Bir kulaklık ve beni hayallere daldıran bir çok şarkı ile gecenin bir yarısında sokaklarda aylak aylak geziyordum. Denizin dalga sesleri, martıların o şarkı söylercesine çıkardıkları seslerle karışırken benim
de aklımdaki toz pembe hayaller hayatın acı gerçekleri ile karışıp birer birer toz oluyordu.
Yürümekten yorulmuştum. Denizin kıyısındaki banklardan birine oturdum. Denizi izledim. Denizin birbirleri ile dans ediyormuşçasına hareket eden dalgaların yönünü takip edip bu dansa eşlik eden balıkları, balıkları hızlı bir refleksle denizde yakalayan ve bir köşeye geçip yakaladığı balığı büyük bir haz ile sindiren martıları ve martıların uçtuğu gökyüzünü yavaş yavaş altın sarısına boyayan güneşin sessizce doğuşunu seyrediyordum. O sırada deniz hareketlendi, üstünde köpükler oluştu ve içinden adeta bi su perisi gibi bir şey çıktı. Bu, bu oydu. Bu Ecem idi. Gözlerimi ellerim ile ovuşturdum.
Kırptım, açtım. Hala orada denizin üzerindeydi. Çığlık attım. Bağırdım. “Hayır” dedim. “Sen değilsin bu” dedim. “Git” dedim. Gitmiyordu. Kaçmak istedim onu görmek istemiyordum. Fakat ayaklarımı kıpırdatamıyordum. Sanki ayaklarıma beton dökülmüştü.
O deniz kızı Ecem idi ve ben çıldırmak üzereydim. Güneş ışıklarını saçsa da hala tam anlamı ile doğmamıştı. “Halüsinasyonsun” diye bağırdım. O sırada üzerime doğru gelmeye başladı. Aklıma anılar geldi ona her baktığımda. Koca dokuz ay yaşadıklarımız geldi. Ecem’in bana şarkı söylerken ki sesinin huzuru, özenle sıktığı parfümün çilek kokusunun ağır olduğu koku, beyaz yalanlar söylerken yanaklarında oluşan ve adeta gül bahçesine benzeyen kızarıklıkları ve o zarif, ince ruhu geldi aklıma. Ve sonrasında Ecem’in odasındaki yere devrilmiş tabure ile tavanda iple asılı bir adet melek geldi aklıma. Gözlerim doldu, kalbim sıkıştı. Düşünmek istemiyordum. Yine o anılar ile kafayı yemek istemiyordum. Fakat karşımdan da gitmiyordu o su perisi. Zaten ben de kalkamıyordum. İzliyordum. Onun büyülü bakışlarını. İzliyordum. Halüsinasyon olsa da gerçek hissettiğim görüntüsünü. Aklıma geliyordu pamuk şekeri sevdiği. Aklıma geliyordu her gece “Bu son gecemiz olmayacak” deyişi. Aklıma geliyordu yorulduğunda sırtıma atlayıp “Sen benim prensimsin. Götür beni bu diyarlardan” diye bağırışı. Aklıma geliyordu “Sevdiğim adamın güzel akciğerlerini zehirleyen sigarayı yakarım” deyip tek tek yakışı, sigara dumanı üzerine sinince çıldırışı, “En güzel günüm sensin” deyişi, bir takım insanların aksine kedilerin nankör değil sadakatli oluşunu savunması.
Aklıma geldikçe çıldırıyor, çıldırdıkça oradan kalkmaya çalışıyordum. Fakat bacaklarım hareket etmiyor adeta beni orada durdurmaya çalışıyordu. Kafamdaki o görüntü gitmiyordu. Meleğimin, Ecem’imin o iple sıkışmış boğazının etrafındaki morluklar geliyordu gözümün önüne. Benim onda
bildiğim tek morluklar göz altlarındaki uykusuzluktan kaynaklanan hafif ince çizgilerdi. O gün o çizgiler büyümüş boğazında kocaman bir halka oluşturmuşlardı. Onun boğazında oluşan halka benim kalbimde düğümlenmişti. O cansız bedenin dokunduğum her saniye kalbime hançerler giriyor gibi hissetmiştim. O gün odasındaki gözü gibi baktığı, benim ona hediye ettiğim papatyalar solmuştu.
Papatyaları çok severdi. Ona papatyam diye seslenmemi isterdi. Karıncaları incitmekten korkan papatya gibi ak ve narin bir kadın nasıl olurdu da kendi ölümünü kendi yapardı? Nasıl olurdu da canından çok sevdiği beni yalnız bırakırdı? İşte içime huzur versin diye gelmiştim deniz kıyısına zaten. Çünkü biz Ecem ile burada tanışmıştık.
Eylülün 12 idi. Bir sonbahar sabahı. Yine bir banka oturmuş denizi izliyordum. Sessizce ve yine yorgun kalbimle. O sırada bir keman yayından dökülen ince nağmeler gelmişti kulağıma ve bir kaç kedi sesi. Sesin nereden geldiğine bakmak için usulca arkamı dönmüştüm. Çimlere oturmuş, kemanı ustaca ve bi o kadar narince tutmuş bir kız görmüştüm. Omuz hizasında biten kısa saçları, açık renkte yeşil gözleri ve bembeyaz teni ile adeta bir elmas gibi parıldıyordu. Etrafındaki kediler miyavlamaları ile eşlik ediyorlardı şarkıya. Kemancı kız kediler her eşlik ettiğinde ritmi hızlandırıyordu. O sırada deniz hareketlenmişti. Dalgalar üzerime doğru geliyordu. Tekrar yönümü denize doğru çevirdim. Deniz kemandan dökülen ritim ile sanki içinde sakladığı bir şeyi çıkarmaktaydı. Kemancı kız biraz daha hızlı çalmaya başladı. Denizden bir tekne çıkmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ritim daha da hızlandıkça bu kez de denizden çıkan tekne bana doğru gelmeye ve içinden bir insan çıkmaya başladı. Daha da yaklaşınca teknenin üzerindeki yazıyı okumaya çalıştım. “SOYALPLER” yazıyordu teknenin üzerinde.
