Ünlü dedektif Anton Herpen, rutin hâline gelen o korkunç kâbusundan kapısına güm güm
vurulmasıyla uyandı. Kan ter içindeydi. Ter kirpiklerine birikmiş, göz kapaklarını göle,
kirpiklerini de ölgün sazlıklara dönüştürmüştü. Pörtlemiş gözlerini boşluğa dikmişti. Sanki o
boşluk bir tiyatro sahnesiydi de o da kendi trajedisinin seyirciliğini yapıyordu. Ondan başka
kimsenin gerçeğe vakıf olmayışı, onu koyu bir yalnızlık ve katmerli bir dehşet hissiyle baş
başa bırakıyordu. Bu ürkütücü aynadan gözünü ayırmayı başardıktan sonra yatağında
doğrulup her seferinde aynı şiddette nükseden acıyı özümsemeye çalıştı. Bu acı; onun bitimsiz
gazabı, küllenir küllenmez yeniden doğan Anka kuşuydu. O yuttukça acı tekrar peyda oluyor,
onu gitgide yıpratıyordu…
Anton Herpen, kırklı yaşlarındaydı. Yer yer beyaz sürülmüş dalgalı, siyah saçları; ortadan
ikiye ayrılmış, çöl yılanının kumlarda bıraktığı narin kıvrımlarla omuzlarına uzanıyordu.
Kaşları ürpermiş bir kuşun tüyleri misali kabararak yukarıya kıvrılıyordu. Her daim sorgular
gibi bakan küçük gözleri kahverengiydi. Göz altları çürümüş et parçaları gibi mosmordu.
Kirpiklerinin bir kısmı akrebi andırırcasına kısayken bir kısmı da yelkovan gibi uzundu. Ama
bu dengesiz görünüm göze batmıyordu. Kendisi ince, delikleri kesik gibi ipince bir burnu
vardı. Tıpkı saçı gibi yer yer kırlaşmış olan bıyıklarının kenarları helezon çizercesine yukarıya
kalkıktı. Bam telinde de tersine eşkenar üçgen şeklinde bir kıl kümesi vardı. Çenesinde ve
yanaklarında ise nokta nokta kıl kökleri seçiliyordu. Bu, tarzından değil, tıraş olmayışından
ileri geliyordu. Favorileri kalındı. İnce ve morumsu dudakları kuruydu. Çenesinde gamze
vardı. Elmacık kemikleri ve çene kemikleri belirgindi. Bu belirginlik de iki kemik kütlesi
arasına belli belirsiz bir gölge düşürüyordu. Kulakları büyük ve kepçeydi.
O kendisine gelmeye çalışırken kapıya gittikçe daha şiddetli vuruşlar yapılmaya
başlanmıştı. Nihayet kendisini uyandıran şeyin farkına varan Herpen, yatağından kalkıp
kapıya davrandı. Kapıyı açtığında karşısında yardımcısı Jan Westerik’i gördü ve donuk bir
yüzle:
“Kapımı kırmaya mı çalışıyorsun?” diye sordu.
Kapıya hararetle vuran Westerik, Herpen’in hâlini görünce duraladı. Zira Herpen’in
üstünde hiçbir şey yokken altında yalnızca iç çamaşırı vardı. Westerik, onu üzüntüyle bir
süzdükten sonra bir eliyle başını kaşıyormuş gibi yaparak birinin onu bu hâlde görüp
görmediğini anlamak adına sağına soluna baktı. Neyse ki ortalıkta kimse yoktu. Nihayet
ağzını açtığında sesi kuruydu:
“Ben de sana şu yarı çıplak hâlinle toplumun riyakâr ahlak anlayışını mı hicvediyorsun
diye soracaktım.” dedi ve ekledi:
“Yüksek müsaadenizle girebilir miyim?”
Anton Herpen, gözlerini devirdi ve başıyla içeriyi işaret etti. Ev darmadağınıktı. Westerik,
ona takıldı:
“Her zamanki gibi muntazam bir görünüm!”
“Kapa çeneni. İzinli olmama rağmen neden kapımda bittin onu söyle. Belki de kapıma adı
Jan olanlar giremez diye tabela asmalıyım. Ne dersin?”
Westerik, manidar bakışlar eşliğinde ve tok bir sesle:
“Çok ilgini çekecek bir vaka var.” dedi.
