Akşam güneşi dağların ardında kaybolmak üzere… Leman Gölü’nün kenarındaki kafeteryalardan birinde oturmuş, gölün, güneşin son kızıllığıyla vedasını seyrediyorum. Ruhumu saran yalnızlık manzarayla buluşuyor. Oysa etrafımda bir ses cümbüşü, akşam kalabalığının uğultusu, evine dönenlerin yorgun yakınmaları, gezintiye çıkanların gülüşmeleri, öbek, öbek oturan, müzik dinleyen gençlerin coşkulu kahkahaları… Benim sessizliğimse çığlık, çığlık. Suyun dinginliğine dalıp gidiyorum kalabalık yalnızlığımda. Karşıdan genç bir kız geliyor. Daha on beş, on altı yaşlarında olmalı. İncecik, uzun boylu… Kumral atkuyruğu saçları, üzerindeki sarı tişört, siyah beyaz kareli mini etek ve apartman topuklu ayakkabılarıyla öylesine şirin, öylesine masum görünüyor ki. Su gibi duru, saydam… Birden geçmişten bir görüntü düşüveriyor zihnime. Tıpatıp aynısı değil ama çok benzeri kareli bir kumaş… Giydiğim son etek… Gözlerim buğulanıyor, yüzümü gölün ışıltılı, berrak yüzeyine çeviriyorum, içim acıyor.
Ergenliğin tatlı kaprislerini yaşadığım zamanlar. Boyum uzamış, bedenim yeni, yeni şekil alıyor. O yaz, rengarenk mini etekler moda. Öyle böyle değil ama tam bir furya. Üzerine illa sarı, mor, yeşil bluzlar, omuzları açıkta bırakan askılı tişörtler giyilecek, altına da mantar topuklu apartman ayakkabılar…
Annem Almanya’da. Babamdan boşanınca soluğu orada aldı. Bir fabrikada çalışıyor. Babam da meydanı boş bulup bekârlığın tadını çıkartıyor o sıralarda. Bizimle birlikte kalan abim ise boynuna bozkurt madalyasını takmış, ağır abilerle takılıyor. Ortamımız böyle. Bana gelince, okula devam etmeye uğraşan ve yaşamı akraba evlerinde öğrenen bir yeni yetmeyim. Oturup kalkmayı, hayatın ilişki ve çelişkilerini kendimden birkaç yaş büyük kuzenlerim ya da ailenin yetişkin kadınlarından öğreniyorum…
Annesiz kalmak kötü, sudan çıkmış balık gibiyim. Herkes ayrı terbiye etmeye kalkışıyor. Genç bir kız gibi değil de, oturaklı bir kadın gibi davranmamı istiyor aile büyükleri. Ne kendim gibi olabiliyorum ne de onlar gibi.
Günler böyle geçerken hızla büyüyor, değişiyorum. Uzaktan uzağa sevdiğim biri var. Güzelim ama daha güzel ve çekici olmak istiyorum. Beğenilmek için makyaj yapmaya merak salıyor, modayı takip ediyorum. Onunla karşılaşınca gözü dönsün, deli divane olsun istiyorum.
Dayımın kızı da o yaz nişanlandı. Sevdiğim delikanlının ailesi de davetli nişan törenine. Zaten aynı mahallenin çocuklarıyız. Babamdan yüklüce bir alış veriş parası kopardım. Eee nişan kıyafeti bu, kolay mı? Dayıkızları, teyzekızları hep birlikte çıktık çarşıya. Çarşı kazan, biz kepçe misali. Hepimiz kıyasıya bir yarış halindeyiz içten içe. Modaya uygun cicilerimizi aldık.
Babam hiç sormadı bile ne nedir, ne kadar tuttu. Zaten bizimle ilgilendiği yok adamın, gece hayatına dalmış, sabaha doğru alkol kokusuyla geliyor eve.
