(Maraş Katliamı anısına)
Siyaha kesmişti o gün bulutlar
azgın insan seliydi
Ahır Dağı eteklerinden akan
ses bitti
söz bitti
kader ırladı kuşlar
semaha durdu toprak
kin kustu
öfkeyle bilenmiş gözler
On yaşında delikanlı adamdım, kendimce. Okul çantamın o gün ağır gelmesi garipti. Üstelik kasım sonu olmasına rağmen saç diplerimden boynuma kadar tere batmam da hayra alamet değildi. Biraz sonra işleyeceğim ve gerçek yükünü yıllar sonra anlayabileceğim suçun bilmeden de olsa ağırlığını mı hissediyordum? Zaten Cemile Bibi’min bana verdiği siparişten sonraki suskunluğum da hayra alamet değildi.
“Bibin gurban olsun sana Ali’m,” demişti. Boz bulanık bakışlarını çivilemişti gözlerime. “Eğer bir lokmacık hakkım olduysa üstünde, bu işimi tez elden hallet.”
Halletmez miydim? O ki, kan kardeşim Hasan’ın anasıydı. O ki; elinden ekmek yediğim, su içtiğim, anamla bir tuttuğum kapı komşumuzdu. Anacığımın evde olmadığı zamanlarda, beni emanet ettiği tek kucaktı. Oyuna dalıp pantolonuma kaçırdığımda, anaç elleriyle altımı temizleyen kadındı. Hasan’la bir olup tenceredeki yaprak sarmasını yarıya indirdiğimiz zaman; söğüt dalıyla bizi kovalayan, yer misin-yemez misin kıçımıza tekmeler atan da oydu. Çoğu akşam yer sofrasında aşımızı paylaştığımız, demli çayların sıcaklığında halleştiğimiz can dostumuzdu. Cemile Bibi’mdi işte. Yani ailemdi. Yani bizdik. İsteğini nasıl yerine getirmezdim. Analar ki, her şeyin en iyisini bilmez miydi? O da anam sayılmaz mıydı? Benden istediği küçücük bir ilaç şişesini esirger miydim ondan?
Ona, bu kaderi yaşatan günler çok uzakta değildi. On bir ay öncesiydi. O günlerde neler olduğunu tam olarak anlayamıyordum ama mahallemiz Yörükselim’in ateşe verileceği dedikoduları Maraş’ın bütün sokaklarına dalga dalga yayılıyordu. İnsanlar ayakta, yürekleri ağızlarında tetikte bekler olmuştu. Beş gündür okula gitmemiştik. Bahçede oynamamıza bile izin verilmiyordu. Bir sabah, gün yenice ağarmaya hazırlanıyordu ki, uykumu delen bir gürültüyle ayağa fırladım. Korku içinde annemin arkasına saklandım. Ahır Dağı eteklerinden aşağı doğru akan boğuk sesler uğuldayarak ve hızını artırarak bize yaklaşıyordu. Babam, camın perdesini aralamış sokağa bakıyordu ki, birden anneme dönüp kolunu sarstı.
“Evleri ateşe vererek geliyorlar. Cayır cayır yanacağız. Çocukları al, bahçeye çık. Ayak yoluna saklanın. Sakın sesiniz çıkmasın.”
“Sen evde mi kalacaksın?”
“Hadi be kadın, bir de sana laf anlatmayayım. Ben başımın çaresine bakarım. Çocuklar sana emanet.”
İlk olarak altı aylık kardeşim Ayşe’yi kucaklayıp, annem atladı pencereden. Babam da küçük kardeşimle beni kollarımızdan tutup, bahçeye sarkıttı. Babamın tembihlerini gölgeli yüzündeki huzursuzluktan dolayı harfiyen yaptık. Çıtımız çıkmıyordu ama Ayşe’nin huysuzluğu üzerindeydi. Avaz avaz bağırıyordu. Annem yakasını açıp memesini ağzına dayayınca sustu. Tuvalet tahtalarının aralıklarından dışarıyı gözetliyordum. Cemile Bibi’min eviyle bizim evin arasındaki boşluktan sokağı görebiliyordum. Sayamadığım kadar çok adam yokuş aşağı sel gibi akıyordu. Kimisi yüzünü mendille kapatmıştı. Çoğunun elinde meşaleler, bazılarında da silahlar vardı. Evlerin camlarını kırıp meşaleleri içeriye fırlatırken bağırıyorlardı.
“Dinsizlere ölüm. Koministlere ölüm!”
Çoğa kalmadan bibimle bizim evimizin de kızıllığa belendiğini gördüm. Sıklaşan silah seslerinin ardından, bibimin sesi doldu kulaklarıma.
“Hasaaan, yere yat gadasını aldığım!”
İnsan seli yokuş aşağı inerken uğultular da uzaklaşmaya başladı. Ortalığı ateş ve duman bürümüş, evler cayır cayır yanıyor ve göz gözü görmüyordu. Bibimin evinden çığlık ve iniltiler duyuyordum… Babamın, şişt, korkmayın, ben buradayım, diyen sesini duyduğumuzda; tahtaların arasından, dumandan kararmış yüzünde beyaza çalmış gözlerini gördüm. “Çıkmayın, bekleyin.”
