Sonsuz boşlukta yağan kar taneleri Uranos’u Gaia’yla yekvücut kılmak istercesine durmaksızın yağıyordu. Her saniye gömülmekte olan vücudunu bir an önce örtmekte sabırsızlanan kar yaşamın her kırıntısına son vermeye yeminli olduğunu hiç unutmuyora benziyordu. Yaşamı ölüme çevirmeden, düzeni kaosa dönüştürmeden tüm varlıkları içine alıyor, yaşamı yok etmeden durduruyordu. Yüzüne doğru yağan taneciklere baktığında yeryüzüne yükseldiğini hissediyordu. Oysa olan tam tersiydi. Gaia’da yeni tepecikler oluşuyor, Gaia tüm heybetiyle Uranos’la buluşmaya gidiyordu. İşte o da bu tepeciklerden birinin içinde olacaktı. İki azılı düşman, karı- koca, iki sevgili Gaia’nın doğurduğu her şeyi tekrar yutması ile tekrar kavuşuyorlardı. Ve her şey gibi o da Gaia’nın karnına doğru ilerliyordu. Huzurluydu ama. Formunu yitirmeden mükemmel bir yok oluşa doğru ilerliyordu. Nefes alış verişleri yavaşlamış, vücut ısısı giderek düşüyordu. Sessizliği deneyimliyordu. Hiçbir telaş, çırpınış olmadan öylece uzanıyordu. Tam o sırada sağ böbreğinde bir ağrı hissetti. Ardından bir kadına mı erkeğe mi ait olduğu bilinmeyen tıslama şeklinde bir “Pardon!!!” kulaklarına erişti.
Gözlerini açtı. Kalabalık bir nebze olsun dahi azalmamıştı. Kutu gibi, sıcak metroda tüm kokuları ve sıcaklıkları ile iç içe geçmiş hoşnutsuz insan kalabalığına baktı. Meditasyon işe yaramış, bir an için burada olmadığını varsayabilmişti. Şimdi ise buradaydı. İnmesine bir durak kalmıştı. Birazdan Taksim’de olacaktı. Üzerini düzeltme ihtiyacı duydu bacaklarına kitlenmiş açgözlü, yılışık bakışlar karşısında. Sonra da bu ihtiyacı hissetti diye sinirlenip bakışların sahibine uzun uzun öldürücü olmasını umut ettiği bakışlarla karşılık verdi. Kapının açıldığını, kalabalıkla sürüklendiğini hissetmesine rağmen alnın ortasında beliren asabi bakışlar silinip gitmiyordu yüzünden.
Kulakları uğuldadı sonra. Bitmez gibi görünen merdivenleri ne zaman çıktığını, gün ışığının ne zamandır tenini yaktığını anlayamadı. Bir yanma, tüm vücudunu saran soluksuz bir yanma ve ona eşlik eden güneşin yanında sürüklediği erken yazı boğazına ilmek gibi sarılan ışınları ile hissetti. Ateşin terbiye edici gücünü, cehennem fantezilerini düşünerek Mars’ın ateşten savaş arabasını görmeyi umdu ufukta. Ama parlak ışıkta gözleri ufka erişemeden yere doğru acıklı bir yengi ile geri döndü. Bu sıcakta neden hala dikilip kaldığı düşüncesine dönerek az önceki zayıflığını bir de aptallık payesi ile perçinledi. Bu iki kamçı betonla kaynaşmış gibi hareket etmek istemeyen bacaklarını sürüklemeye yetecek kadar azim vermiş olmalıydı ki Gezi Parkı’na doğru ilerleyecek gücü buldu kendinde.
Şimdi ağaçların altındaki banklardan birine oturmuş, yola bakan gürültülü kısımda bile olsa kendini şanslı ve rahat hissedecek lükse sahip olduğunu düşünüyordu. Park kalabalıktı, annelerinin elini tutan çocuklar, işten çıkmış belli ki biriyle buluşacak olan beyaz yakalılar, beraber kıyasıya gülen ve etrafa çıkardıkları gürültü ile huzursuzluk vermeye and içmiş neşeli ergenler, bankamatik kartını ATM’de unutup unutmadığını veya dolandırılıp dolandırılmadığını kestiremeyen ve bu yüzden huzursuzlanan yaşlılar ve İstanbul’un metropolit yapısını ortaya koyma misyonunu üstlenmişçesine her biri bambaşka dünyalara ait olan şaşkın şaşkın etrafta dolanan daha nice insanlar…
Her biri kendi ekseninde yarattığı dalgalanmayla yörüngesine almayı beklediği uydu insanları kovalayan insanların çekimine takılabilirdi. Ama istemiyordu. Onları izleme, çekimlerine takılıp başka biri olma ihtimaline olabildiğince yaklaşma ve varlığını duyumsamama oyunu oynayabilirdi. Ama bugün olmazdı. Bugün “onunla” görüşecekti. “Onun” için özenle giyinmiş, saçlarını baharın esintilerine koyvermişti. Havada uçuşup duran ama bir türlü dillerine inmeyen ne kadar kelime varsa bugün çağıldamalıydı, ikisi arasındaki cereyanda asılı duran sözcükler çarpışacak ve yeni bir dil doğacaktı yeryüzünde. Bakışlarda, kısa süreli dokunuşlarda varlık bulan o sarsıcı heyecan kelime kelime varlık bulacaktı. O yüzden bugün kendisi olmaya cesaret edebilmeyi diledi. Var olmanın hafifliğine daha fazla dayanamazdı. İnsan olmanın tüm ezici yükünü sırtlanmaya hazırlanmıştı. Aralarında üleştirecekleri kadim sırrın altında aydınlanmayı umut etti.