İstediği etkiyi bırakabilmiş gibi görünmüyordu. Herpen bütünüyle tepkisizdi. Ancak
Westerik onun sessizliğinin “Devam et!” anlamına geldiğini biliyordu:
“Lafı uzatmayacağım. Rene Descartes öldürüldü…”
İşte şimdi beklediği ilgiyle karşı karşıyaydı. Herpen’in yukarıya kalkmış kaşları,
kırıştırdığı alnını siyah dalga motiflerine tuval yapmıştı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra
Herpen kaşlarını merakla çatarak:
“Detaylardan bahset.” dedi.
“Evinde birisi sırtına, ikisi karnına olmak üzere üç bıçak darbesiyle öldürülmüş. Benim
bildiğim de şimdilik bu kadar. Duyar duymaz buraya geldim.”
Herpen homurdandıktan sonra durum analizi yaptı:
“Katil, ya ilk darbeyi sırtına vurdu ve ikinci darbeyi vuramadan maktulün dönmesiyle
sonraki vuruşları karna oldu ya da ilk ikisini karna sapladı ve maktul kaçmaya çalışırken
üçüncü darbeyi sırtına sapladı. Her hâlükârda katil profesyonele benzemiyor. Arkadan
saldıran bir profesyonel rahatlıkla hedefinin gırtlağını kesebilirdi. Önden saldıransa hiç
değilse bir hamlesini kalbe doğru yapardı. Neyse, hemen hazırlanayım da çıkalım.”
Kötü kokudan rahatsız olduğunu belirtmek istercesine sağ elini burnunun önünde aşağı
yukarı sallayan Westerik:
“Dışarıda bekliyorum.” dedi.
Herpen üstünü giyinirken çocukla annesini düşündü. Belki kadın bu meşum cürmün faili
olabilirdi lakin bebek mutlak şekilde günahsızdı ve şimdi babasız kalmıştı. Hayatı bu
eksiklikle geçecekti. Suçsuzsa eğer kadın da onulmaz bir hasarla baş başa kalacaktı. Herpen,
bunun ne menem bir yara olduğunu iyi bilirdi. Kendi eşi ve bebeği bir yangına kurban
gitmişlerdi. Bu acıdan uykusunda bile sıyrılamıyor, anbean çökkünleşiyordu. Bir seçim
yapma şansı olsa hayatta olanın eşiyle kızı olmasını dilerdi. “Belki gidenin kendisi olması,
Descartes’ın ruhunu bir nebze olsun rahatlatmıştır.” diye düşünüp iç çekti.
Herpen’le Westerik sonunda cinayet mahaline varmışlardı. Herpen evde arama yapan
arkadaşlarından Teo’yu parmak hareketiyle bir kenara çağırdı ve sordu:
“Cesedi kim bulmuş?”
“Bir arkadaşı: Karel Jansen. Çok önemli bir felsefi delil üzerine konuşmak için davet
edildiğini söylüyor. Not da yanındaymış. Bize teslim etti.”
Teo, cebinden notu çıkarıp gösterdi. Notta şunlar yazılıydı:
“Bilgi felsefesi hususunda çığır açacak bir argüman bulduğuma inanıyorum. Üzerine
muhakkak konuşmalıyız! Akşam bana gel! Rene.”
Teo; Herpen’le Westerik notu okuduktan sonra başıyla Karel’i işaret etti ve konuşmasını
sürdürdü:
“İsterseniz konuşabilirsiniz.”
Herpen, başını salladıktan sonra pürüzsüz bir sesle:
“Bildiğim kadarıyla Descartes’ın hizmetçisinden gayrimeşru bir çocuğu vardı.” dedi,
“Olay sırasında kadınla çocuk neredelermiş?”
“Henüz bir bilgimiz yok çünkü kadınla çocuk ortalarda yok…”
“Bu konuda bir gelişme olursa beni haberdar edin. Teşekkürler Teo.”
Teo ayrıldıktan sonra Westerik fikir belirtti:
“Kıskançlık cinayeti olabilir. Ünlü bir sima, pekâlâ farklı meyvelerin tadına bakmış;
böylelikle de çocuğunun annesinin nefretini üstüne çekmiş olabilir.”
“Mümkün. Ama bu kadar karmaşık bir adamın böylesi basit bir senaryonun kurbanı olması
ironik olurdu doğrusu. Şu Jansen’le bir konuşalım.”
Karel Jansen, koca favorileri yanaklarının ortasına değin uzanan, yüzünün geri kalan kısmı
sinekkaydı tıraşlı, yanları iyice açılmış saçları dağınık olan orta yaşlı bir adamdı. Herpen,
yumuşak bir sesle giriş yaptı:
“Merhabalar Bay Jansen. Ben dedektif Anton Herpen, bu da yardımcım Jan Westerik.
