Sabaha karşı köpeklerin havlaması karanlığın sessizliğini bozuyordu. Köylerde uyuyan insanları uyandıran horozların işini büyük şehirlerde köpekler yapıyordu. Yağ tenekesindeki ateş sönmüş, burnuma is kokusu geliyordu. Öksürerek uyandım. İçinde bulunduğum haral hem su, hem de rüzgâr geçirmiyordu. Belli bir adım ya da adımız yoktu. Bazen çöpçüydük, bazen toplayıcıydık, bazen kâğıtçı, bazen çekçekçi, bazen de yanına yaklaşılmayandık. Ben kendime geri dönüşüm uzmanı diyordum. Herkesin bir uzmanlık alanı vardı. Yaşamın gerektirdiği gibi yaşamaya çalışıyorduk. Köpek havlamaları eşliğinde haraldan çıktım. Önce dayıya uğrayıp bir sıcak çorba içme niyetindeydim. Üşüyen ellerimi birbirine sürterek ısınmaya çalıştım. Olmadı. Arabanın buz kesmiş destek noktalarından tuttum ve sırtımı arabaya yasladım. Biraz ilerledikten sonra yokuşun başına geldim. Arabadan destek alarak ayaklarımı kaldırdım ve yokuş aşağı doğru kayarak indim. O sırada attığım sevinç çığlıkları sanki küçük çocukların heyecanlı oyunlarına benziyordu. Sokaklar boş iken bize sert ve kirli gözlerle bakanlar da olmuyordu. İnsan olmak zor ve sınırlı sayıda üretilmişti. Dayının yerine geldim. Adı da böyleydi zaten. ’’Dayının yeri’’. Sabahın soğuğu içime işlemişti. Kapıyı açtım. Kapının üstünde duran zil çınladı. Dayı tezgâhın arkasından içeri kimin girdiğine baktı. İçerden dışarı doğru kirli yüzüme vuran sıcak çorba kokusu burnumdan her nefes alışımda beni benden alıyordu. Keskin nane kokusunun dükkânın içinde dolaşması insanı yatıştırıyordu. ‘’Selamın aleyküm dayı’’ dedim. Dayı yüzündeki çizgiler sayılabilecek yaşa gelmiş, elleri nasırlı, yüzünde daima hoşnutsuz bir ifade takınan, asker alışkanlığı olsa gerek her sabah sinekkaydı traş olan bir adamdı. Dayının yüzündeki terler yere damlarken ‘’Aleyküm selam Rıfat efendi’’dedi. Boynuna astığı beyaz olan fakat yer yer yağ lekeleri görülen sararmış havlu ile yüzünü sildi. Sabah ezanı okunmaya başladı. Sokak köpekleri de aynı zaman da tekrar havlamaya başladılar. Ezanın sesi ile birlikte dayıda çorbanın başından ayrıldı. Arka tarafta uyuduğu küçük bir oda vardı oraya geçti. Ezan bitti. Namaz kılmaya başladı. Bu küçük dükkânda yaşıyor, her sabah çorba satarak geçimini sağlıyordu. Bildiğim kadarı ile kimi kimsesi yoktu. Mardin’den akrabalarının yanına giderken geçirdikleri bir trafik kazasında tüm ailesini kaybetmişti. Sekiz sene önce de buraya gelmiş, elinde olan ne varsa satmış bu küçük dükkânı satın almıştı. Dükkânda bulunan üç masadan birinin üstüne çakı ile kazınarak ‘’Seni seviyorum Aylin’’ yazılmış masaya oturdum. Aylin muhtemelen zengin birinin kızıydı. Aylin’in bu küçük dükkâna gelip bu yazıyı görme ihtimalini düşündüm. Aşk imkânsızlıktı. Hayatın bu ücra köşelerinde, belirgin olmayan yaşantılarında, hep göz ardı edilmiş yerler de bile aşk vardı. Hatta hoşnutsuz suratı ile bu masayı silmek için gelip, her gördüğünde küfür eden dayının dükkânında bile aşk vardı. Ben dalgın dalgın otururken dayı tezgâhın arkasına geçmiş, dolaptan çıkardığı metal kâseye çorba