“Gölge, kişinin yaşam boyu hesaplaşmak zorunda kaldığı öbür yüzüdür!”-Carl Gustav Jung (1875-1961)
Tam olarak onu ne zaman kaybettiğini bilmiyordu. Bilemezdi! Tek hatırlıdığı şey onun yokluğunu fark ettiği gündü; güneş parlıyordu ve gökyüzü masmavi ve yakındı. Hiç onu böyle hatırlamıyordu. Kasabanın meydanında dikilmiş çocukların neşe dolu bağırışmalarını dinliyordu. Çocuklar kaygısızca koşuşup oynuyorlardı. Birden yaşlı bir adam belirdi, çıkıverdi aniden servilerin soğuk gölgelerinin arasından ve günaydın dedi yumuşacık bir ses ile, o da; ” size de ,” diye yanıtladı farkında olmadan ve ekledi; “Ne güzel bir gün ne güzel bir gökyüzü değil mi? “Yaşlı adam kafasını salladı; “Tadını çıkarın bu güzelliğin tadını çıkarın geç kalmadan! ” . Sonra yavaşça uzaklaşıp gitti ve o tam o anda fark etti yaşlı adamın gölgesini; eğri iğri bir şeydi; yanındaki karartısı ışık ile nesnenin buluşmasından doğmuş zamanın mekansal simgesiydi. Nesnenin önü veya arkasına gelişi, kısa veya uzun oluşu, zamanı, hacimsel biçimi ile yaşı temsil ediyordu, yaşlı bir adamın sabah saatlerinde var oluşunu simgeliyordu bu yere serili karartı…birden içinden kendi gölgesine bakmak geldi; yana baktığında ise birşey yoktu sonra kuyruğunu kovalayan köpek misali etrafında döndü ama nafile gölgesi yoktu! Anlık şaşkınlık yerini korkuya bırakmıştı var olan herşeyin gölgesi olması gerekmezmiydi gölgesi yoksa acaba ölü muydu? Bunları geçirirken aklından değerli bir şeyin kaybedilmesinden doğan o sevimsiz his büyüyordu durmadan içinde. Düşündü; ” Ama ben varım işte nefes alıyorum güneşin sıcaklığını yüzümde hissediyorum çocukların neşeli seslerini duyuyorum gözlerim gölgemi görmesede mavi bulutsuz gökyüzünü rahatlıkla görüyorum!”
Bu ilk şok ve arkasından gelen korku ve çaresizliği atlatınca gölgesini nerede kaybettiğine odaklanmıştı. Aklına birşey gelmiyordu gölgesini en son ne zaman gördüğünü bile hatırlıyamıyordu hatta esasen hiç gölgesi olmuşomuydu ondan bile tam emin değildi.
Gölge nedir ki? Nesnenin kendi uzantısında yarattığı koyuluktan başka! Bu koyuluk olsada olmasada nesnenin özü değişmeyeceğine göre aslında çokta gerekli birşey değildi! Ama gelen günler hiçte kolay geçmemiş ve ister istemez yolda gölgesini önünde veya arkasında taşıyanları görünce onları imrenmeden geçememişti yanlarından. Belki bunu kimseciklere açıklayamayacaktı ama açıkça mutsuzdu. Bu durum ne kadar sürmüştü ve hangi evrelerden geçmişti burada bunu anlatacak zamanımız yok ama herşey bir gün bir gazete ilanı ile başka bir boyut almıştı.
Ticari ilanda aynen şöyle yazıyordu;
“Müjde müjde! Gölgesini herhangi bir nedenden dolayı kısmen veya tamamen kaybedenler artık bu mutsuzluğu hayat boyu yaşamak zorunda kalmayacak zira Doktor Epsilon’un gölge evinde gövdesiz kalmış başı boş gölgeler kaybolan gövdelerini bekliyorlar. Gelin ve gölgelerinizle tekrar buluşun. Artık hiç bir gövde gölgesiz kalmayacak!”
Bu ilanı okuyunca şoke olmuştu zira o ana kadar bu sorunun sadece onu ilgilendirdiğini sanarken şimdi bu problemden birçok kişinin sıkıntı içinde olduğunu öğreniyordu. Aslında bu onu hem şaşırtmış hemde umutlandırmıştı hatta bir yerde Dr. Epsilon’un gölgeleri gövdelerden ayırıp tekrar buluşturmasını bilinçli bir iş girişimi olarak algılamış ve için için ona kızmıştı ama o anda aklında olan tek şey vardı o da bir an evvel Doktor Epsilonun gölge evine gidip kayıp gölgesini bulmaktı.
