Mahallenin stadyumun tam karşısına gelen kısmında askeri lojmanlardan biraz içeri girildiğinde iki şeritli ama oldukça dar bir yol, ana cadde ile mahallenin bağlantısını sağlayan bir atardamar görevi görüyordu. Karadenizli bir müteahhidin yaptığı ve bu yüzden adı Karadeniz blokları olan iki bloklu ve sekiz katlı binaların hemen karşısında ve yanında yer alan dört blokluk apartmanlarda Merinos yünlü dokuma fabrikasında çalışan işçiler ve aileleri için yapılmış, ama daha sonra ödeme güçlüğüne düşenler yüzünden bazı diğer meslek gruplarından orta halli ailelerin de yerleştiği önü ve arkası bahçeli gayet güzel ve mütevazi siteler oluşmuştu. Neredeyse o bölgede nefes alan ve herkesin imrendiği bugünün Toplu Konut tarzı evlerinin ilk örneklerindendi. 1960’lı yıllarda daha konut lafı bile yeniyken toplu konut lafı tabii ki ortada olamazdı. Kooperatif mantığı ile inşaat yapılmıştı. Devletin katkısı sadece uzun vadeli ve düşük faizli kredi imkanı sağlamaktı. Zaten pek çok kişi on beş yirmi yıllık kredi borcunu beş senede kapatmış ve evlerin sahibi olma mutluluğuna ulaşmıştı bile. Mahallede birkaç bakkal, manav, kasap ve mahalle ilkokuldan başka devlet veya esnaf dükkanı yoktu. Ağırlıklı olarak eski tabirle meskun mahal, yeni tabirle insan yerleşimine açık bir mahalle idi.
Çocuklar mahallede evlerin arka bahçesinden sonra başlayan ve birkaç müstakil eve kadar olan boş ve gayet büyük arsada top oynuyorlardı. Susayınca da o zaman şehrin ortasına kalması pek de sorun olmayan yakındaki yol üstü benzinliğindeki çeşmeden kana kana su içip, devam edebiliyorlardı. Daha o zamanlar şişe suyuna para vermek insanlar için gülünçtü.
Top oynadıkları alanın sol sınır çizgisini iki bloklu apartmanın arka bahçesinin topraktan yaklaşık bir metre ama arsadan da yaklaşık elli santim kadar uzun olan üç sıralı dikenli teller oluşturuyordu. Sadece estetik olarak değil, hem can hem de top güvenliği için topu sınıra fazla yaklaştırmadan sürmek gerekiyordu. Hayat o zaman da insanlardan lüzumsuz isteklerde bulunmaktan çekinmiyordu. Çoğu zaman bakkaldan alınan toplar tellere birkaç defa hızlı bir şekilde gelirse sonunda mutlaka patlıyordu. Yeni bir top almak da ne ucuz ne de kolaydı. Bu iş için biraz hali vakti yerinde bir babası olan çocuk gerekiyordu. Sanırsınız “Milli otomobil projesine babayiğit” aranıyor. Ama o zamanlar maalesef çocukların kendi dünyaları için topu tekrar tedarik etmek o düzeyde zor bir işti. Tellere topu atmayı başaran birkaç hafta kalecilikten kurtulamıyordu.
Maçın en güzel anı ise, yenilen takımın karşı tarafa ısmarladığı buz gibi “Uludağ Gazozu” nu onlarla beraber, ama bedava içme ayrıcalığı ve biraz da keyifle kızdırmasıydı. Karşı takımdaki çocuklar da iyice hırslanıp, “Bir dahakine biz içeceğiz bedava gazozu, siz bizim gibi bakacaksınız” derlerdi. Çocukken mutlu olmak sanki daha kolaydı.
Uzun yaz günlerinde “cilli” dedikleri bazı yörelerde “misket” olarak anılan cam dairesel ürünlerle de “beş kuyu” ve “baş” oynamayı çok seviyorlardı. Özellikle “baş” oyunu çok heyecanlı oluyordu. Herkes dörder cilliyi yan yana diziyordu. Yaklaşık elli altmış cilli oluyordu. Kırık olan cilliler yarım sayılıyordu. O zaman iki adet koyunca bir cilli sayılıyordu. Sonra oyuna katılan herkes kendi cillisi ile cillilerin dizili olduğu alandan ileriye doğru atıyor ve en uzaktan yakına doğru bir sıralama oluşmuş oluyordu. Kendisine en çok güvenenler en uzağa atıyordu. Böylece ilk atış hakkını kazanıyordu. Ama uzaklaşmak isabet şansını da azalttığı için iyi hesap yapmak gerekiyordu. En baştaki cilliyi vuran hepsini alıyordu. Arada bir cilliyi vurursanız o cilliden sona kadar olanları alıyordunuz.