- Merhaba, oturabilir miyim? Boş mu?
Soruya karşılık olarak önce bir toparlanıp hiç bakmadan hızlı bir “Tabi!” soludu insansı karaltıya. Yan tarafına oturan genç adamın esmerliği ve iri gövdesi dışında pek bir şey fark edilmiyordu. Yüzü bakışımsızdı resmen. Dağılıp giden bir vazonun parçaları bir araya getirildiğinde bir vazoya ne kadar benziyorsa bu parça parça olan yüz de o kadar benziyordu bir yüze. Çekinimsiz bakmanın mümkün olmadığı genç adama bakmaktansa bir kitap çıkardı çantasından. Kaldığı yerden okumaya çalıştı.
- Bu otelin ismi ne zamandan beri Gezi Oteli?
Sorunun verdiği irkiltiyle düşünmeye çalıştı. Bunu hiç düşünmemişti. Cevap vermiş olmak için “ Uzun zamandan beri öyle herhalde” dedi
- Gezi olaylarından sonra mı verildi bu isim? Ben Gezi’ye geldiğimde dikkat etmemiştim. Sen de Gezi’ye gelmiş miydin?
Huzursuzca kıpırdandı. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Şimdi de Gezici olup olmadığını mı öğrenmek istiyordu bu adam. Sivil olup olmadığını anlamak için yüzünü çevirip o tarafa doğru tekinsiz bakışlar attı. Ancak genç adamın kendisine doğru eğilmiş olan bedeninin çekingen kıvranışından bir diyalog kurmaya çalıştığını kavradı. Okul yıllarından kalan refleksleri harekete geçmiş, tanımadığı birine fazla bilgi vermemesini telkin ediyordu. Sonuçta kimin sivil çıkacağı, ne amaçla ne öğrenmek istediği belli olmazdı ya dilinden çıkan kelimler kulağına ulaşmadan boynunu öne doğru bastırıp kelepçe takılması an meselesiydi. Uyanan paranoyası “ al, al, al, al….” diye haykıran polislerin baskınlarını taşıdı gözlerinin önüne.
- İstanbul’a yeni geldim de pek bilmiyorum. Aslında bir de Gezi’de gelmiştim. Ama o zaman hiçi dikkat etmemiştim buna. Rahatsız ediyorum galiba. Kitap okuyorsun.
Kızararak ardı ardına sıraladı bunları. Gülümseyerek “ Aslında birini bekliyorum.” Dedi. Nazikçe insanları başından atmanın verdiği alttan alıcı gülümsemeyi de ekleyerek mesajın yerine ulaştığını görmek için biraz daha döndü esmer bakışımsız adama. Ancak esmer iri gövde cevap üzerine titredi ve küçük bir çığlık koyverdi. Bakışımsız yüzünün her parçasında kendisinden menkul duygular belirdi. Dehşet, korku, şaşırma ve her birinin içine sinmiş hüzünlü bir acıma duygusu. Bu tepkileri beklemiyordu sarsıldı biraz. Koca gövdeyi titretecek kadar ne söylemişti ki?
Genç adam hiçbir şey söylemeden yerinden kalkıp ilerledi. Tam önünden geçecekken kendisinden daha esmer olan gölgesini düşürdü kadının üstüne. Kadın ürperdi, az önceki acımaya katışmış saf merhameti görmese korkacaktı da belki. Esmer adam eğilip kadının ayaklarını ovdu, dudaklarından akan gözyaşı parlaklığındaki “Bilmiyor” kelimesi ile acıyı aldı zihninden. Kadın alev alev yanan ayaklarını fark etti sonra. Nice zamandır yandığını, parçalandığını hatırlamıyordu. Metronun çıkışındaki sırt çantalı çekik gözlü adamı, sağır eden patlamayı, yanıp kül olduğunu, parçalarının etrafa savrulduğunu yavaş yavaş hatırladı. Bir daha bir araya gelemeyecek şekilde dağıldığını, parçalarının başkalarınınkine karıştığını duyumsamıştı sonra. Bu iç içe geçmeden sonra acının da çığlıkların tek olduğunu, bütünlüğe kavuşmadan parçalandıklarının ayırdına varan kalabalıkla tek nefeste nasıl da can verdiğini yanan ayaklarının hala soğumadığını hissettiğinde kavradı. Parçalarının iç içe geçtiği kalabalığa baktı. Esmer adam yanan ayaklarını söndürdü. Bakışımsız parça parça yüzünden merhameti alıp yanına koydu. Sonra ait olmadığı kentin gökyüzüne bakarak uzaklaştı.
Kadın oturup kalmıştı banka. Ölümü kavrayınca belleği genişledi. Ölümlülerin sözcüklerine sığamayacak kadar genişleyen belleği ile düşünmek istedi. Ufka doğru bakarak eski alışkanlığı ile düşünmeye çalıştı. Ama burada ufuk yoktu, sınır yoktu, düşünmek de yoktu. Oysa ölümlü zihnine sahip olsa düşünecekti şimdi. “O” gelmiş miydi, onu parçalanmış bir şekilde bulmuş muydu, ağlamış mıydı, bir daha iyi olabilecek miydi? Ölümlü zihninde kurduğu kurgulardaki gibi geride kalanları düşünmüyordu. Gökyüzünün sonsuzluğunu sığdırdı zihnine. Sadece umut edebildiğini fark ettiği zaman “Ona” seneler sonra ulaşması için gökyüzüne gizemli bir “Hişt Hişt” gönderdi.
Bir cevap yazın