Gölge evi şehirden uzak bir yerdeydi ama bu onu caydıramayacaktı.
Sabahın erken saatlerinde yola çıkmıştı. Güneş hala doğmamış ince bir ışık ufuğu boydan boya kesiyordu. Cadde boştu ve onun kullandığı araba dışında bir araç ortalıkta görünmüyordü. Evlerin ışıkları geceden kalan son izlerdi ve birazdan güneşin doğuşu ile silinecekti. Acelesi yoktu ama heyecanlıydı. Düşünmeden edemiyordu. Acaba kaybettiği gölgeyi bulabilecekmiydi? Çok emin değildi öyle bir gölgeyi pek hatırlayamıyordu. Belki de hiç gölgesi olmamıştı. Gölgesiz doğmuş bir gövdeydi! “Gövde sağlam olduktan sonra ucundaki o karartı kimin umurundaydı ki?”
Belki de Dr.Epsilonun gölge evine gitmesi bir hataydı. Belki de herşeyi doğal seyrine bırakması daha uygun olacaktı…
Gün doğmuştu. Günün ilk ışıkları yüzünde dalgalanıyordu. Yolu yarılamış olsada hala cadde boştu ve ondan başkası yolda kimse görünmuyordu. Biran kuşkuya kapıldı. Bu durum alışılagelmiş birşey değildi. Caddenin bu saatte bomboş olması tuhaftı hatta çok tuhaftı! Aslında bu onu tedirgin etmiyordu yolun boş veya dolu olması birşeyi değiştirmiyordu mesele varacağı yere zamanında varmasıydı. İnternette okuduğu habere göre ” Gölge evi” nin önünde genelde büyük izdiham yaşanıyormuş. Bu onu daha da çok şaşırtıyordu. Kendi kendine ” Nede çok gölgesini kaybeden varmış!” diye düşünmüştü. Sonra da kendine açıklama yapıyormuşcasına;” Belki de çoğumuz ne kendi gölgesini ve nede başkasının gövdesini bilmez. Acaba gölgelerimiz yok sayıldıkça bizden soğuyup kopup kayboluyorlarmıydu?” Birden aklına takılmıştı; acaba Dr. Epsilon’un gölgesi varmıydı? Kim bilir belki de Dr.Epsilon da aynı sıkıntıyı yaşamış ve sonra böyle bir girişimde bulunmuştu!
Gölgelerimiz varlığımızı aydınlatan bir ışığı simgeliyordu. Bu ışıktan yoksun kadığımızda gölgemizden de yoksun kalıyorduk. Demek ki sadece var olmamız yeterli değildi. Umursamazlığın karanlık gecesine adım attığımızda, gölgelerimiz bizi terk ediyordu ve biz yalnız ve mahzun ortada kalıyorduk! Asıl tuhaf olan ise o geceye girdiğimizden çoğumuzun haberi bile yoktu.
O yaşlı adamın bozulmuş gölgesini görmeden önce kim bilir kaç yıldan beri o karanlık gecenin içinde yaşamıştı?
Şehir çoktan geride kalmış küçük büyük kasabalardan geçiyordu hala yolda bir tek o vardı. Sonra bunun bir düş olduğunu düşündü. Evet evet bu bir düştü. Bu ıssızlığın başka açıklaması yoktu. Uyanmak istedi ama uyanamadı. Belki de çok yorgundu! Sonra birden bire Gölge evi kapısında buldu kendini. Kapıda onlarca kişi vardı. Bir tanıdığa rastlar korkusuyla şöyle etrafta göz gezdirdi. Kimseyi tanımıyordu. Sonra ilginç birşey oldu; bir ses duyuldu ve isimler çağırmaya başlandı. Herkes gibi oda şaşırmıştı bu isimler nerden biliniyordu? İçerdeki gölgelerden mi öğrenilmişti? Okunan isimlerden kimileri ortada yoktu isimleri okunanlar ise heyecan içinde dar bir kapıdan içeri giriyorlardı sıra ona geldiğinde öğle saatlerine yaklaşılıyordu; kapıya doğru tedirgin adımlar ile yaklaştı. Kapı aralandı ve o içeri girdi. Ortalık aydınlıktı. Etrafta yüzlerce gölge kaybettikleri gövdeleri arıyordu. Gölgelerin arasından geçerken kendi gölgesi ile karşılaşabileceğini düşündü. Acaba hangisi diğerini daha önce tanıyacaktı? Yüzlerce gölge ayaklarının dibinde yere serilmişti ama hiçbiri ona uymuyordu sonra yeni gölgeler geldi ama onlar arasından da kendi gölgesini bulamadı.