Ali o gün ortalarda bir bölgede yer alacak şekilde cillisini fırlatmıştı. Çok hırslı olup, epey ileri gidenler genelde ya cillilere ulaşamadan cillilerinin hızı kesiliyor, ya da üstünden atlıyordu. Üçüncü olarak Ali’ye sıra geldi. Ali genelde bu oyunda başarılı bir oyuncu olduğu için sıra ona gelince herkesin heyecanı bir kez daha artıyordu.
Ali toprağın düzleştiği bölgeye cillisini güzel bir hızla ulaştırmayı başarmıştı. Böylece, cillisi hem zıplayıp başta sıralanan cillilerin üstünden aşmayacak hem de yeterince güçlü gideceği için cilliyi sıradan ayırabilecekti. Cillisini de porselenden seçmişti. Diğer cillilerle hızla çarpıştığında kırılma veya itememe gibi bir ihtimal ortadan kalkacaktı.
Herkes nefesini tutmuş, Ali’nin atışını bekliyordu artık. En sonunda en sakin haliyle ustaca cillisini ileri doğru fırlattı. Cilli ilerlerken herkesin yüreği ağzındaydı. Ali vuramazsa, Cengiz cillilere epey yakın bir noktada bulunan cillisi ile başı vurmayı hayal ediyordu. Ali’nin cillisi hızla ilerledi ve başın bir yanındaki cilliye vurup, hepsini dağıttı. Baş hariç tüm cillileri Ali kazanmıştı.
Ali, o gün birkaç kez aynı taktikle neredeyse arkadaşlarının elindeki tüm cillileri almıştı. Cepleri sığmamış, evden bir poşet alıp, ona bile doldurmuştu. Günün sonunda başarının tadını çıkarıyordu. Ama, birden fark etti ki eğer kimsede cilli kalmazsa oynayacak arkadaş ve kazanılacak oyun kalmıyor, işin tüm eğlencesi sona eriyordu.
Aklına parlak bir fikir geldi. Üçüncü kattaki evlerine gitti. Bahçeye bakan salondaki camı açtı. Aşağıdaki arkadaşlarına bağırdı savaş kazanmış komutan edasıyla. “Kapış yapacağım. Hepiniz toplanın. Cillilerin yarısını atacağım. Kapışta kapanın olacaklar. Benden size hediye” demişti. Ama tabii çocukça bir uyanıklıkla çok güzel ve yeni olan cillileri kendisine ayırmayı ihmal etmemişti.
Kendini çok güçlü ve lütufkar bulmuş, kendisiyle gurur duymuştu. Ama, kapıştan sonra arkadaşlarına yaptığı bu hareketten dolayı biraz da utanmıştı aslında. Daha az gurur kırıcı şekilde de verebilirdi. Ama, çocukça hırsının kurbanı olmuştu artık bir kere. Arkadaşları da bunu çok önemsememişti. Oyun oynama şansına kavuşmak gurur yapmanın önüne geçmişti.
Ali o zamanlar bilmiyordu tabii ama, İkinci Dünya Savaşı’na sonradan katılan Amerika Birleşik Devletleri de Savaş sonrası dünya ekonomisinin hareketli kalmasının en az savaşın kazanılması kadar önemli olduğunu anlayınca, savaş sonrası dönemin yeni başkanı Truman tarafından yaşlı Avrupa kıtasında yaşayan arkadaşlarına pek çok yardımlar ve hibeler vermişti. Ama tabii Ali’nin çocuk aklıyla yaptığı gibi güzel değil, biraz eski ve yıpranmış silahlarını, yani devletlerin oyuncaklarını, ya da biraz eskimiş donmuş et ve gıda stokları ile süt tozlarını yollamayı ihmal etmemişti. Ama o ülkeler diğer çocuklar gibi yapmamış, o an kabul etmek zorunda kalsalar da daha sonra bunun acısını ticari ve sanayi başarıları ile ödetmeyi bilmişlerdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya’nın hızlı ekonomik büyümesinin bir önemli etkeni de buydu.
Ali ve yeğeni Mehmet, bir gün biraz da belalı ve kavgacı çocukların olduğu Çarpan Mahallesine cilli oynamaya gitmişlerdi. Aslında bu mahalle yüz elli metre aşağıda bir mahalleydi. Sanki ayrı bir dünyaydı. O mahallenin çocukları biraz arsız, sokakta yetişmiş, sigara gibi kötü alışkanlıkları olan ve kavgaya yatkın çocuklardı. Pek çoğu okula gitmiyor veya gidemiyordu. Ya da bir şekilde okuldan atılmayı başarıyorlardı.
