Turgut tabldot sırasının en önünde bekliyordu. Benmarideki kapakların açılmasıyla bulgur pilavını ve kuru fasulyeyi görünce morali bozulsa da yemek bankosunun yanındaki örtünün çekilmesiyle portakal kasaları ortaya çıkınca gözleri ışıldadı. Tabldotuna bir tane koyduktan sonra gözünü yemekhanenin öbür köşesine çevirdi, konu ne olursa olsun millete laf etmeyi vazife edinen şefin bakmadığından emin olunca hızla bir tane daha alıp cebine attı. Hem karnı açtı hem de gece vardiyası yorucuydu. Yine de, bir ara yerim, diye düşündüğü portakal gece boyunca aklına gelmedi. Mesai bitip servise bineceği sırada cebindeki şişkinliğin ne olduğuna bakınca hatırladı çaldığı portakalı. “Neyse, oğlan yer,” diyerek yememeye karar verdi.
Eve vardığında üzerini değişmeden kendini yatağa attı ama sağ cebindeki portakalın bacağına yaptığı baskıyla hoplayıp nimete küfrettiğini bile bile gariban meyvenin yedi ceddine söverek kalktı yataktan. Cebinden çıkardıktan sonra sokak lambasından gelen ışıkla aydınlanan perdeleri açık odada üç saniye boyunca onunla göz göze gelmeyi denedi ama bir türlü muvaffak olamadı. Portakalın gözleri mi olurmuş? Sormadığı sorunun cevabını birkaç saniye sonra ister istemez öğrendi. Öyle olunca bu kez onu duvara fırlatmayı düşündü. Bu sefer de nimeti fırlatmak fikri ona kısacık bir ürperme ve azıcık bir enerji getirdi. Mutfağa giderek portakalı buzdolabına koydu, “Cezasını sabah veririm artık,” diye düşünüp odaya döndü ve kendini tekrar yatağa bıraktı.
Sabah uyandığında güneş doğmuş ama henüz tepeye çıkmamıştı. Bu, Turgut’un vaktinde uyandığını düşünmesi için yeterliydi. Karnını ovuştururken gelen seslerle birlikte gece yarım bıraktığı portakalın cezasını verme işi geldi. Onu parça parça ettikten sonra yarısını kendi yiyecek yarısını Tuğrul’a verecekti. Bir insan portakala niye kızar ki? O da bu soruyu kendine sordu ama cevap veremedi, öfkeliydi işte. Ha portakala ha başka bir şeye. Dolabı açtığında portakalı göremeyince kan beynine hücum etti. Hemen salona koştu.
Gözlerindeki şimşekler çok sinirli olduğunu söylüyorlardı. “Portakal,” dedi oğluna, “dolaptaki portakalı sen mi yedin?” Küçük çocuk titreyerek “Yooo,” dedi, “ben yemedim ki.”
Aslında babasından üç saat önce uyanmış, televizyonu açıp bir süre çizgi film izledikten sonra dolabın yanındaki ekmekten bir parça koparıp sokağa çıkmıştı. Dik bir yokuşun tam ortasındaki evlerinin önünde önce sağa sonra sola bakmış, yokuş çıkmak zor geldiği için koşarak yolun aşağısındaki parka kadar gitmiş, hatta sokaklarının bekçisi Karabaşla yarışıp kazanmıştı bile. Soluk soluğa kalınca boyası kalkmış salıncaklardan daha renklisine oturup nefesi yerine gelene kadar dinlenmişti ama umduğunun aksine parkta kendisinden başka çocuk olmadığı için geri gitmeye karar vermişti. Biraz önce ışık hızıyla indiği yokuşun çıkışını görünce yanlış bir karar verdiğini anlamışsa da mecburen ağır aheste eve dönmüştü.
Bir kuru ekmek neye yarar ki, hele sabah sabah. Üstüne bir de bu yorgunluk olunca, eve girdiğinde annesinin öldüğünü unutup dolabın kapağını açmıştı yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla. Annesi gideli beri buzdolabı çoğunlukla boş oluyor, babası kuru ekmeğin yanında yediği domatesi ve diğer şeyleri de tezgahın üstünde bırakıyordu. Bu sabah ekmekten başka hiçbir şey yoktu tezgahta.
Şans bu ya, annesi ölmüş olsa da babasının gece cezalandırmaktan vazgeçtiği portakal tam karşısındaydı ve o da dayanamayıp yemişti. Başka bir şey var mı diye dolaba bir kez daha bakıp bir şey bulamayınca da tekrar televizyonu açmış kaldığı yerden çizgi film izlemeye devam etmişti.
Ve işte babası bir hışım salona girdiğinde annesinin öldüğünü yine unuttu ve onun illa ki bir çözüm bulacağını düşünerek “Yooo, ben yemedim ki” diye cevap verdi. Cevap vermesiyle birlikte yüzünde yediği şamarla kuş gibi bedeninin havalanması ve hemen arkasındaki sandalyeye çarpıp aynı anda yere devrilmeleri bir oldu. Babasının ikinci bir tokat atacağını düşündüğü için gözlerini sımsıkı yummuş titreyerek bekliyordu. Turgut sonunda “Gözlerime bak” diye kükreyince korkuyla gözünü açıp hemen geri kapattı ama ikinci kükreme karşısında bir şey yapamadı. O titrerken babası elini indirmişti. “Gözlerime bak ve doğruyu söyle bak! Gözler yalan söylemez,” dedi sol eliyle sağ elinin densiz bir şey yapmasını önlemek ister gibi. Tuğrul “Ben yedim,” deyince kıyametin kopacağını düşündüyse de öyle olmadı. Babası kalkıp masanın üstündeki annesinin vesikalık resmini eline aldı. “Gözler yalan söylemez,” dedi bir daha. “Birbirimize yalan söylemeyeceğiz bu evde tamam mı?” diye kükredi bir daha. “Başkasına da söylemeyeceğiz ama birbirimize hiç söylemeyeceğiz, tamam mı?”
