Durağan giden hayatımdan sıkılmış olmalıyım ki bir cuma akşamı Eskişehir’den apar topar, kaçar gibi, iki gün sonra tekrar geri dönmek koşuluyla ayrıldım. Hayatımda yapmış olduğum en büyük çılgınlık budur diyebilirim. Yaşantımdaki durağanlığı idrak edebilmeniz için bu kadarı yeterli zannedersem.
Bir dakika bile düşünmeden, plansızca Antalya’ya gitmeye karar verdim. Antalya’ya ayak basınca da ticari taksiye atlayıp doğruca Kaleiçi’ne gittim ve Kaleiçi’ndeki bir pansiyona yerleştim. Mayıs ayıydı. Her taraf bembeyaz, ‘süt gibi’ ecnebi hatun kaynıyordu. Şimdi gitsem, orasını yine aynı şekilde bulacağımdan zerre kadar şüphem yok. Bazı yerleşkelerin sarışın kadınlar kadar çekici olduğu doğrudur. Antalya ve özellikle Kaleiçi de aynen öyle. Bu arada sarışın konusu tamamen benim kişisel fikrim. Sarışın kadınlara bayıldığım için güzel olan pek çok şeyi bu şekilde sıfatlandırma gereği duyuyorum. Siz, cümlenin o kısmına istediğiniz kelimeyi koymakta özgürsünüz.
Mayıs olmasına rağmen hava çok sıcaktı. Eskişehir’de doğup büyüdüyseniz böylesi sıcaklar sizi buharlaştırabilir. Ben de buharlaşmamak için bir an önce odama çekildim. Güneş batıncaya kadar klimayı açtım ve odadan çıkmadım. Ama uyuyamadım da…
Yatakta dönmekten usanınca duşa girdim. Akşam olur olmaz da gecenin ılık kollarına bıraktım kendimi. Kaleiçi’ne adını veren kalenin olduğu yerde oturdum biraz. Turistleri gezdiren faytonlar geçtiler önümden. O harikulade kadınlar, atlar hızlandıkça çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Yanımdaki ihtiyar kendinden beklenmeyecek bir üslupla ”Sarhoşken de bir başka oluyor bu azgın şeyler,” deyince, ”Buralı mısın amca?” deme gereği duydum nedense. Daha demincek salyaları akarak konuşan ihtiyar faytonlar gözden kaybolunca, elindeki bastonun varlığını tekrar hisseder olduğunda ”Evet,” diye zayıf bir ses tonuyla cevap verdi soruma. ”Aslen buralı mısın peki?” sorusu hiç gereği olmayan bir soru olduğundan soru hakkımı; ”Burada hareketli, gezilebilecek, ya da şöyle denizi görebileceğim manzarası olan bir yer var mı?” sorusuyla kullandım. Eski kurt, ”Bira içeceksin demek ki” diyerek şıp diye anladı derdimi. Eliyle sol tarafı işaret edip ”Yol boyunca dümdüz yürü. İleride orduevini göreceksin. Sonra sağ tarafında Mark Antalya görünecek. Ana cadde tarafında. Sen yine dümdüz yürümeye devam et. 100 – 200 metre ileride solunda bir park olacak. Otur, orada iç biranı. Hatta travestiler mravestiler de var, kafana göre takılırsın,” dedi. İhtiyarda önemli bir kısa devre sorunu olduğu kanısına vararak ”Sağ olasın amca, iyi akşamlar,” diyerek tarif ettiği istikamete doğru yürümeye başladım.
İhtiyarın tarifine sadık kaldığım için verdiği bütün ipuçlarını yol boyunca görüyordum. Orduevi, Mark Antalya vs… Sonunda söylediği parka da geldim. Parkın karşı tarafında yan yana tekel bayiler vardı. Havanın sıcaklığı ve tekel bayilerin de parka çok yakın olması sebebiyle açılış baabında iki tane bira aldım. Daha fazla alırsam çabucak ısınırdı biralar. Bira, soğuk içilir!