Sizinle olay hakkında konuşmak üzere geldik.”
“Merhaba. Elbette. Yardımcı olabilirsem çok mutlu olurum.”
“Olan biteni en baştan bir de bana anlatır mısınız lütfen?”
“Tabii. Rene bana bir not göndermişti. Notta bilgi felsefesiyle ilgili çığır açacak bir kanıt
bulduğunu düşündüğünü söylüyor, beni akşama evine davet ediyordu. Ne kadar heyecanlı
olduğu nottan bile anlaşılıyordu. Notu okuyunca ondaki heyecan bana da geçti. Akşamüstü,
nasıl bir düşünce ürettiğini öğrenebilmek adına merak içinde yola koyuldum. Fakat
geldiğimde garip bir durumla karşılaştım. Çünkü evin kapısı ardına dek açıktı. Kabalık
etmemek adına öylece içeriye girmek istemedim ve Rene’ye seslendim. Ama seslenmem
karşılık bulmuyordu. Bu sessizliğin kapının açık oluşuna eşlik ediyor oluşu beni
endişelendirdi ve içeriye girdim. Giriş biraz karanlık olsa da holde durum farklıydı. Orada
birkaç mum yanıyordu. Nitekim arkadaşımın cesediyle de holde karşılaştım. Yüzüstü
yatıyordu. Yerdeki kan gölcüklerini görünce dehşete kapıldım. Bununla birlikte, ölüp
ölmediğini kontrol edecek kadar kendimi kontrol edebildim. Maalesef ölmüştü…”
Herpen, düşünceli düşünceli kafa salladıktan sonra:
“Descartes ile yakın mıydınız?”
“Evet, belirli aralıklarla bir araya gelir; duygu ve düşüncelerimizi paylaşırdık.”
“Son zamanlarda canını sıkan bir durumdan ya da aldığı bir tehditten falan söz etti mi?”
Jansen durulup birkaç saniye hafızasını yokladıktan sonra çekingen bir edayla:
“Birlikte çalıştığı bir arkadaşı vardı: İsaac Beeckman. Önceleri araları çok iyiydi fakat
birkaç gün önce yollarını ayırdılar. Bu durumdan rahatsız olduğu belliydi. Rene’ye
sorduğumda aralarında şiddetli bir tartışma yaşandığından söz etti. Lakin tartışmanın içeriğine
değinmek istemedi, konuyu geçiştirdi…”
Herpen sol eliyle çenesini okşamaya başlamıştı. Kısa bir duraksamadan sonra dudaklarını
araladı:
“İsaac Beeckman şu Latin okulunun rektörü öyle değil mi?”
“Evet.”
“Son bir soru: Hizmetçisiyle çocuğunun nerede olduğu hakkında bilginiz var mı?”
“Hayır. Ama kadın, ara ara çocuğunu da alıp ailesinin yanına giderdi. Bunu bilhassa Rene
teşvik ederdi. Çünkü düşünmek için yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyordu. Belki durum yine
bundan ibarettir.”
“Anladım… Çok yardımcı oldunuz Bay Jansen. Teşekkür ediyorum.”
Herpen’le Westerik oradan ayrılıp cinayet mahaline girdiler. Henüz cinayet aleti
bulunamamıştı. Kapı zorlanmışa benzemiyordu. Kanlı ayak izleri de yalnızca holden kapıya
kadarki alanda göze çarpıyordu. Odalarda bir dağınıklık seçilmiyordu. Öyle ki yatak
odasındaki mücevherler yerli yerindeydi. Bu bir hırsızlık vakasına benzemiyordu. Herpen,
Descartes’ın çalışma odasına girdi. Orada bir arkadaşı çekmeceleri karıştırıyordu. Herpen ona
yaklaştı ve omzunun üstünden:
“Kayda değer bir şey var mı Hendrick?” diye sordu.
Hendrick doğruldu ve omuz silkerek:
“Tek söyleyeceğim okunacak sayısız defterin olduğu…” dedi ve ekledi:
“Yalnız, çekmecelerden birisi kilitli ve anahtarı henüz bulamadık.”