Tuğrul, kurban edilmekten kurtulmuş bir koyun gibi şaşkın ama sevinçli başını salladığında babası çoktan tezgahtaki ekmeğin yarısını koparıp arasında bir şey varmış gibi yavaş yavaş, sindire sindire yemeye başlamıştı. O da gidip tekrar televizyonun karşısına attı kendini.
Turgut mükellef kahvaltısını bitirdikten sonra bir şey söylemek ister gibi salonun kapısına kadar geldiyse de sadece “Çıkıyorum,” deyip cebindeki üç tane bir lirayı sesini oğlunun duyduğundan emin olacak şekilde ayakkabılığın üstüne bırakıp çıktı. Bu, ekmek al, demekti.
Babasının gece mesai bitene kadar geri gelmeyeceğinden emin olan çocuk kalkmak için acele etmedi. Nihayet çizgi film bitip o da kapının yanına gittiğinde bir ekmekle birlikte biraz da zeytin alabileceğini görüp sevindi. Tuvalete gittikten sonra salona, üç liraya ve kapıya baktı. Karnına dokundu ve göbeğini tartar gibi yaptı. Biraz açtı hala. Fırına ve markete gitmeye karar verdi. Fırın yokuşun tepesindeydi. Bu sefer tercih şansı yoktu. Mecbur tırmandı tıngır mıngır. Zirveye ulaştığı zaman her zamanki gibi dönüp aşağı baktı muzaffer bir komutan edasıyla.
Fırına varması için biraz daha yürümesi gerekiyordu. Ama düz ayak olduğu için bu problem değildi. Fırına gelmeden iki bina önce yeni bir oyuncakçı açıldığını gördü. Görür görmez de açlığını unutup mağazaya daldı. Yarım saat önce televizyonda gördüğü bütün karakterler oradaydı. Daha önce de görmüştü aslında onları ama hepsini bir arada görünce annesi hiç ölmemiş gibi sevindi. Bunun farkına vardığında yirmi yıl geçmiş olacaktı ama onu şimdilik karıştırmayalım.
Önce tüm koridorları hızla bir kez turladı. Mağaza müdürü çocukların oradan oraya koşmasından hiç rahatsız olmaz aksine alacağı primleri düşünüp mutlu olurdu normalde ama Tuğrul’un yanında kimse olmadığı için onu gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Koşup yorulan Tuğrul bu kez mağazayı yavaş yavaş gezmeye başladı. Tüm oyuncaklara bakıp televizyondaki gibi konuşmalarını bekliyor ama ancak plastik ve donuk cevaplar alıyordu.
Örümcek adam reyonuna geldiğinde yine umutla tek tek gözlerine baktı. Yok. Onlardan da bir cevap alamadı ama onların arasına karışmış, daha doğrusu tıkılmış bir Sünger Bob dikkatini çekti. Sünger Bob sadece yanlış rafa tıkılmamış üstelik sağ eli rafın arkasındaki vida çıkıntısına takılmıştı. Tuğrul sarı arkadaşını özenle kurtardıktan sonra bir mucize oldu ve Sünger Bob onunla konuşmaya başladı. “Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, havasız kalmıştım.” Tuğrul oyuncağın ışıltılı gözlerine baktı. Yalan söylemiyordu. Ne diyeceğini bilemedi. Bob onun yerine konuştu. “Burası çok havasız, hadi dışarı çıkalım,” dedi. Tuğrul bunun üzerine diğer raflara bakmaktan vazgeçip yeni arkadaşıyla oynamak üzere kapıya doğru yürüdü. Ama mağaza müdürü kapıda onu bekliyordu. Bob’u hızla arkasına sakladı.
Müdür en şirin haliyle sordu “Bir şey almadın değil mi yavrum?” Tuğrul evde yaptığı gibi “Yooo,” dedi ama müdür ellerini göster bana deyince korkup kaskatı kesildi. Müdür de onun gibi kaskatıydı. Birden adeta bir dejavü oldu babasının sabah yaptığı gibi ve aynı sertlikte “Gözlerimin içine bak ve doğruyu söyle,” diye kükredi müdür. Sabah korkusu yersiz çıkmış ve babası gözlerine bakıp doğruyu söylediği sürece problem olmayacağını söylemişti. Aklına o gelince yavaş yavaş Bob’u çıkardı arkasından. Ne diyeceğini bile düşünmüştü o birkaç saniyede. Onu nasıl kurtardığını ve nasıl konuştuklarını anlatacaktı. Oynamak için dışarı çıkmayı Bob’un önerdiğini söyleyecekti. Olmadı. Bob’u gören müdürün ay sonu envanter eksiğinden dolayı kendisinden yapılacak kesintinin aklına gelmesiyle, başka müşteri olmamasından da cesaret alıp, “Hırsız piç kurusu” diye Tuğrul’a vurması bir oldu. Bob bir tarafa Tuğrul öbür tarafa uçtu.
Tokatın sertliğinden ziyade kafasının karışıklığından sersemlemiş bir şekilde “An..” derken onun artık olmadığını hatırladı. Kasanın önüne uçan Bob’la göz göze geldi. “Baba…”
Bir cevap yazın