60’lı 70’li yıllarda, Karşıyakalı olup da özel alışverişler için İzmir’e Kemeraltı’na inmek hem bir zorunluluk hem de keyifli bir gezintiydi.. Karşıyaka’da bulunmayan , Kemeraltı’nda vardı, vapurla karşıya geçer, saat kulesinden doğruca mahşeri kalabalığın içine dalardık..
Biz çocuklar için farklı anlamlar taşıyan bu eğlenceli gezinti annem için daha lezzetli yemekler, cuma akşamlarına özel mönüler demekti.. Oyuncakların, tüllerin, şekerlerin, ayakkabıların önünden hızlıca geçer, Kemeraltı’nın te dibinde Havra Sokağı’na dalardık…
Havra Sokağı İzmir’in çok eskilerden beri bilinen yiyecek çeşidi bol, bir nevi pazar sokağıdır. 400 yıllık Sinagogların varlığı ile bu ismi almış.. Peynir, balık, turşu, sucuk, sakatat, manav ne ararsanız.. Anımsıyorum da, bu sokakta çocuk gözüyle her şey ne kadar parlak ve renkliydi! Meyveler capcanlı, balıklar parlak gümüşi, cam kavanozlarda turşular rengârenk, demet demet salamura yapraklar, mezeler, bin bir çeşit peynir, tahin helvalar, en tazesinden ciğerler, marullar, domatesler, limonlar….
Annem filesini taşıyabildiği kadar doldurur, elime de Ali Galip’ten bir Şemsiye Çikolata tutuşturur, acele vapura seyirtirdik.. Sonraki günlerde annemin buharlı mutfağında damaklarımızı şenlendiren nefis yemeklerinin kokusuyla , akşam sokak lambalarının yanmasını bekler… Babam gelir gelmez sofraya otururduk.. Annem mini etekli elbisesini giyer, babam pikaba bir plak koyar, ben de papatyalı plastik tacımı takardım..
Sofraya gelen tencerede French Cuisine püf’leriyle anne tarzının mükemmel birleşiminden oluşan lezzet, yanında özenle hazırlanmış birkaç mezeyle şölene dönüşüverirdi.. Ağabeyimle bana “kan yapsın” diye yarım su bardağı kırmızı konulur, babam iki parmak rakısını buzlardı… Geriye dönüp baktığımda; bu yaşananların bir mucize olduğunu düşünürüm, ne tv, ne telefon, ne internet…
Bugün hayatımızda fazla olan ne varsa yoktu.. Ufacık memur maaşıyla ne kadar çok heyecan yaşıyor ve tat alıyorduk hayattan! Yaşadığımız her günün kendine has bir sürprizi vardı..