Günlerden cumartesi, erkenden kalkıp banyomu yaptım. Hayallere dalıp bir süre dolandım durdum ortalarda. Acaba dansa kaldırır mı beni? Ya dans bilmiyorsa? Ya dans ederken kalbimin sesini duyarsa? En korktuğum şey de başka birini sevip sevmediği. Hemen savdım sonra beynimden bu ihtimali. Benden güzelini mi bulacak? Lakin çekincelerim, ikilemlerim rahat bırakmıyor bir türlü. Boşanmış ailelerin kızlarından pek hoşlanmıyorlar. Anasına bak kızını al sözü, o günlerde ve hâlâ geçerli kaynanalar için. Oysa bir bilseler annemin nasıl bir şiddet çemberinden geçip hayatını zor kurtardığını…
Zihnimde gezinen düşüncelere dalıp gidince saat de çabucak akıp gidivermiş. Bu düşüncelerden sıyrılıp hazırlanmaya başladım. Saçlarımı tepeden toplayıp atkuyruğu yaptım. Bluzum menekşe moru, boyundan bağlı, omuzları açıkta bırakanlardan. Mini eteğim siyah mor kareli. Belim ince, bacaklarım uzun olduğundan çok yakıştı, mankenlere benzedim. Parizyen, parlak bir ten çorabıyla tamamladım kıyafetimi. Hafif de bir makyaj, pembe ruj, biraz rimel… Aynadaki görüntüm harika… Tenim pürüzsüz… Çok şanslıyım ki ergenlik sivilcesi çıkmadı yüzümde. Kendime gülümsedim ve ayakkabılarımı giyip küçük bir koltukaltı çantasıyla çıktım evden. Parfüm kullanmıyorum henüz. Boynuma bahçeden fulya çiçeği koparıp sürdüm. Doğru sokağa…
Daha köşeyi dönmeden abimle burun buruna geldik. “Nereye kız bu halde?” diye celallendi. Şaşırdım bir an, korktum. Gözleri kıpkırmızı, sanki içine kaçmış. Gece eve de gelmedi.
“Abi, Ferda’nın nişanı var ya… Hadi sen de giyin de bize yetiş, ben halama gidiyorum” dedim.
Gök gibi gürledi. “Dön eve, çabuk!”
İrkildim, ne yapacağımı kestiremeden çakılıp kaldım yerime. Betim benzim atmış olmalı ki, “Korkma kız” dedi. “Çorabın kaçmış arkadan, çirkin görünüyor, dön eve değiştir.”
Edilgen kişilik sorgulamaz ne yazık ki, yalnızca onaylar. Ben de sessizce gittim peşinden. Kapıdan girer girmez saçımdan tutup yakaladı, mutfağa doğru sürükledi beni. Annemin ince bir oklavası vardı, gürgen ağacından, kendimi bildim bileli, kaç bayram, kaç evin baklavasını açtı onunla. Kâbusum olacağını bilse kırar atardı belki. Nasıl bir ruh haliyse, abim başladı bacaklarıma, baldırlarıma vurmaya… Her vuruş alev, alev yakıyor tenimi. Ne feryatlarım ne de yalvarışlarım işe yaramıyor. Ağır devirli plaklar gibi aynı sözleri tekrarlayıp duruyor. “Orospu mu olacaksın, benim başımı önüme mi eğdireceksin?”
Acının zamanı ölçülemez. Bir saniyenin, bin yıl gibi geldiği anlar vardır ya, işte öyle geldi bana. Çorabım paramparça, saçlarım dağılmış, rimelim akmış, bacaklarım kıpkırmızı ve şiş, elinden zorla kurtulup attım kendimi odama, kapıyı kilitledim… Bir süre daha höykürdü kapının önünde. Ar, namus, şeref, hepsini benim üzerime yıkıp çekti gitti…
Saatlerce ağladım. Aklımda ne sevda kaldı ne de nişan. Onuru kırılmış küçük bir kız çocuğuyum o an. Ah, annem gitmeseydi, yanımda olsaydı diye hıçkırırken, bir etek nasıl orospu yapar beni, sorusu geçiyor aklımdan. Masum, bir mini etek sadece.
Kim belirliyor namusun ne olduğunu? Kim dayatıyor bu hastalıklı namus anlayışını, toplum mu, mahalle baskısı mı, yoksa abimin siyasi inancı mı? Parçalamış bir ailenin çocuğu üstünde hak iddia edenler mi orospuluğun sınırlarını çiziyor? Ya da herkes kendine bir suçlu mu arıyor, arızalı ruhunu tedavi edecek?
O gün daha birçok soruyla boğuşup ağlayarak uyuya kaldım. Saatler sonra da kapının şiddetle yumruklanmasıyla uyandım. Yataktan kalktığımda değişmiştim. İçimdeki ilk isyan, ilk uyanıştı başlayan… Kendim olma vakti gelmişti…
Bir cevap yazın