Herpen gülümseyerek:
“Önemi yok.” dedi ve çakısını çıkarıp birkaç saniye içinde çekmeceyi açtı. Çekmecede
siyah ciltli bir defter vardı. Herpen defteri çıkarıp sayfalara göz atmaya başladı. Bunun bir
günlük olduğunu anlayınca hemen son sayfayı açtı. Son sayfada yalnızca bir cümle yazılıydı:
“Cogito ergo sum!”
Herpen, bunun Latince olduğunu anlamıştı ama Latince bilmiyordu. Bunu görüşeceği İsaac
Beeckman’a sorabilirdi. Bağlantı kurabilmek adına önceki sayfalara baktıysa da işine
yarayacak bir şey bulamadı. Yine de detaylı okumak adına defteri yanına aldı. Ardından
Westerik’i de yanına alarak Latin okuluna yollandı.
Herpen’le Westerik, Rektör’ü konferans salonunda buldular. Beeckman, coşkulu bir
şekilde konuşuyordu:
“Evet, hemen her şeyden şüphe edebiliriz! Örneğin kötücül bir cin, beni şu an burada, bu
şekilde konuşmam konusunda yönlendiriyor olabilir. Hatta mevcudiyetim bile şüpheli.
Aslında bir bedene dahi sahip olmayabilirim. Ben onun birtakım imgeler sunduğu zavallı
oyuncağı olabilirim! Fakat sevgili dostlarım, bu durumda dahi bir şeyden şüphe edemem! Bir
şey, düşüncemi istediği yöne saptırıyorsa ortada düşünen bir varlık var demektir! Cogito ergo
sum!”
Son cümleyi duyar duymaz Herpen’in kafasında şimşek çaktı. Salondaki alkış kıyametini
duymuyordu. Kararlı bir edayla yerinden kalktı, kürsüye doğru ilerlemeye koyuldu. Westerik
de peşi sıra seğirtti. Kürsüye varınca mütebessim bir yüzle:
“Tebrik ederim sayın Rektör, muazzam bir konuşmaydı. Lütfen bilgisizliğimi bağışlayın,
sonda dillendirdiğiniz Latince söz ne anlama geliyor acaba?”
O anki coşkuyla karşısındaki kişinin kimliğini sorgulamayı akıl edemeyen Beeckman:
“Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyerek sözünü tercüme etti.
“Müthiş, gerçekten müthiş! Bu arada kabalığımı bağışlayın. Kendimi tanıtmayı unuttum.
Bendeniz Anton Herpen. Dedektifim.”
Herpen’in kendisini tanıtmasının akabinde Beeckman’ın yüzündeki güleçlik aniden silindi.
Ardından tekrar gülümsemeye çalıştıysa da bu gülümseyiş epey yapay olmuştu. Durgun bir
sesle:
“Memnum oldum Bay Herpen. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Zorluk çıkarmayarak…”
Beeckman; kaşlarını çattı, bir Herpen’e bir Westerik’e baktı ve titrek bir sesle:
“Nasıl yani? Bu da ne demek?” diye sordu.
“Şu demek Bay Beeckman: Rene Descartes’ı öldürmekten tutuklusunuz!”
“Siz ne saçmalıyorsunuz böyle? Benim onun öldüğünden bile şu an haberim oldu! Onunla
görüşmeyi kesmiştik!”
“Cogito ergo sum, Rene Descartes’ın fikriydi ve siz onu çaldınız. Descartes, günlüğünün
son sayfasına bu sözü yazmış.”
Herpen, konuşurken bir yandan da yanında getirdiği günlüğü sallıyordu. Sözlerini şöyle
tamamladı:
“Bu hırsızlığı kimseye duyurmaması için de onu sonsuza kadar susturdunuz!”
“Yalan! Buraya bana boş suçlamalarla hakaret etmek için mi geldiniz?”
“Yalnızca bu değil Bay Beeckman. Yanımda dün akşam panik içinde, kapıyı açık
bırakarak Descartes’ın evinden çıktığınızı gören bir görgü tanığı da var.”
Herpen, yardımcısı Westerik’i işaret ediyordu. Westerik, onun huyunu bildiğinden hiç
bozuntuya vermedi. Herpen, sözde görgü tanığına sordu:
“Gördüğünüz kişi Bay Beeckman mıydı acaba? Tekrar teyit edebilir misiniz?”
“Evet, ta kendisi!”
Gözleri pörtleyen Beeckman kaçmaya davrandıysa da Westerik hemen yetişip onu yere
devirdi. Böylelikle bu budala filozof, adaletin küçük mizansenine yenik düşmüş oldu…
Bir cevap yazın