“Acılarım kaç gün sürecek Portuga?”
“Kırk gün.”
“Kırk gün sonra geçecek mi?”
“Hayır, alışacaksın.”
Lise son sınıftayken teneffüste okuduğum “Şeker Portakalı” romanından karşılaştığım satırlardı
bunlar. Ruhumun, bedenime sığmadığı, dar bir elbise gibi sıktığı, içime binlerce iğnenin batıp
kanattığı, sivilcelerden yüzümün neredeyse görünmediği, aynalara küs olduğum için teneffüslere
çıkmamak üzere kendimi cezalandırdığım, ders çalışmaktan hoşlanmayan, yalnız, içine kapanık bir
öğrenciyken. Geçen zamanın benim için pek bir önemi yoktu. Hayatım, evle okul arasında geçiyor,
yaşamak zorunda kaldığım için mecburi ihtiyaçlarımı gideriyor, sorulan soruları cevaplıyor,
gerekmedikçe konuşmuyor, tüm gün hayal kurarak ait olduğum, beni bir nebze de olsun mutlu eden
dünyama çekilip orada yaşamaya kaldığım yerden devam ediyordum. O kadar alışmıştım ki kendi
dünyamda yaşamaya, gerçek hayata dönmek, sıkıcı geliyordu. Bunun sebebiyse sanırım cüce
olmamdı. Annemin dediğine göre üç yaşına kadar yaşıtlarıma göre hızlıca boy atarken, aylar, yıllar
geçmiş ve ben öylece kalmışım. Kendimi, unutulan susuz kalmış saksı çiçeği gibi hissediyordum.
Fakat yine de bazı zamanlar tıbbın imkansız görmesine rağmen umudum oluyordu. İçimin böyle
coştuğu zamanlarda sabahları kalkar kalkmaz metreyi elime alıyor boyuma bakıyor, gece uyurken de
boy atıp atmadığımı kontrol ediyordum, Elimi ıslatıp, duvara en uzak ne kadar vurduğumu
hesaplamak için zıplıyor tekrar metreye bakıyordum bu aralıksız günümün yarısını alıyordu. Çoğu
zaman, şişman ve kısa olan bacaklarımın çatlayacak olduğunu sanırdım. Bununla birlikte, sözde boy
uzatmaya yarayan bitkisel otlarını da almayı ihmal etmiyordum. Her gün aralıksız sabahları Bir litre
süt içiyor, boy uzatma egzersizlerini de uyguluyordum. Bunları yaparken yine hayatımın, bir parçası
olan metreye de bakıyordum, hala milim boy atmamıştım. Koridorda yürüdüğüm de uzun boylularla
yan yana gelmemeye özen gösteriyor, mümkün olduğunca topuklu ayakkabı giyiyor, ya da daha uzun
görünmek için parmak uçlarımla yürümeye gayret ediyordum tüm bunlar yine de cüceliğime çare
olmuyordu. Durumu kabullenmek, her dakika karşıma çıkıp benden uzun olduğunu yüzüme tokat gibi
çarpan insanlarla karşılaşmak ağrıma gidiyordu. Bir gün okul çıkışı önümden geçen öğrencilerin; “Şu
cüceye baksanıza!” demesiyle irkildim. İlk başta benden bahsettiklerini sanıp rahatsız olmuştum ama
etrafıma dikkatlice bakınca bizi süzen, geniş pantolonlu, koyu yeşil gömlekli, alnı geniş, yuvarlak yüzlü,
kederli bakışlı cüceden bahsettiğini anladım. Adam, gözlerini ayırmadan bakıyordu, özellikle bana.
Gözlerimi kaçırarak uzaklaştım. Fakat ertesi gün olduğunda okul çıkışı, yine şık kıyafetiyle, aynı
adamın bana baktığını anladım. Bir cüceyi sanırım en iyi bir cüce anlardı. Tıpkı bir hastayı başka bir
hastanın anlaması gibi bir şeydi bu. Bulunduğum yerden uzaklaşıp adamın beni görmeyeceği bir
yerden gizlice bakınca okuldan almaya geldiği biri olmadığını fark ettim. Günlerce bu durum sürdü.