doldurdu. Yanına bir dilim limon ve bir kaşık koydu. Yanıma geldi. Tabağı masaya bıraktı. ‘’Sağ olasın dayı’’ dedim. Yüzüme aynı hoşnutsuz tavırla baktı ve tezgâhına döndü. Çorbayı dibi tutmasın diye karıştırmaya başladı. Önümdeki baharatlıktan bir tutam kekik aldım önce kokusunu içime çektim sonra kâseye bıraktım. Sabahın ilk çorbası sıcak sıcak boğazımdan mideme doğru indi. İçim ısınmıştı. Çorbayı bitirdim, ekmekle bir güzel sıyırdım. Masaya 3lira bıraktım. ‘’Eyvallah dayı’’ diyerek dayı ile vedalaştım. Kapı açılınca tekrar zil çınladı. Güneş doğmuş yavaş yavaş insanlar sokaklara dökülmeye başlamıştı. Arabamın yanına gittim. Montumu çıkardım. Arabama astım. Her gün sırtıma yüklediğim boş arabamın bir değeri yoktu. Benim bir değerim yoktu. İçi boş olan hiçbir şeyin değeri yoktu. İnsanlar hor görme sanatını icra eden bir nesil doğurdular. O nesil büyüdü. Aldırış etmiyordum. Amacım haralı doldurmak ve karnımı doyurmaktı. Arabamın içinden eldivenlerimi alıp ellerime geçirdim. Hazırdım. Ayakkabılarıma baktım. İki sene önce arabamla yokuştan inerken renkli binaların arasında duran, beyaz bir binanın camından çöpe fırlatılan beyaz ayakkabılar artık simsiyahtı. O yokuştan inerken gülüyordum. Hala yokuşları inerken gülüyorum. Yazın haral çuvalımın içinde, kışın ise günlüğü yedi lira olan yersiz, yurtsuz, ipsiz, sapsız, hırlısı, hırsızı kim varsa görüp görebileceğim bütün uğursuz kişilerin kaldığı hanlarda kalıyordum. Bu işe üç sene önce başlamıştım. İlk arabayı ellerimle kavradığımda kendimden utanmış, sokaklarda bana bakan kirli gözlerin altında ezilmiştim. Çöp konteynırlarını açtığımda burnuma gelen koku midemi bulandırıyor, durmadan kusuyordum. Babamın yaptırdığı gecekondu yedi şiddetindeki depremde yıkılınca ben ve kız kardeşim suna dışında ailemden kimse kalmamıştı. Yalnızlık beni Balıkesir’den İstanbul’a getirmişti. On yedi yaşımdaydım. Sokaklarda yatıyor, bazen bakkaldan ekmek çalıyor, karnımı doyuruyordum. Sokaklarda köpeklerle arkadaş kedilerle yoldaş oluyordum. İnsanlar benden tiksiniyor ben ise onlardan nefret ediyordum. Hep aynı yerlerde geziyor, sağdan soldan geçenleri rahatsız edip para istiyordum. Bazıları acıyan gözlerle cebindeki bozuk paraları veriyor, bazıları ise küfürler ederek beni kovuyordu. Sonra ağa denen bir adam beni fark etti. Bana bu arabayı ve haralı verdi. Karşılığında ise benden sadece gülmemi istedi. Gülümseme karşılığında bir araba, kulağa ne kadar komik geliyor değil mi? Burada herkes ağaya çalışırdı. Yaşlısı, genci herkes ama herkes ağaya çalışırdı. Ağa bir kilo kâğıda tam on dört kuruş veriyor. Tam tamına on dört kuruş ne eksik ne fazla. Ağanın büyük bir deposu vardı. Dokuz tane geri dönüşüm uzmanı çalışıyordu. Büyük bir tartısı ve üstünde büyük bir afişe yazılmış fiyatlandırma listesi vardı. Bir kilo kâğıt on dört kuruş, alüminyum bir buçuk lira, kutu bir buçuk lira, bakır, plastik, naylon, jelâtin beş kuruştu. Geri dönüşümcülerin bayram etmesini sağlayan malzeme ise bakırdı. Bakırın kilosu tam on iki liraydı. Ağa getirdiğin malı