KEŞKE
Yağmur, tufana ramak kala dönmüş, keyif atıştırmaları niyetine çiseliyordu. İş hanından çıktım. Daha ilk adımımı atmıştım ki mutedilin ortasına, şekilsiz parke taşının ıslak ve yersiz öpücüğüyle, yeni temizlettiğim pantolonuma attığı imza ile göz göze geldim. Hımmm bu kez soyut bir çalışma diye geçirdim içimden. Picasso’ya öykünüyor pezevenk.
Ben pantolonumdaki picasso ile halleşirken, bir çift duyarga tarafından izlendiğimi hissettim. Öyle yerli yersiz çok hissetmem; ama nasılsa bu kez hissettim.
Kafamı kaldırınca, mavi ile yeşil arası çocuksu bakışları üzerimde buldum.
Ben yaşlarda, salaş giyimli, saf bakışlı adam aradığını bulmuş rahatlıkta dikildi karşımda; ‘Merhaba Şahin’ dedi.
”Tanışıyor muyuz?” dedim.
Evet dedi; hatırlamıyor musun? Yıllar önceydi. 1991 yılının kasım ayının 23’ü. O gün cumartesiydi. Cumartesi günleri pek iş olmuyor. Pazar olsa çok iş olurdu. Ama cumartesi günleri pek iş olmuyor.
O gün kurtuluş parkında yaşlı kestaneyle konuşmamdan hemen sonraydı. Kötü haber vermeyi sevmiyorum. O’na artık yolculuğunun sonuna geldiğini söylemiştim. Yaşlı canlılara bayılıyorum. Vakur bir ağırbaşlılıkla karşıladı. Son birkaç yaprağını ve kestane dikenlerini de saldıktan sonra, ölümü kadim bir dostu karşılar gibi karşıladı. Çok iyi bir ağaçtı.
Sonra, parkın donmuş havuzundaki, japon balıklarını sakinleştirmeye gittim. Biliyor musun, japon balıkları hiç üşümez. Göl buz tuttuğunda bile, onlar annelerinin koynundaymış gibi rahattırlar. Ama sıkışıp kaldıklarında çok korkarlar. Bir daha yüzememekten ölesiye korkarlar. Bazıları kederden ölür de. İşte ben de onları sakinleştiriyordum.
Sonra sen geldin. Zemheri bir soğuk vardı o gece. Ağaçların üzeri çilekli pasta gibi kremayla kaplıydı. Ben çilekli pastaya bayılırım.
Oysa sen terliyordun. Sanki yeni ve uzun bir yolculuğa çıkacak gibiydin. Ama ellerinde az, kafanda çok yükün vardı. Ve nereye koyacağını bilmiyordun.
Kafanın içi, kaygı, sevgi, tereddüt bulamacıyla kaplıydı. Oysa gözlerin sadece korkuyu gösteriyordu. Ne bileyim belki de gözlerin doğruyu söylüyordu.
Japon balıklarından izin isteyip ayrıldım. Çok anlayışlıdır balıklar. Sana döndüm.
Korkma dedim. Yine o gün de bugünkü gibi ”pardon tanışıyor muyuz?” Dedin. Ah şu insanoğlu hiç değişmiyor.
Bunun önemi yok dedim. Korkma, git, O’na sevdiğini söyle. Söylemekten zarar gelmez. Sevmek güzeldir. Birinin kabulüne de bağlı değildir. İçin için uzaktan da sevebilirsin. Ama en güzeli karşılıklı sevişmektir. Tanrılar o anda zamanın durduğunu söylerler. Ben de inanıyorum buna.
Korkma, git O’na sevdiğini söyle. Bak orada seni bekliyor.
Mutlu olacağınızı biliyorum. Nasıl diye sorma.
Donmuş kurbağalar gibi yüzüme bakıyordun. Biliyor musun; donmuş kurbağalar, baharın yüzünü göstermesiyle birlikte sıçramaya kaldıkları yerden devam ederler. Neden, nasıl diye sormazlar. Bir kere daha sıçrayabildikleri için mutludurlar. Belki sen de öyle yapmalısın.
Bu ilk karşılaşmamızdı. Sonra bu parkta defalarca karşılaştık. Artık tek kişi değildin. O ilk gece oturduğunuz bankı defalarca tavaf ettiniz birlikte. O kadar tatlı konuşuyordunuz ki, uzaktan hep imrenerek izledim sizi. İşte sevginin dili dedim.
Nikahınızda da oradaydım. Ama sen beni görmemişsindir muhtemelen. Zaten, O’ndan başka kimseyi gözün görmüyordu.
Hastane koridorlarında deli gibi koşturduğun günü hatırlıyor musun? Baba olduğun günü diyorum. Delirdiğini sanmıştın değil mi? Bir bebeği doğuma ikna etmeye çalışmasaydım, ilk andan itibaren yanında olmaktı niyetim. Ama inatçı çıktı velet. İnsanoğlu hep böyle nedense. Bildiği kadarıyla razı olmak hücrelerinize işlemiş. Doğmamak için kordonunu doladı boynuna, daha hazır değilim çıkmam da çıkmam diye tutturdu. Sahi ne yapıyor O; alıştı mı dünyaya ?
Yağmur şiddetini arttırmış, şemsiyenin altında sonunun nereye varacağını tahmin dahi edemediğim monoloğu dinleyerek neredeyse evin yolunu kolaylamıştım.
Bir ara şemsiyenin sapındaki elinin olmadığını fark ettim. Dönüp bakındığımda, Kaldırımın kenarında bir saçak kuytuluğuna sığınmış hasta bir köpeğin patisini tutmuş, nefes almadan konuşmaya devam ediyordu. Beni çoktan unutmuş gibiydi. Paçalarımdaki ıslaklığın dizlerime kadar ulaştığını görüp yürümeye devam ettim.
Dizimi üç parmak geçe cebimin ücralarında anahtarlarımı arıyordum. Kapının homurdanarak açılmasıyla kedi büyük bir hasretle üzerime atladı.
‘N’aber abi geç kaldın’ dedi.
Sorma dedim, bir deliyle karşılaştım yolda bana bütün hayatını anlattı.
‘Getirdin mi nevaleyi’ dedi.
Getirdim getirdim merak etme; yaş mama için canını vereceksin be oğlum.
Ben mutfakta tabak ararken, omzumdan atlayıp bacaklarıma sürünmeye başladı. Televizyonun karşısındaki kurtarılmış bölgeme çekildiğimde, çoktan yumulmuştu mamaya.
Ağzını şapırdatma be oğlum diye takılma çabalarıma hiç oralı olmayarak cevap verdi.
Ay da geceyi terk ettiğinde, kedi çoktan uyumuş, televizyon gereksizliğin nirvanasına ulaşmış, başucumdaki kitaplar ucu yağlanmış vampir kazıkları haline çoktan dönüşmüştü. Kendimden dayak yediğim sayısız geceden biri nihayet başlamak üzereydi.
Bu kez anlayışlı yaklaştım kendime. Adam haklıydı galiba. Büyük bir hata yaptığımın farkındaydım uzun süredir. Ben o buluşmaya o gün gidecektim be oğlum…
10.07.2015 İzmir
Bir cevap yazın