınıyordu… Yardım etmesek, boğulacaktı… İki arkadaş, kollarına girdik ve onu kıyıya çıkarmaya başladık… İyice sığ yere gelmiştik… Su, artık dizlerimizin altındaydı… İki karış ya var ya yoktu… Kollarını bıraktık… Birden, yine suya düştü ve çırpınmaya başladı… Yeniden yardımına koştuk, yoksa iki karış suda boğulup gidecekti…”
Bana göre, yüzme bilen kişi kıyıya uzak yerde, açıkta boğulurdu; onun da cesedini kolay kolay bulamazlardı zaten. Sahile yakın yerlerde boğulanlar, hep acemilerdi. Şimdiye kadar hep böyle düşündüm. Hatta basında “çeken akıntı” demeci verenlerle dalgamı geçtim ince ince: “Her televizyona çıkan, gazeteye yazan, yeni bir şeyler söylemek istiyor. Çeken akıntı da neymiş? Elli yıldan fazla zamandır bu denizde yüzerim; Samsun’dan Sinop’a kadar, nerdeyse suya girmediğim sahili kalmamıştır; ben öyle, akıntı falan görmedim.”
Acaba?.. Şu anda benim başıma gelen… Bir türlü kıyıya çıkamamam, sanki arkamdan biri çekiyormuş gibi… Yarım saat önce kumların üzerinde yatıyor olmam gerekirken, bu sığ suda patinaj yapıp durmam…
Yoksa gerçekten böyle bir şey var mıydı? Ben, gerçekten de çeken akıntının etkisinde miydim? Hafızam hızla çalışmaya başladı. Hatırladığım kadarıyla; “Çeken akıntıya kapılanlar, kıyıya paralel yüzüp, önce o akıntının olduğu bölgeden çıkmalı” diyordu, bu konuda demeç veren uzmanlar. Ben de öyle yapmaya karar verdim. Kaybedecek bir şeyim yoktu. Ne yapsam, bundan daha kötü duruma düşüremezdim kendimi. Boğulmak üzereydim. Daha kötü ne olabilirdi ki? Sahili sağ tarafıma aldım ve kıyıya paralel yüzmeye başladım. Bulunduğum yerden biraz uzaklaşmıştım sanki. Acaba bu “çeken akıntının” genişliği ne kadar oluyordu. Bunu bir türlü hatırlayamadım. Akıntının etkisinden kurtulup, kurtulmadığımı anlayamadığım için de yüzüp durdum; iyice yorulana kadar. Yönümü sahile doğru çevirmeye korkuyordum. Eğer bir daha boy verdiğimde, kuma basamazsam, her şey biterdi. Bir daha deneme cesareti bulamazdım herhalde. Bu korkuyla, yüzdüm… Yüzdüm… Yüzdüm…
Ayağım yere değdiğinde, boy falan vermemiştim aslında… Nasıl olup da sığ yere geldiğimi anlamadım… Artık, boy vermek falan aklıma gelmiyordu… Sadece yüzüyordum… Düşünme, plan yapma, karar verme yetilerimi kaybediyordum yavaş yavaş… Sahile paralel yüzerken, dalgalar beni yavaş yavaş sığ yere getirmişti demek ki… Kendimi iyice saldığım bir anda da kuma değmiş olmalıydım… Önce, inanamadım… Deniz dibindeki bir tümseğe falan denk gelmişimdir diye düşündüm… Yönümü sahile çevirdim ve biraz daha yüzdüm, ta ki dizlerim kuma değene kadar…
Kurtulduğuma halâ inanamıyordum… Ayağa kalktım; suyun belim hizasını geçmediğini görünce, beynim sonunda kabullendi kurtuluşu… Bir sevinç… Bir coşku… Bir mutluluk hazzı, dalga dalga yayıldı, tüm varlığıma… Kollarımı yukarı kaldırıp, oynamak istedim bir an ama yorgunluğum buna engel oldu… Nefes nefeseydim… Biraz nefeslendikten ve kalbimin sakinleşmesini bekledikten sonra, yavaş yavaş kumsala çıktım… Kumların üzerinde sırtüstü yatıp biraz daha dinlendikten sonra, havlumun ve terliklerimin olduğu yere doğru yürüdüm.
Denize girdiğim noktaya geri dönmem, epey zamanımı aldı. Çeken akıntıdan kurtulayım derken, bayağı yüzmüşüm. Kıyıya paralel yüzmeye başladıktan sonra, bizim yazlıkların olduğu siteyi ve iki siteyi daha geçmişim. Can korkusuyla, denizde bir kilometreye yakın yol almışım; sığ yere ulaşıp, karaya vurana kadar.
Havluyu vücudumda yavaş hareketlerle dolaştırıp, kurulanırken; bir yandan da başıma gelen belanın, nasıl bir şey olduğunu anlayabilir miyim diye denizi gözlüyorum. Evet… Gerçekten de “çeken akıntı” denen bir şey varmış… Hocaların ikazları haklıymış… Gazetelerde yazılan, televizyonlarda söylenen her şey doğruymuş… Bu belayla, boğulma tehlikesi atlatarak tanıştıktan sonra; şu anda canlı olarak da gözlemliyorum… Denizin sığ yerinden derine doğru, tam önümde 30-40 metre genişliğinde bir kısım, diğer yerlerden farklı… Sağında ve solunda, daha kaba ve daha köpüklü dalgalar varken; bu kısımda deniz, biraz daha sakin gibi görünüyor… Biraz daha yumuşak… Biraz daha dingin… Bu fark, ancak dikkatli bir gözle bakılırsa anlaşılacak kadar… Benim bu farkı anlamam için, bir ölüm tehlikesi atlatmam gerekti.
Öğrenmenin yaşı yokmuş… Bunu test etmek için bile, insanın 65 yıl yaşaması gerekebiliyormuş… Bu gün… Bu denizin kenarında… Bu yaşımda… Yeni bir şey öğrendim… Üstelik bunu öğrenirken, yaşamla ölümün sınırlarında dolanıp durdum bir zaman… “Bir yaşıma daha girdim” sözü böyle durumlar için söylenmiştir herhalde. Benim, şu anda, birkaç saat öncesine göre daha yaşlı olduğum kesin.
**********
Havlumu özenle katladım… Tişörtümü, şapkamı ve terliklerimi giydim… Kumlar üzerinden yazlık evime doğru yürürken; ikide bir geri dönüp, “çeken akıntı” ya şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyorum…
Ali Şefik Arslan
Bir cevap yazın