Yeniden parka geldiğimde etrafı şöyle bir kolaçan ettim. Travesti falan da görmediğim için gönül rahatlığıyla oturdum bir köşeye. Salça olup kafamı şişirmelerine tahammül edecek durumda değildim çünkü. Ama sıklıkla hiçbir şey planladığınız gibi olmaz. Olmadı da zaten.
En fazla on beş dakika oturdum oturmadım iki tane ”dalyan gibi” travesti karşımda beliriverdi. İlk biramı bitirdiğimden diğer biramı aldım, kalktım banktan. Üçüncü adımımı atarken travestilerden birisi ”Baksana yakışıklı! Çevreyi kirletmek sana yakışıyor mu hiç ?” diye seslendi arkamdan. Bankta bıraktığım boş bira kutusunu ima ettiğini anladım. Geri döndüm, boş bira kutumu da alıp uzaklaşıyordum ki kalın sesiyle, ”Boyu 1.90 var bence Deniz. Sence?” dedi meraklı travesti. Diğeri, ”Bahse girerim 1.86,” diye bir tahmin yürüttü. ‘İkiniz de bilemediniz ama siz çok yaklaştınız. Boyum, 1.87’ demekle neyi ispat edeceğimi bilemediğimden, konuştuklarını duymamazlıktan gelip yürüdüm, gittim.
Tuhaftır, aynı parkın elli metre ilerisinde bir sürü kelli felli adam oturmuş, içiyordu. Herkesin güvenli bir bölgesi olduğunu hatırladım yeniden. Çoğunluk, başkalarının sınırlarını ihlâl etmemesi gerektiğini gayet iyi biliyor. İşte buna içilir.
Orada da boş bir yer bulduğuma sevindim ve oturdum. Çok geçmedi üzeri perişan hâlde bir ayyaş ”Afiyet olsun,” diyerek çöktü yanıma. ”Eyvallah,” demek istemesem de yıllardır bu alemde olan dudaklarım benden bağımsız bir şekilde telaffuz ettiler o teşekkür mahiyetindeki kelimeyi. Adam konuşabilmek adına ”Ateşin var mı?” diye sordu. Sigara içmediğimden, ”Yok,” yanıtını verdim. Bir an önce gitsin diye kısa cümleler kurmaya özen gösteriyordum. ”Ne bokuma yaşıyorsun?” o zaman dedi. Bi siktir ol git başımdan demek geldi içimden ama kırıcı olmak istemedim.
Biram bitince tekrar bira almak için kalktım yerimden. ”Bana da bir bira ısmarlar mısın?” dedi, ayyaş adam. Hiç cevap vermedim. Bayiye gidince üç bira, bir paket sigara ve çakmak aldım. Sigara, çakmak ve biranın teki ayyaş adamındı. ”Bu, sigaran. Bu da çakmağın” deyip birasını uzattım. ”Ben sigara içmem ama yanımda bulunsun, belki içerim,” dedi. Çakmağı, ”Lüzumu yok, lazım olmaz,” deyip istemedi ve ”Keşke bana şişe bira alsaydın, ben kutu bira içmiyorum,” diye de ekledi. O an, oracıkta becermek istedim onu. Sabaha bırakmak aptallık olurdu. Ama onu da yapmadım. ”İstemezsen ben içerim. Dert değil,” demekle yetindim. Umduğu ilgiyi bulamayan ayyaş ”Tamam tamam. Ver. İçerim ben,” dedi ve bir fırtta yarısını yudumladı biranın.
Asla yüz göz olmak istemediğim ayyaş; benim, akşamüzerini az bir zaman geçe kalenin yanında oturan ihtiyara sormuş olduğum o sihirli soruyu, başka bir soru şekliyle, ”Nerelisin?” olarak sordu bana. Konuşmak istediği her hâlinden anlaşılıyordu. Zaten, edebiyle içemeyenler çok konuşurlar.
”Eskişehir,” dedim. Cevabı duyunca gözlerinin içi parladı ayyaşın. Hemen hüviyetini çıkardı ve hemşehri olduğumuzun ispatını oracıkta yaptı bana. Bu gerçek, bulunduğumuz ortamda benim açımdan hiçbir önem arz etmese de yalandan ”Ooo, hemşehriyiz demek,” dedim. ”Ya, ya, dünya küçük,” dedi cevaben. Ben de ‘keşke bu kadar da küçük olmasaydı,’ diye söylendim içimden.