Yaşlı cüce, her okul çıkışı, şık kıyafetleri, kederli, bir o kadar da boş bakışlarını üzerimde gezdirip ben
uzaklaşınca o da uzaklaşıyordu. Bu durum başka bir gün farklı ilerledi…
Yine bir çıkış saati yaklaştığında saatime baktım, tam beş dakika vardı zilin çalmasına pencereden
dışarı baktığımda beni süzen yaşlı cüceyi görmedim ve öğretmenimden izin isteyip çıktım.
Koridorlardan hızlıca iniyordum. Okul bahçesine geldiğimde ağaçların arkasına saklanıp onu
beklemeye başladım. Henüz gelmemişti. Hafif bir rüzgar esiyor ve ağaçlar huşu içinde terennüm
ediyordu. Bu sırada yokuşa baktığımda yaşlı cüce, kısa bacakları ve telaşlı yürüyüşüyle iniyordu.
Ağaçların dalları ve rüzgarda titreşen yaprakların arasından, taze bahar kokusunu içime çekerek onu
izliyordum. Yürürken elleri temkinsiz bir şekilde sallanıyordu. Yüzü soluk, bakışları tedirgin ve
ümitsizdi. Dudakları yokuştan indiği için sallanıyor, dolgun sarkık yanakları, sallanan göbeği buna eşlik
ediyordu. Nihayet zil çalmıştı, cüce adam, saatine baktı, çıkış kapısına bakan tarafa doğru ilerledi.
Burnunu çekerek, ellerini cebine koydu kapıya hareket etmeden baktı. Onun kapıda beklediği gibi
ben de kendimi beklemeye başladım. Düşününce bu durum açıkçası beni ürkütmüştü. Öğrenciler
yavaş yavaş azalıyordu. Adam dişlerini hafif sıkıp, gözlerini kısarak eli cebinde, bir ileri, bir geri volta
atıp çenesini sıvazlıyordu. Okul tamamen boşalınca adam, omuzlarını düşürdü, suratını astı. Birkaç
dakika daha bekledi ve beni bulamayınca başını eğip sessizce yokuş yukarı çıktı. Bu sırada güneş
batmak üzereydi sıcak bir ikindi vakti bu adamı merak edip, yavaşça takip ettim.
Dar sokaklardan, ayaklarıma çivi gibi batan sivri taşların üzerinden geçerken önümde sırasız dizilmiş
boyasız, kasvetli, iç karartıcı çıplak evlere gözleri andıran pencerelere, kurumuş bataklıklara ve
baharın uyanışından habersiz, ölüyü andıran çürümüş ağaçlara baktım. Burnumun direğini sızlatıp,
içimi kavuran bir matem kokusu yayılıyordu etrafa. Yokuş aşağı inerken, taşlar daha da ufalanıp
sivrileşiyor, evlerin ağır kasvetli havası yoğunlaşıyordu. Damların üzerinde dolanan kırlangıçlar
damarlarını çatlatacak kadar bamlıyor, ayaklarımıza dolanan ikindinin kızıllığında nefesimi tutarak
tedirgin, aceleci adımlarla önümdeki cüceyi takip ediyordum. Uzun yürüyüşün sonunda, cüce adam
asırlardır rengi solmuşçasına duran, duvarları dökülmüş, pencereleri örümcek ağlarıyla kaplı siyah
perdeli , bir evin içine kapıyı açık bırakarak sakince girdi. İçimde dizginlenemeyen dürtülerime engel
olamayıp ben de içeri girdim. Kapıda yazan not dikkatimi çekti. “Yalnızca cüceler girebilir” yazıyordu.