Kendi kendine düşündü belki bu içinde yaşadıkları âlem de Hakk’ın vücûdunun gölgesiydi ama onlar bunu idrak etme mertebesine varmamışlardı. Saatler boyunca binlerce gölge ile buluşmuş fakat aradığını bulamadıkça kaybettiği gölgeyi bulma umudu azalırken dünyaya küsmeye başlamıştı!
Gölgeler Velasquez*’in “las Meninas” eserinde olduğu gibi gövdelerden bağımsız birer karartı gibi yere serilmiş ve umursamazlığın karanlığında, tablonun sağından akan ışığı göremez olmuş ve herşeyin yalan oluşuna inananmaya başlamışlardı!
Ve işte tam da bu anda birden bire karşısında bulmuştu o gölgeyi, çaresizce arıyordu yitirdiğ gövdeyi; “İnce uzun bir kadın gördünüz mu? Kara bir yılan misali bir kadın ve o gözler ki bu sonsuz karanlık gecenin içinde alev gibi yanıyorlardı!” Hayır böyle bir kadına rastlamamıştı. Belki de yanından geçmiş ama onu fark etmemişti. Gölge onun yanıtını merakla bekliyordu . Belki de o yitirdiği gövdeye kavuşmak için bir yol aralayacaktı. Adam eğildi ve yere baktı. Gölgesinin boşluğunda aradı uygun sözcükleri ve birden kelimeler, kelimeler ki artık onun değillerdi, kelimeler ki bir başkasının yansımasıydılar yanyana sıralandılar; ipe çekilmiş inciler gibiydiler,irili ufaklı, parlak sönük,dolu boş, yakıcı soğuk ve şöyle dedi; “Bir an gelir hayatımızda herşey çok durulaşır işte bu anda; kendi kendimize işte budur benim aradığım gövde işte budur benim aradığım gölge demek gelir içimizden! O anda kayıp olanı bulmuş gibi oluruz! Ah ne mesut bir andır o an!”
Gölge duyduğu bu sözcükler büyüsüne öyle kaptırmış ki kendini nerdeyse eriyip çözülecek gibiydi. Adam susmak istese de konuşmaya devam ediyordu ;
“Ama sakın! Sakın o anı geleceğe bağlamaya çalışmayın zira bunu beceremezsiniz! Unutmayın ki bu dünya bu sürekliliği kaldıracak yer değildir dostum! Burası ayrılıklar, acılar, aşağlanmalar dünyasıdır. Bilin ki asla o mesut anlar birbirine bağlanamaz ve buna çalışıp beceremeyenler hep mutsuz olurlar! Hayal kırıklığına uğrarsınuz, kendinize olmuyor olmuyor der ve kapılırsınız o kısır mutsuzluk döngüsüne!
Neden? Sana soruyorum dostum neden? Neden bu anı özgür bırakmak varken onu belirsiz bir geleceğe kurban edelim ki ?Bırakalım bu an uzadıkça uzasın sanki gelecek hiç gelmeyecek gibi davranalım gelin o anın tadını çıkaralım izin verelim bu tad damağımızda kalsın! Bırakalım mutluluk ve umut doldursun hücrelerimizi ve cennet büyüsün içimizde!
Unutma ki Zaman, Öncesiz ve sonrasızdır! Tanrı da öyle! Ama biz yoktan var olmuş ve tekrar yok olacağız! Peki durum böyleyken çözüm ne dostum?
Çözüm anda saklı, bir anda Zamanı ve Tanrıyı bir yerde yakaladığımızda, sadece o anda bir anlamda bizde sonsuzlaşabiliriz tanrılaşabiliriz ve bu an sürdükçe güçlü mutlu ve ölümsüz oluruz…bu anı, bu anları çoğalttığımızda şse daha fazla mutlu oluruz! İşte bütün mesele bu dostum anları yakalamak! İşte budur tek kurtuluşumuz….”
Sonra gövde elini uzattı ve o hiçte kendisine benzemeyen gölgeyi kendine çekti! Gölge biran duraksadı ve sonra birden bıraktı kendini ona!
Biranda iç içe girdiler aşka susamış aşıklar gibiydiler ve sonra yan yana uzaklaştılar o karanlığın içinden!
Ufukta güneş parlarken o dar kapının arkalarından kapandığını duymayacaklardı bile…
Milano-2015
*-Diego Rodríguez de Silva y Velázquez (d. 6 Haziran 1599 – ö. 6 Ağustos 1660), İspanyol ressam.
Bir cevap yazın