”Ne işin var burada?”
”Öğrenci misin?”
”Ama burada okuyor olsaydın mutlaka seni görürdüm,”
”Kız arkadaşınla tatile mi geldin?”
gibi şimdi birçoğunu hatırlayamadığım onlarca soruyu bir çırpıda sıraladı. Hepsine cevap vermektense ”Hayır, yalnız geldim. Kız arkadaşım da yok,” dedim. ”Belli. Yakışıklısın ama odun gibi adamsın,” diyerek, övgüyü ve yergiyi tek cümlede kullanma sanatını icra etti. Bir de diline doladığı bir cümleyi mırıldanıyordu durmadan: ”Azer Bülbül şu arkamızdaki otelde öldü.”
Aldığım biralar bitince yine bira almak için kalktım yerimden. Hafif çakırkeyf olunca ayyaş adamın muhabbeti de çekilir olmaya başlamıştı. Ona da iki bira almayı düşünüyordum ki; ”Sen otur, ben alır gelirim biraları,” dedi. ”Nasıl alacaksın, senin paran var mı?” deyince laf ebesi ayyaş yapıştırdı cevabı: ”Bende para ne gezer? Sen vereceksin tabii ki de. Bunu çoktan anlamış olmalıydın.”
”Biranın yanına fıstık da alalım, cips de alalım. Ben bu sefer iki tane içeyim. Bir paket sigara daha alalım. Ne olur ne olmaz!” deyince ayyaşın geri dönmeyeceğini anladım. Boş konularla kafamı gereksiz yere şişirse de yabancı olduğum bir şehirde hemşehrime rastlamış olup iki kelam etmenin mutluluğu içerisindeydim. Ertesi gün ve daha sonraki günler birbirimizi asla tanımayacak olsak da o an için mutluydum. Ne bileyim bana özelini açmıştı sonuçta. Boşandığı karısını anlatmıştı, Konyaaltı Plajı’ndaki bir işletmede çalışırken becerdiği turist kadınları, varlığı, yokluğu…
Geri gelmesi için hüviyetini rehin bırakmasını istedim. ”Elli lira için hüviyet rehin mi bırakılırmış, düdük!” diye çıkıştı. Oturduğumuzdan beri dikkatimi çeken tek şeye odaklandım sonra, şapkasına. İkide bir eliyle düzeltiyordu şapkasını. Belli ki onun için kıymetliydi. ”O zaman şapkanı bırak,” dedim. ”Hayatta olmaz, şapkam olmaz. Zaten geri döneceğim,” dedi, telaşla. ”İyi ya madem döneceksin bırak öyleyse,” diye ısrar etsem de; ”Yahu sen bana güvenmiyor musun?” diye sitem etti. Dayanamadım, verdim parayı.
Güya bayiye gidiyorken, aramızdaki mesafe epey açılınca kendisini güvende hissettiğini düşündüğünden ”Bu parayı borç alarak alıyorum. Hem, geri dönmeyeceğimi sen de biliyordun. Bir daha buralara gelecek olursan Eskişehirli Tekin nerde diye sor, herkes gösterir. Çakal Tekin!” diye bağırarak, kaçarcasına uzaklaştı. Para mühim değildi de, keşke bunu gurbette yapmasaydı da ”hemşehri hemşehriyi gurbette…” tezinin doğruluğunu ispatlamasaydı… Donuk bakışlarla gidişini izlerken yıkılmıştım.
Ertesi gün, pılımı pırtımı topladım ve ayrıldım Kaleiçi’nden. Tanımadığı birisi de olsa ihanetle özdeş bir şey yaşadığında o yerlerde tutunamıyor insan. Hele ki, o yerlerle geçmişe ait en ufak bir bağın yoksa… Bu yüzden Antalya Otogarı’na ulaştığımda sorduğum ilk soru da tamamen bilinçli idi: ”Eskişehir’e en erken otobüs saat kaçta?”