hemen tartar. Paranı eline sayardı. Ağanın yanında Arap diye bir adam vardı. Ağanın yardımcısı gibiydi ama o da bu işi yapıyordu. Ağanın yanında kalıyor, malları kâğıt, plastik, karton diye bölümlere ayırıyordu. Ağa yemek söylediğinde muhakkak yanında arap oluyordu. Kafasından çıkarmadığı beresi, bir düğmesi eksik olan yeşil gömleğine sığmayan göbeğinin deliğini gösterip, sarı dişleriyle gülerdi. Arap bir ayı kadar güçlü ama bir kaplumbağa kadar ağır hareket eden bir adamdı. Toplayıcılardan iki kat daha fazla mal toplar, üç kat fazla yemek yerdi. Bana mıntıkaları öğretirken gözlerini yukarı kaldırıp ‘’Allah şahit gardaş benim mıntıkama girersen bir gece senin şah damarına jileti vururum’’diyerek beni korkuturdu. Sonra gözlerini yüzüme çevirip, ‘’korkma la korkma’’derdi. Siniri ise hayata ve okutması gereken iki kızına para göndermeye çalışması ile örtüşüyordu. Arap’ın çatık kaşlarının bulunduğu yüzün altında, koca bedeninin arkasında kızlarını okutma derdine düşmüş bir baba çaresizliği vardı. Arap bana işi öğretti. Mıntıkamı öğrendim. Bir gün yollarda arabası ile depoya gelirken bir kamyonun arkadan vurması ile vefat haberi geldi. İki ay sonra Arap unutuldu. Ben işi öğrenmiştim. Kız kardeşim ise altı yaşındayken Mehmet Manas isimli bir ailenin evlat edinmesi ile birlikte hayatını kurtarmıştı. İki ayda bir kere de olsa kız kardeşimi görüyordum. O artık Suna Mercan değil Suna Manas olmuştu. Her gittiğimde Mehmet amca cebime para koymaya çalışır, ‘’gel bırak bu işleri’’ der, kız kardeşimin gözyaşlarının akmasına sebep olacağını bilmeme rağmen kabul etmezdim. Mehmet amca tüccardı. Eşi Nalân ise ev hanımıydı. Çocukları olmuyordu. Sıradan bir yaşamları varken kardeşimi evlat edindiler. Mehmet amca gözlük camlarını silerken kulağıma eğilip ‘’Suna evin ışığı oldu be’’ derdi. Her gittiğimde yemeklerini yer, kirli çamaşırlarımı temizleyen Nalân teyzenin ellerini öper, kardeşimin ‘’gitmeeee’’ diyerek kendini yerden yere atışlarını görür kahrolurdum. Gözyaşlarını gördüğümde ise ona fark ettirmeden dolan gözlerimi yakama silerek arkamı dönerdim. Arabamla o dik yokuşu koşarak çıkardım. Hüzün bazen insana gerektiğinden fazla güç veriyordu. Böylece günler geçiyordu. Yazın sıcağı, ter ve susuzluğun üstüne yorgunluk eklenince ayaklarımda su toplanmasına neden olmuştu. Günde dört tur mıntıkamda dolaşıyor, yaklaşık on kilometre yol gidiyordum. Belirli bir düzen tutturmuştum. Mahallede herkes beni sever, ellerinden geldiğince giymediği kıyafetlerini bana verirlerdi. Bazen mahalle bakkalı ekmek arası helva verir ‘’Çok sıkışırsan buraya gel’’ derdi. Gece olunca Büyük tepe’ye çıkar. Yağ tenekesinde ateş yakar çay demlerdim. Çayı içerken şehre bakar, her gece sıcak sütünü içerek uyuyan kardeşimi düşünürdüm. Ateşin sıcaklığı karşısında cep kitabımı okur, bu kitap belki de benim geri dönüşüme verdiğim kâğıtlar sayesinde kitap olmuştur diye söylenirdim. Sonra haralı yatırıp içine girer yıldızları seyrederek uykuya dalardım.
