‘’Bir haftada üç kişi öldürüldü’’
Kapıları olmayan bir odanın içindeyim. Oda kapkaranlık, yalnızca dolunay büyüklüğünde bir ışık oda duvarlarını karış karış geziyor. Bembeyaz duvarlar ve bembeyaz zemin… hemen el yordamıyla dört duvarı inceliyorum, mutlaka bir kapı olmalı ama beyaz duvar fayanslarının dışında hiçbir şey yok.
Işık birdenbire kesiliyor, kesilir kesilmez de aynı sesi tekrardan duyuyorum ‘’bir haftada üç kişi öldürüldü’’ bu sesi tanıyorum komiser Taha’nın sesi bu. Azda olsa içimdeki tedirginlik diniyor. ‘’Taha, Taha!’’ diye bağırıyorum ama cevap yok. Belli ki beni duymadı, aynı tonda aralıksız bir şekilde sesi geliyor: ‘’bir haftada üç kişi öldürüldü’’
Elimi gömleğime atıyorum, terden sırılsıklam olmuş, nefes almakta zorlanıyorum, ‘’Taha!’’ diye var gücümle bağırıyorum, sesim duvarlardan sekip dört bir yandan bana çarpıyor, diz üstü yere çöküyorum, kalbimi kızdıran korkumu dizginlemeye çalışıyorum, dizgin elimden kayıp boğazıma dolanıyor, var gücümle bağırıyorum ‘’Taha nerdesin!’’ O beni hiç duymuyor, fısıltılar halinde dua eder gibi ‘’Bir haftada üç kişi öldürüldü, bir haftada üç kişi öldürüldü…’’
Ses birden kesiliyor, gözlerimi bir dehşet sahnesiyle karşılaşma ihtimaline karşı ağır ağır açıyorum. Seyyah ışık duvara mesken kurmuş, ışığın durduğu noktaya dikkat kesiliyorum, duvara gömülmüş bembeyaz bir kapı görüyorum, hemen doğrulup kapıya yanaşıyorum, kapı kolunu çeviriyorum, tüm çabamı asitli bir suymuş gibi kapı koluna döküyorum ama faydasız kapı açılmıyor. Birden bire oda keskin bir sesle titriyor, beyaz ışık oda içinde deliler gibi dönüyor, ses kulaklarım üzerinde zehirli hançer etkisi uyandırıyor, gözlerimi ışıktan ayırmıyorum, ışık yan duvarlardan tavana geçiyor, tavanda bir karartı beliriyor ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ama yapbozun tamamını görmeden bir şey söylemem çok zor. Işık tavanda büyüyor, tüm tavanı aydınlatacak noktaya geldiği zaman içime bir korku halinde akmaya başlıyor. Tavandaki yapboz tamamlanıyor, sesteki bilmece yapbozun son parçası olarak çözülüveriyor, duvar baştan aşağı cırcır böcekleriyle dolu.
Birden böcekler tek tek tabana yağıyorlar, sonra sağnak sağnak… hepsi üstüme yürüyor, kapıyı tüm gücümle zorluyorum, bağırıyorum, terliyorum, böcekler pantolon paçalarımdan tabur tabur giriyor, göz kapaklarıma ilişiyor, binlercesi üzerimde inanılmaz bir ağırlık oluşturuyor, böcekten müteşekkil bir bataklıkta kıvranıp duruyorum, bedeni alevler içinde yanan bir eylemci gibi kendimi duvardan duvara vuruyorum, gözlerim ışığı arıyor, o tam karşımda yine hareketsiz. Yarım diz boyunu aşan böceklerin içinde yüze yüze karşı duvara ulaşıyorum ışığın durduğu noktaya zorda olsa bakıyorum, bir düğme… hemen düğmeye basıyorum önümde duran kapı büyük bir hızla açılıyor kendimi var gücümle dışarı atıyorum.