Ali arkadaşlarına uyguladığı taktiği orada da uygulamış, iyi bir yerden atışlar yaparak epeyce cilli kazanmayı başarmışlardı. Yeğeni de birkaç defa kazanmayı başarmıştı. Ama bir şeyler ters gitmeye başlamıştı. Kendi arkadaşları gibi bu durumu bir yenilgi diye kabul edip, efendice üzülmüyorlardı. Tersine gitgide hırçınlaşıp, kızıyorlardı. Ali’nin halası oraya çok yakın üç katlı müstakil bir evin ilk katında oturuyordu. Ara sıra halasına da gittiği için ve zil bazen çalmadığı için Ali’nin cebinde evin dış ve iç kapı anahtarı da vardı.
Ali, Mehmet’in kulağına “Bu sefer kaybedeceğiz. Onlar cillileri toplarken biz de hızla kaçıp, uzaklaşacağız. Benden işaret alınca beni takip et ve mümkün olduğunca hızlı koş.” demişti. Taktikleri tutmuş, çocuklar kazanmanın sevinci ile cillilerle meşgul olurken ve sayarken, Ali ve Mehmet hızla koşarak oradan kaçmaya başlamışlardı. Ama, Çarpan Mahallesinin çocukları feleğin çemberinden geçmiş, haylaz mahalle çocukları oldukları için hızla durumu fark etmiş ve peşlerinden koşmaya başlamışlardı bile.
Ali, aradaki mesafenin fazlalığından istifade ederek, hızla halasının evinin demir dış kapısını açıp, ardından da hızla kapatıp, yukarı çıkıp, hemen ilk kattaki kapıyı açıp, eve kapağı atmayı başarmıştı yeğeni ile birlikte. Çocuklar da hemen arkalarından o civara gelmişlerdi. Ama birden bire ortadan kaybolmalarına bir anlama veremediler. Bağırdıkları ve balkon kapısı da açık olduğu için sesleri geliyordu içeri. “Nereye gitti bu çocuklar ? Elimizden kaçamazlar. Bakın sağa sola.” diyordu liderleri olan Kasım. Kızgınlıktan yüzündeki yara izi sanki daha da belirginleşmişti.
Ali ve Mehmet ise, perdenin ardından onları izliyorlardı. Yürekleri ağızlarına gelmişti. Birkaç saat sonra halasının evinde güzelce yemek yiyip, karınlarını doyurduktan sonra, çocukların da artık ümidini yitirip oradan uzaklaştığından emin olduktan sonra evden çıktılar.
Ana caddeden biraz uzun da olsa güvenli yolu tercih ederek ve Çarpan Mahallesinin sınırlarına girmeden kendi mahallelerine ve evlerine varmışlardı sağ salim.
Bu mahallede yaşamanın en büyük ödüllerinden birisi de yaz tatilinde oturdukları evin yüz metre kadar aşağısında yer alan iki katlı müstakil evin bahçesindeki dutları yemekti. Bu evin ufacık bahçesindeki karadut ağacı hem gölgesinden istifade ettiriyor, hem de dut veriyordu. Gerçi dutlar bazen gömleklerde çıkmayan lekelere sebep olsa ve çocuklar annelerinden ciddi azar işitseler de bu maceradan hiçbir güç onları alıkoyamıyordu.
Evin sahipleri dutlarla uğraşacak halde değildi. Epey yaşlıydılar. Çocukları da pek uğramıyorlardı. Ankara’da memuriyet yapıyorlardı. Ancak, bayramlarda gelebiliyorlardı. Evin sahiplerinin çocuklardan tek bir isteği vardı. Dut ağacının bazı dalları yıllar içinde uzamış ve güneşi takip etmek isterken evin çatısındaki kiremitlerin üzerine doğru sanki kol atar gibi uzanıvermişlerdi. Çocuklarda dallardan çatıya çıkmamalarını ve kiremitleri kırmamalarını istiyorlardı. Zira, kışın akacak çatı ile uğraşacak fiziki güçleri ve maddi imkanları yoktu. Ellerinde bir tek bu mütevazi ev ve iki Bağ-Kur emekli maaşı kalmıştı. Onunla da zaten kıt kanaat geçinebiliyorlardı.
Ali ve arkadaşları birkaç blok ötedeki çocuklarla bisiklet yarışı yapmış, sonunda da kendilerini dut ile ödüllendirmeye karar vermişlerdi. Ali’nin yakın arkadaşı ve alt komşuları, Naci de babasının sınıf geçme hediyesi olarak aldığı yeni, zili ve önünde lambası da olan ve pırıl pırıl parlayan mavi bisikleti ile onlara katılmıştı.