“Cemilegil iyi mi?” diye fısıldadı annem. Babam cevap vermedi. Ortalığı kolaçan edip, bibimgile seğirtti. Ben de seğirtmek istedim ama annem sımsıkı tuttuğu ellerimizi bırakmıyor, babamı bekliyordu. Bana çok uzun gelen bir zamanın ardından, babam göğsüne bastırdığı Hasan’ın kardeşi Elif’le dönmüştü. Korkmuştu bebecik. Kül kesilmiş yüzünü babamın göğsünde saklıyor, ufacık elleriyle boynuna sımsıkı sarılıp ağlıyordu. Babam, “Hadi çıkın,” dedi. “Sizi yukarı mahalleye götürüp Musa Emmigile emanet edeceğim. Sünni evlerine dokunmuyorlar.” Elif bebeği koklayıp annemin kucağına uzattı. Annem, kardeşimi sıkıladığı kucağını açıp, Elif bebeği de sararken gözlerinin mavisi ırmak olmuş akıyordu.
“Hasan da, Cemile de vurulmuş,” dedi babam. Çaresizce başını salladı. “Mehmet perişan. Sizi bırakıp geri dönmem lazım.”
Ahır Dağı eteklerinden tıslayarak gelip mahallemizi kana bulayan öfkenin sesini, o günü yaşayan insanlar gibi, benim de unutmam mümkün değildi ama yangın en çok bibimin yüreğini dağlamıştı. Hasan vurulduğu anda can vermiş, bibim omuruna saplanan kurşunla yatağa mahkum olmuştu. Mehmet Amca’nın, acısı ve derdi sakalından uzundu. Yüreğinde her geçen gün daha da harlanan bir ateşle kalakalmıştı ortalıkta. Cemile Bibi’min göz pınarları çoktan kurumuştu. Ağlayamıyordu artık. Bazen günlerce hiçbir şey konuşmaz boş boş bakardı feri geçmiş gözleriyle. Bazen de, “Böyle elsiz ayaksız yaşamaktansa al canımı Allah’ım,” diye, bağıra bağıra isyan ederdi. Annemle konuşurken duyardım. “Ağırıma gidiyor gardaşlık,” derdi. Kuru dudaklarını büzerdi. “Adam kısmının eline kalmak zor. Yemeyi, içmeyi canı çekmiyor insanın. Mehmet altıma bez bağlarken yerin dibine giriyorum.” Bir deri bir kemik bacaklarını yumruklardı, çelimsiz eliyle. “Medet ya Allah, Medet ya Ali, medet ya Hüseyin!” Ağıt tuttururdu cılız sesiyle. “Allah’ım, Hasan’ımı alırken beni de alaydın ne olurdu. Görmez misin halimi? Rezillik diz boyu. Bu kötürüm halimle aldığım soluk bile fazla bana…”
O gün bahçede kardeşimi oyalarken pencereden el etti, bibim. Yanına gittiğimde kimseye söylememem için sıkıca tembihler edip, koynundan çıkardığı boş ilaç kutusunu ve parayı elime tutuşturdu. “İşte bunun aynısını alacaksın,” Sesini ağdalandırdı. “Ali’m, bibin yoluna gurban olsun. Ağrılarım çok, bu ilaç iyi geliyor.” Yalvarışından ziyade gözlerindeki ufak bir oğlan çocuğundan medet uman çaresizliği daha da çok işlemişti içime.
Okul dönüşü eve geldiğimde, bibim duvara dönük yüzünü, kapının sesiyle bana çevirdi. “Gel Ali’m. Yorganı çekip oturmam için yanında yer açtı. “Gel yamacıma otur.” Yatağın kıyısına iliştim.
“Gözünün yağına gurban. Getirdin mi siparişimi?”
Çantamı açtım. Ellerim titriyordu. En dibe sakladığım kutuyu el yordamıyla buldum. “Bibi!” Sarı soluk gözlerinin en derinlerine ulaştırdım bakışlarımı. “Hemen iyileş tamam mı?” Kutuyu elimden alıp yorganın altına sakladı.
“He ya yiğidim. İyileşecem…” Bakışlarını kararttı birden. “Hadi eve git gayri, anan meraklanır.”
Beni kendine çekip kanı çekilmiş dudaklarını, yanaklarıma değdirdi. Bir zamanlar beni öperken mis gibi ıtır kokardı bibim. Göğsüne burnumu dayar gözlerimi kapatırdım baygın baygın. Hasan’ı kaybettiğimiz o uğursuz günden sonra ilaç ve sidik kokusunun birbirine karıştığı oda genzimi yakıyor, nefesimi daraltıyordu. Ellerini benden çekip yorganın altındaki ilacını yokladı. “Herkese benden selam ilet. Haklarını helal etsinler.” Cama döndü, bizim eve baktı.“Gardaşlığımın hakkı çok bende.” Çantamı omuzuma taktığım gibi kapıya yöneldim. Bibimin iyileşmesi umuduyla, arkama bakmadan eve yollandım. O gece, Mehmet Amcanın feryadıyla uyanıp, soluğu komşu evde aldığımızda, ay mı bibimin yüzü kadar aydınlıktı, yoksa bibim mi ay kadar aydınlıktı hâlâ seçemiyorum, ama bibim aylardır hiç kalkmadan yattığı somyasında uzun zamandır görmediğim kadar güzel ve huzurluydu. Renksiz yanaklarının çukurlarında belli belirsiz gamzeleri vardı. Dudakları yarım gülümsemeyle yana kaymıştı. Üst bedenini yetim bırakan alt bedeni yorganın altında yok gibiydi. Gidiyordu işte… Sonunda çaresizliği yorgun omuzlarına takmış, Hasan’ına uçuyordu… Yaşadığım sürece ezim ezim ezileceğim ağır yükün altındaki vücudumu bibimin ayakucuna iliştirdiğimde, burnuma buram buram ıtır kokusu doldu…
Bir cevap yazın