Bedenimi baştan aşağı bir palto gibi saran böceklerin dışında hiçbir böcek odadan dışarı çıkmıyor, yerde yüzüstü boylu boyunca uzanmışım, dalgalarla boğuşan bir balıkçı gibi bitkin bir haldeyim, elbiselerim baştan aşağı soğuk bir terle sulanmış, üstümdeki kıpırtılar bir bir uçuşarak odaya dönüyor, son olarak kapının meşum sesini duyuyorum.
Beynim niye burada olduğuma dair sorularla yaylım ateşine tutulmuş, kapalı gözlerimi ağır ağır açıyorum, upuzun bir koridor ufku parçalayıp şarapnel parçalarını koridora doldurmuş, hemen kalkıyorum, sonlandırmam gereken görevimi hatırlıyorum, tahanın mekanik sesi duvarda bir yılan gibi tıslayıp duruyor:’’ bir haftada üç kişi öldürüldü.’’’
Koridorda hızla ilerlerken, elbiselerim kısa sürede kurudu, koridorun sonunda beyaz bir kapı, dışarıda ise bir balkon görünüyor. Kapıya ulaşıp kapıyı hemen açıyorum, rüzgar büyük bir uğultuyla kendini içeri atıyor, balkon baştan aşağı karla örtülü, balkondan diğer katlara çıkan merdivende karla örtülü, merdivene dikkat kesilince birinin yukarı çıkmış olduğunu ayak izlerinden anlıyorum. İzleri takip edip bir üst kata çıkmam gerekecek, merdivenlerden yukarı çıkıyorum, kar tıkır tıkır ayaklarım altında çınlıyor, hava soğuk ama terlemem yine başlıyor.
Bir üst kata ulaşıyorum, yine bir balkon… Ayak izleri balkon ile üst kata çıkan merdivenin kesiştiği noktadaki ahşap dolaba gidiyor. Hemen iki metre yükseklikteki dolaba yönelen ayak izlerine basa basa yürüyorum, kar ayaklarım altında inliyor, ahşap dolaba dokunuyorum, o anda dolap dibindeki bembeyaz karın alaca bir kızıllığa büründüğünü görüyorum, önce irkiliyor sonra heyecanla dolabın ön gözünü açıyorum, kapağı açar açmaz göğsünden üç kurşun yemiş bir ceset ayaklarımın dibine düşüyor, soğuk kanlılığımı koruyor başımı hemen merdiven basamaklarına çeviriyorum, kardaki ayak izleri beni cüretkarca bir üst kata davet ediyor, ceseti dolabın önünde bırakıp hızlı adımlarla basamakları tırmanıyorum, kar kıs kıs gülerek benimle dalga geçer gibi…
İkinci katın balkonuna varıyorum aynı kapan burada da kurulu. Yine ayak izleri, yine ahşap bir dolap. Kendimi peyniri kapmaya çalışan bir fare gibi hissediyorum. İçimden bir ses bunun büyük bir tuzak olduğunu söylüyor ama kapana girmekten başka çarem de yok. Kardaki ayak izlerini umursamadan dolabın yanına varıyorum, dolap gözünden kara, damla damla kan düştüğünü görüyorum, titrek bir nefes alıyorum ve dolap gözünü açıyorum, bu sefer bir kadın cesedi ayaklarım dibine düşüyor. Hemen elimi elbiselerle sarmalanmış göğsüne dokunduruyorum, henüz sıcak… Beden ısısını yitirmemiş, kardaki ayak izleri çok taze katil terasta olmalı. Ayak izlerini takip edip terasa çıkıyorum, kendimi karla kaplı upuzun, bomboş bir alanda buluyorum.
Ayak izleri ilerliyor, ben de o izleri takip ediyorum, karla kaplı bu bomboş alanda katili şimdiye kadar görmem gerekiyordu, katilin saklanacağı hiçbir yer yok. Katilin tek bir şansı var oda kendini üçüncü kattan aşağı bırakmak ve bunu yaparken öleceğini de biliyor olmalı.