Tüm çocuklar ağaca tırmanmış, dallardan daha yere düşmeden dutları yiyorlardı. Aradan birkaç saat geçmişti ki, birden keyiflerini kaçıran acı bir haykırış duydular. Naci, göz yaşları içerisinde, ağacın tepesinden “Bisikletim yok aşağıda.” demişti. Herkes hemen ağaçtan aşağıya inmişti. İştahları sanki bir anda kapanıvermişti. Tüm çocuklar oradaydı. Sadece diğer komşu apartmandaki çocuklardan Turgut yoktu ortalarda. Bütün şüpheler onun üzerinde toplandı.
Tüm çocuklar toplanıp, Turgut’ların apartmanına gittiler. Apartmanın kapıcısı Salim ağabeyin yardımı ile apartmanın alt katındaki depolara indiler. Neyse ki Turgut bisikleti kilitli depoya koymak yerine, deponun kapısına dayamıştı. Mavi bisikleti elleri ile koymuş gibi bulmuşlardı. Naci, sevinçle bisikletini aldı ve dışarı çıktılar.
Ali, bu sonuçtan tatmin olmamıştı. Naci ve birkaç arkadaşı ile Turgut’un evde olduğunu öğrendikleri babasına onu şikayet etmek ve kulağının çekilmesini sağlamak istiyorlardı. Turgut’un babası ise gece vardiyasından dönmüş, istirahat için uyuyordu. Haklı olmanın gururuyla hemen o kata çıkıp, zili birkaç kez çaldılar. Kapıyı şanslarına uykudan zıplayarak uyanmış ve yüzü kıpkırmızı haldeki Turgut’un babası açmıştı. Epey uzun boylu, incecik vücutlu, çipil gözlü ve kıvırcık sarı saçları olan pek de ilgi çekmeyen sevimsiz bir adamdı.
Naci, sözü alıp, “Turgut benim bisikletimi çalıp, sizin depoya koymuş. Biz bisikletimi aldık. Ama size de haber vermek istedik. Bir daha yapmasın diye.” demişti biraz da çekinerek adamın yüzündeki huysuz ve sinirli hale bakarak.
Sonra hepsinin hiç beklemediği sanki dakikalar süren bir durgunluk oldu. Aslında birkaç saniye geçmemişti bile. Turgut’un babası hiçbirinin beklemediği bir şekilde, biraz da uykusundan kaldırılmanın verdiği sinirle Naci’ye sert bir tokat patlatıp, “Sen benim oğluma hırsız mı diyorsun? Defolun gidin buradan. Bir de toplanıp gelmişler. Yalancılar sizi.” deyivermişti. Cevap vermelerine bile fırsat vermeden kapıyı hızla yüzlerine kapatıvermişti. Kapının kapanış hızından adeta koridorda rüzgar oluşmuştu.
Tüm çocuklar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Bu tepkiyi hiç beklemiyorlardı. Sonra Ali’nin aklına babasının başka bir zaman işyerinden bir arkadaşına söylerken kulağına çalınan şu söz geldi. “Hırsızı evine kadar kovalamayacaksın kardeşim. Bırak Allah’tan bulsun.” Aslında, farklı bir amaç için söylenmiş bu sözü çocuk aklıyla duruma uygun bulmuş ve demek bu tür durumlar için söylenen bir sözmüş diye düşünmüştü kendince.
Mahalleden taşındıktan sonra bir gün eski arkadaşlarını görmeye geldiğinde konu eski günlere ve Turgut’a da gelmişti. Arkadaşlarının anlattığına göre Turgut çalıştığı bankada yüklü miktarda parayı zimmetine geçirdiği için tutuklanmış ve on yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Ali o an, keşke Turgut’un babası o gün bize inanmayacağına ve kızacağına, oğluyla konuşsa ve tedbir alsaydı diye düşündü. Hoş görülen ufak bir hırsızlık Turgut’u bu noktaya kadar sürüklemişti maalesef. Esas suçlu Turgut olsa da babası da en az onun kadar suçluydu Ali’ye göre.
Oğlunu o gün doğru yola yöneltmeyen babanın da ömür boyu “Hırsızın Babası” olarak anılmaktan başka şansı kalmıyordu. Bunun için ise kendinden başka kızacağı hiç kimse yoktu.
Ali kötü huylu da olsa mahallesinin bir çocuğunun başına gelen bu olaya çok üzülmüştü. Aklına hemen babasının “Sokakta bulduğun bir çöp, kibrit kutusu, kalem, para veya buna benzer hiçbir şey bizim evimize girmeyecek. Bunun dışındaki yaramazlıklarını hoş görürüm. Ama buna uymazsan fena bozuşuruz.” diyerek testi kırılmadan tedbirini aldığını artık bir delikanlı olarak takdir ve şükranla idrak etmişti.
Bir cevap yazın