Kapıdan içeri girer girmez rahatsız edici gıcırtısı ve yüzüme yapışan örümcek ağlarını attım. Keskin bir
koku tüm vücudumu kapladı, yıllarca havasızlıktan kapalı kalan bir kutunun açılıp tüm havaya
yayılması gibi eski bir kokuydu bu. Karşımda duran devasa uzunlukta yıpranmış, döküntüler içinde
kalan merdivene baktım. Bu sırada müzik çaldı “Nocturne in E Flat Major” ve evin her yerinde
yankılandı. Salon ortasında duran abanoz sehpanın üzerinde rengi solmuş, cansız vişneçürüğü
rengindeki çiçek müziğin ahengiyle titreşiyordu. Duvarlardaki tablolar canlanmışçasına hareket
ediyordu. Köhne tırabzana tutunarak, müzik eşliğinde bir yandan duvardaki tablolara bakarak yukarı
çıktım. Etrafımı dikkatle inceledim, duvarların kül rengine boyanmış olması ruhumu daha da
karartıyordu bir an burayı terk etme duygusuna kapılsam da kapısı sonuna kadar açık olan odaya
doğru ilerledim. Müzik daha da yankılanıyor, duvarlardaki tablolar ve birkaç cüceye ait olan
fotoğraflar gözüme çarpıyordu. Odaya girdiğimde güneşli havanın yerini, grileşmiş alçalan bulutlar ve
rüzgarın savurmasıyla delice uçuşan siyah perdeler alıyordu. Sessizlik oldu. Müzik durdu ve gök ikiye
yarılır gibi gürledi, şimşek çaktı evin cam ve kapıları korkuyu hisseder gibi titredi. Odanın içindeki
cevizden oymalı vitrine, içindeki fincanlara, hayvan figürlü heykellere, ve yine aynı cücelerin olduğu
fotoğraflara, yanımda duran zümrüt yeşili, kenarları cevizden oyma koltuklara baktım. Rüzgar tüm
şiddetiyle eserken ayaklarımı yerden kesiyordu. Odayı daha dikkatle süzerken yere düzensiz bir
şekilde saçılmış sayfaları açık, sararmış kitaplar ve fotoğraflar göze çarpıyordu. Uçuşan siyah perdeler,
duvarlarda asılı durup sallanan tablolar, evin içine yayılan keskin baharat kokusu ve pencerenin tam
karşısına geçip yine cevizden oyma, yanları kabarmış, gıcırtılı, kılıfı sökülmüş zamana meydan
okurcasına ayakta durmaya çalışırken sallanan sandalyesiyle onu gördüm. Kısa, dolgun parmakları
ritmik bir şekilde havalanıp tekrar iniyordu. Yüzünü görmesem de uzaklara bakıp daldığını
hissedebiliyordum. Varlığımdan haberdar olduğu muhakkaktı. Ellerini kenetleyerek çenesinin altına
koydu, hiçbir şey söylemeden uzakları izlemeye devam etti. Bunu bir iki dakikaya kadar sürdürdü bir
ileri, bir geri duvardaki saatte buna eşlik etti: “ Tik tak, tik tak…” Dışarda şiddetli bir yağmur başladı ve
yağmur damlaları içeriyi doldurdu. Yaşlı cüce, sakin ve kendinden emin bir şekilde sandalyesinden
kalktı, ellerini cebine koyarak: “Hoş geldin” dedi. Vitrinin aynasından kendimi görüyordum şimdi,
yüzüm bir kadavrayı andırırcasına soluktu bir şey diyemeden önümdeki zümrüt yeşili kanepeye
gömüldüm. Yağmur tüm şiddetiyle bastırmış şarıl şarıl yağıyordu. Cüce şık kıyafetleriyle, yıllarca
unutulmuş, örümcek ağlarıyla sarılı, havasızlıktan canlılığını kaybedip bir tabuta dönen bu evde,
yaşadığını diretir gibi var olduğunu kabul ettirircesine ısrarla dinç durmaya çalışıyordu. Kainatın
yorgunluğu bir yerde toplanıp adamın seğiren sağ gözünde duruyordu şimdi. Elleri cebinde saçılan
fotoğraflara bakarak iç çekti, gözünü kapadı, derin bir nefes aldı ve şöyle dedi.
“Bizler, tüm alışılmışın dışında yaşayan bizler, sistemin dışında olan, daima dışlanan, yıkık ölmüş bir
şehrin içinde yaşayanlar olarak sence de yorulmadık mı?”
Siyah perdeler uçuşuyor, yağmur içeriye yağıyor, müzik yeniden çalmaya başlıyor, kapalı kapılar
sonuna kadar açılıp içeriden yüzlerini fotoğraflardan tanıdığım cüceler geliyordu…
Bir cevap yazın