Cüretkar kar izleri usanmadan teras sonuna giderken Taha’ın sözleri kulaklarımda çınlayıp duruyor: ’’Bir haftada üç kişi öldürüldü’’
İki ceset bulmuştum, üçüncü bir ceset olmalı diye düşünürken kardaki ayak izlerine dikkatlice bakıyorum, intihara sürüklenen birine göre oldukça kararlı adımlar, bacaklarda en ufak bir titreme yok, katilin psikolojisini bu izlerle anlamaya çalışıyorum ama çelişkiler birbirini kovalayıp duruyor, iki kişiyi öldürmüş ve üstüne birde kendini öldürecek kadar gözü karaysa cennet ve cehennem ikileminden bihaber olmalı, diğer yandan ahirete inanmayan bir adamın ölüme bu derece istikrarlı adımlar atması şaşılacak şey.
Akıl yürütmeler birbirini bu şekilde kovalarken terasın sonuna henüz beş altı metre kala kar yüzeyindeki ayak izleri birden sona erdi. Büyük bir şaşkınlıkla tüm alanı göz taramasından geçirdim. Koşar adımlarla apartman boşluklarına, arabaların fıldır fıldır geçtiği caddelere, diğer apartman teraslarına… Terasın her köşesine koşar adımlarla bakıyordum, kar ayaklarım altında çıt çıt yanan kuru otlar gibiydi, ateşler üzerinde yürüyor terledikçe terliyordum, katil ortalıkta yoktu. Bu kadar iz bu kadar ipucu… Taha bağırıyor, sesi terasa çıkan ölü korsanlar gibi: bir haftada üç kişi öldürüldü.
Üçüncü kişi kimdi, ben miyim yoksa. Apartman devasa büyüklükte bir kapan mıydı, katil yoksa bu izleri kim bıraktı?
Soğuk kanlılığımı yitirmemeliydim, bu keşmekeşi çözmeliydim, nihayetinde ben bir komiserdim, tekrardan izlere dönmeliydim, terasın diğer yakasındaki kapıdan teras ortalarına doğru ilerleyen izlere bakıyorum, benim üzerine basmaya özen gösterdiğim izler… bu ayak izleriyle ancak katili bulabilirim. İzler teras ortasında bitiyordu. Bu duruma göre suçlu teras ortasında birden yok olmuştu. Şimdi görüyorum ki suçlunun ayak izleri yok olmamış devam ettirilmiş. Berdevam ayak izlerini inceliyorum, terasta deliler gibi sağa sola koşuşturmalar görüyorum. İzlerin peşini bırakmadan izliyorum, onların oluşturduğu kavisler, girdaplar sonuçsuz kalıyor, beni şaşırtmaya yetmiyor. Sonra izlerin durulduğunu, sakinleştiğini görüyorum, düz bir çizgi halinde üstüme üstüme yürüyorlar. Beni İllüzyonlarıyla uğraştıran suçluyla yüzleşmenin heyecanı alnımdan soğuk terlerle boşalıyor. Sebatkar izler üzerime geliyor, hepside beni ezip öldürecekmiş gibi. Üçüncü kişi ben mi olacaktım? İzlerden gözümü ayırmadan devam ediyorum iz sürmeye. Ayak izleriyle aramda bir iki metre var son olarak ayakkabılarımı görüyorum, suçlu yoksa arkamda mıydı? Hızla başımı geriye çeviriyorum, kimse yok, başka izde yok. Terastaki tüm izler benim miydi, suçlu ben miydim? Tüm gece hem kaçan hem kovalayan olmanın yorgunluğuyla diz üstü çöküyorum. Terastaki ayak izleri adedince sesler peş peşe: ‘’bir haftada üç kişi öldürüldü, bir haftada üç kişi öldürüldü… bir kanonu dinler gibi kendimden geçiyorum, başımı dizlerimin arasına alıp kulaklarımı parmaklarımla kapamaya çalışıyorum, ben öldürmedim diye içten içe sayıklıyorum ama seslere söz geçiremiyorum: ben öldürmedim! bir haftada üç kişi öldürüldü, bir haftada üç kişi öldürüldü…
Kanonu oluşturan sesler bir bir sönüyor, son olarak yüzü dilim dilim kırışmış bir kocakarının boğuk sesi kulağımın dibinde çınlıyor: sen öldürdün!