Bir gün sekiz kilometre gittikten sonra aşınmış ayaklarımla mıntıkamdan ilk defa çıkmaya niyetlendim. Arap’ın mıntıkasına girmek istiyordum. Arap’ın mıntıkasını Hasan diye biri almıştı. Duyduğum kadarı ile hasan üşengeç bir yapıya sahip, nasıl olsa mıntıka benim diyenler gibi düşünüyordu. Karşı da bulunan dar sokak Hasan’a aitti. Ağır ağır ilerledim. Biraz korku, biraz endişe, biraz da heyecan sardı bedenimi. Ellerim uyuşmuştu. Sokağın sonu yok gibi uzundu. Az ilerde bulunan direğin dibindeki çöpü ve üç koli parçasını fark ettim. Sokağın yolları bozuk olduğundan arabam sarsılıyor ve tangır tungur sesler çıkartıyordu. Çöpe yaklaştım. Üç karton parçasını katlayarak haralın içine attım. Çöp poşetini açtım bir pet şişe vardı. Onu da haralın içinde ayrı tuttuğum bir poşete koydum. Mıntıka dışında ilk kez bir yerden mal topluyordum. Sokağın sonuna doğru ilerlerken sokağın sağ tarafında olan yokuşu gördüm. Hızlanıp o yokuşu kahkahalar atarak inecektim. Çünkü sadece yokuş inerken dudaklarım açılıyor. Yüzümde bir mutluluk çemberi oluşuyordu. Arabanın soğuk metal destek noktasından kavrayarak hızlandım. Sokağın sonuna gelince bedenimi ani bir manevra yaparak sağa doğru çevirdim. Önüme aniden fren ve korna sesinin birbirine karıştığı bir taksi çıktı. Arabam yere yan düştü. Haralın içinden biraz karton ve pet şişe sokağa saçıldı. Taksici kirli sakallı, saçları yok denecek kadar seyrek, gözleri ise yarım yamalak açık bir şekilde bana baktı. Gözlerinde uykusuzluk ve bıkkınlık vardı. Elini camdan sarkıtmış parmaklarının arasında tuttuğu sigarası ile yüzüme baktı. İşte ‘’o bakış’’ dedim içimden. Nefret, acıma, egonun o vazgeçilmez üstünlüğü, hor görme, bir köpeğe verilen değer. İşte taksicinin bakışı buydu. Bütün bunların toplamı bu bakıştaydı. Taksici elini kapıya vurarak ‘’Ulan zaten bir faydan yok bir de zarar veriyorsun, bir de gelmiş önüme atlıyorsun.’’diye bağırdı. Ben yere düşmüş haralı kaldırmaya çalışırken ‘’Lan sana diyorum ölmek mi istiyorsun pezevenk’’ dedi. Kollarımla kaldırdığım haralı yere bıraktım. Çömeldiğim yerden kalktım. Taksici sigarasını atmış içerideki eliyle bir şeyler arar gibi yapıyordu. Yanına gittim. Bağırarak ‘’ben mi bir işe yaramıyorum dedim ben mi?’’ diye sordum. Yüzünde aradığı şeyi bulamamın telaşı içinde bir ifade oluşan taksici yüzüme hafif bir korku içinde bakıyordu. ‘’Ben var ya ben haftada 16 ağacı tek başıma kurtarıyorum’’dedim. Bir yandan da ayağımla attığı sigarayı eziyordum. Korkmuştu. Artık emindim. Ses tonunu yükseltmek ve dış görünüş insanı bariz bir şekilde üstün yapıyordu. Taksici birden gaza bastı. Yere düşen arabamın koluna çarptı. Çarpmanın etkisi ile yere düşen dikiz aynası taksicinin bana bıraktığı küçük bir hatıra olarak kaldı. Aynayı yerden kaldırdım. Kendime baktım. Uzun zamandır aynaya bakmıyordum. Yüzümdeki kirler ve gözlerimdeki parıltıyı görünce mutlu oldum. Gülümsedim. Ağzımı açınca kırık dişimi gördüm. Orada olduğunu görmek, eksik yanlarımı bilmem için iyi bir nedendi. Sonra düşündüm. Tarihte ilk kez dikiz aynasını bulanın bir kadın olduğunu kim bilebilirdi?
Bir cevap yazın