Bu, bu tekne babamın teknesiydi ve içinden çıkan adam da babamdı. Babam balıkçıydı. Bir gün yani benim son gün dediğim o gün bir fırtına ile açıldıkları deniz yolculuğu teknenin alabora olması ile son bulmuştu. Babam o gün ölmüştü. Peki bu ne demek oluyor demiştim ve yine halüsinasyon gördüğümü anladım. Ama halüsinasyon bile olsa bir kere sarılmak istemiştim. Bu yüzden kemancı kıza “Lütfen ritmi biraz daha hızlandır” diye bağırdım. Ritim hızlandıkça babam bana doğru gelmeye
başlamıştı. Tam sarılacaktık ki bir yağmur bulutu ve şimşek sesleri bu buluşmaya engel oldu. Çünkü şimşek sesinden korkan kemancı kız kemanı çalmayı bırakmıştı. Deniz tekrar hareketlenip halüsinasyon olan tekneyi ve babamı tekrar içine almıştı. “Babaa!” diye bağırdım. “Son bir kez sarılsaydın keşke!” dememle birisi kollarımın altından bana sarılmıştı. İşte bu oydu. Ecem’imdi. Kulağıma fısıltıyla karışık “Üzülme istersen bir gün yine tekrardan çalarım. Belki sarılırsınız babanla.” demişti ve gülümsemişti hafifçe. Aynı anda iki duygu yaşadım o gün. Hem babam için mutsuzdum hem de Ecem’in bu hareketine şaşırmıştım. O gün aklımdan çıkmayan tek şey Ecem benim halüsinasyon gördüğümü nasıl anladığı idi. İşte böyle tanışmıştık papatya güzeli Ecemim ile. Ecem beni her gün bilgileri ve gizemleriyle şaşırtırdı. Annemin tariflerinden yemekler yapardı fakat annemin tariflerini bilmeden. Annemin tarzı kıyafetler giyerdi, annemin en çok sevdiği çileğin kokusu gibi kokar, annemin saçını sağ tarafa yatırdığı gibi saçını sağ tarafa yatırırdı. Ama Ecem annemi hiç görmemişti. Bu benzerlik bu yüzden biraz garipti. Fakat anneme bu kadar çok benzeyen bir kadını sevmemem mümkün değildi. Onu çok seviyordum. Uğruna tüm papatyaları koparacak kadar. Onu çok seviyordum. Kemanına yay, kokusuna çilek, sevmesi için ise kedi olacak kadar. Fakat o gitmişti. Beni annem gibi bırakıp gitmişti. Bir ipi benden daha çok sevip gitmişti. Ayağının altından kayan taburenin yıkılışı gibi hayallerimi de yıkıp gitmişti.
Sonrasında deniz içinden çıkardığı su perisini sessizce tekrar içine geri aldı ve benim de hareket etmeyen ayaklarım hareket etmeye başladı. Hemen oradan koşarak uzaklaştım. Kendimi odama attım. Hiçbir şey düşünmeden uyumak istiyordum sadece. En kötüsü de bu ya. Uyuyorsun. Belki gözlerini açtığında her şey düzelir diye. Uyuyorsun. Belki her şey bir rüyadır hiç yaşanmamıştır diye. Ve son kez uyuyorsun. Belki ölüm dileğin kabul olur diye. Uzun bir süre geçmişti galiba gözlerimi açtığımda. Çünkü doğan güneş batıyordu. Etrafımda beyaz önlüklü insanlar vardı. Benimde üzerimde beyaz bir gömlek vardı. Beyaz önlüklü bir kadın yanındakine bir şeyler söylüyordu. Dinleyen kişi de kendince elindeki not defterine kısa kısa notlar alıyordu. Biraz konuşmalarına kulak misafiri olmaya çalıştım.
Beyaz önlüklü kadın “Hastamızın ismi Umut. 19 yaşında. Babası denizde boğularak vefat etmiş. Bu olayın üzerine dayanamayan annesi ise kendini asarak intihar etmiş. Umut buraya geleli dokuz ay oldu neredeyse. Şu aralar fazla halüsinasyon görüyor. Bir an gülerken bir an ağladığına şahit oluyoruz. Hap tedavisi galiba artık işe yaramıyor.” diyordu. Her şey kurguymuş. Ecem diye biri hiç olmamış. Aslında Ecem annemin gençliğinin ta kendisiymiş. Kendi kurgularım ile kendimi kandırmışım dokuz ay boyunca. Ama her şey gerçek gibiydi. Ben bu hayatta tek bir şey öğrendim. Gerçekten sevebileceğim tek kadın annemmiş. Her Eylülün on ikisinde seni anacağım papatya kadar ak ve narin kadın. Tabi aklım başka kurgulara yelken açmazsa.