Kulaklarımı tıkayarak seslerden kaçamayacağımı anlıyorum, parmaklarımı kulaklarımdan çektiğimde aynı kanon devam ediyor. Tiksindirici ses salyasının kulaklarımdan içeri akmasına izin veriyorum. Bedenimin içi seslerle doluyor, birden bembeyaz kar üzerine acı acı kusuyorum. Kısa süre sonra mantığım tekrardan çalışmaya başlıyor: Katil kayıptı ve üçüncü cesede de henüz ulaşamamıştım. İdrakim gittikçe keskinleşiyor: katil teras ortasına geldikten sonra muhakkak 10 metrelik bir sıçrayışla kendini apartman boşluğuna bırakmış olmalı diye düşünüyorum. Tekrardan koşar adımlarla teras sonuna gidiyorum. Dikkatimi sonuna kadar yoğunlaştırıp derin boşluğa bakıyorum, gördüğüm şey karşısında vücudumun son tüyüne dek irkiliyorum, üç katlı apartmanın aslında 300 katlı bir gökdelen olduğunu anlıyorum. Hayretimi hiçbir yere sığdıramadan simsiyah caddeye bakıyorum, ahenkle hareket eden binlerce insan kellesinin kuşbakışı görüntüsünü görüyorum. Birbirinin suçunu örtmek ülküsüyle birleşmiş mutlu insancıklar… hepside haberci, 297. Kata kadar işlenen cinayetlerin habercisi. Hepsi de işlenen cinayetlerin failleri.
Birden suçluyu bulmuş olmanın verdiği ağır sorumluluk altında ezilir gibi oluyorum, gökdelenin doruğunda tatlı bir rüzgar esiyor, ben hala gökdelenin köklerinde hareket eden insancıkları temaşa ediyorum, rüzgar yüzümü yalayıp geçiyor, son kez hissedeceğim bir mutluluk içime acı acı akıyor.
Bir karınca gibi görünen insancıkları seyrederken arkamda mekanik bir ses… irkilerek arkama bakıyorum, komiser taha tabancasının namlusuna bir kurşun vererek bana doğrultmuş aramızda 20 metre mesafe… hemen korkuyla bir kaçış yolu arıyorum, gerçek suçluyu bulmanın en büyük suç olduğu bir yerde mutluluk hülyaları kurmamalıydım. Gözlerim bana bir kaçış yolu gösteren ışığı arıyor.
Namlunun ucundaki kurşundan kaçabilir miydim, kurşundan daha hızlı koşabilir miydim, hem 200 metre genişliğindeki bir terasta nereye koşacaktım. Taha elini tetiğe götürüyor birazdan her şey bitmiş bulduğum büyük gerçek benimle birlikte yok olmuş olacaktı. Gözlerim terastan umudunu kesmiş bir şekilde ufuklara çakılı. Uzaklarda yeni bir şeyin varlığıyla irkiliyorum. En az 200 katlı yeni bir gökdelen ve bu gökdelenden üzerine bastığım terasa uzanan upuzun bir köprü… büyük bir hız ve soğukkanlılıkla kendimi köprüye atıyorum. Tüm varlığımla koşmaya başlıyorum. Arkamdan bir el ateş edildiğini duyuyor ama umursamadan koşuyorum. Ölümüm ilk kimin tükeneceğine bağlı kurşun mu ben mi… köprünün altında sayısı milyonları bulan insanın, büyük bir ahenkle bana baktıklarını kurşunun beynime saplanıp ölmemi istediklerini hissediyorum, gözlerimi bu ahenkli toplumdan alıp çok uzaklarda beni bekleyen 200 katlı gökdelene çeviriyorum, kurşunun bir adım önündeyim, böyle koşmaya daha ne kadar devam edebilirim, bilmiyorum. Ama olurda bir gün düşersem aşağıda beni bekleyen vahşi insanların başım daha betona çarpıp beynim dağılmadan kanım toprağa karışmadan beni tutacaklarını ve çıplak elleriyle beni parçalayacaklarını çok iyi biliyorum.