Anlaşılan sevindirici bir haber almıştı Tayfun. Çok mutluydu çünkü. Acaba ağzım kulaklarıma varıyor mu, diye düşünüp yanaklarını çekiştirdi. Kaşını, gözünü oynattı. Yüzünü buruşturdu. Deyimin burunla bir ilgisi olmadığı halde burun deliklerini şişirdi. Kulaklarını aşağı yukarı hareket ettirdi. Yetmedi başka başka tuhaf hareketler yaptı. Baktı ne yaptıysa olmuyor. Ağzı kulaklarına varmak deyiminin hatalı olduğunu düşündü. Tayfun eskiden beri lafı hiç olmadık yerinden anlardı zaten. Belki de bu yüzden bir dikiş tutturamadı çalıştığı hiçbir işte. “Neyse!” deyip gülümsedi tekrar. Başını yukarı kaldırdı. Dudaklarını uygun duruma getirip kanarya gibi öttü. Her neşelendiğinde kanarya gibi öterdi. Durdu sonra “Acaba başıma ne felaket gelecek?” diye düşündü. O farkında olmasa da aslında başa gelebilecek en büyük felaketlerden biriydi biraz sevindirik olduktan sonra üzülmeyi beklemek.
Sekizinci sınıfı yeni bitirmiştik. O yaz kasabamızın futbol takımının alt yapısına girebilmek için düzenlenen oyuncu seçmelerine katılmış, başarılı olmuştu Tayfun. Maçta kıvrak futboluyla göz doldurmuş, biri kafayla olmak üzere iki de fiyakalı gol atmıştı. Tribünden onu izlerken hem gururlanmış hem de kıskanmıştım. Kasabamızda doğan her çocuk gibi benim de futbola merakım vardı, ama o yaşlardaki sıska vücudum bir takımda top koşturacak kadar dayanıklı değildi. O yüzden seçmelere katılanları izlemeyi tercih etmiştim. Tayfun da o gün maçta çok iyi oynamıştı. Gözlerim seyre doymuştu. Başarılı olduğu için takıma alınacak, lisansı çıkartılacaktı. Maç sonucu konuştuğu adamlar Tayfun’a çıkaracakları lisans için gerekli belgeleri bir bir saydılar. “Tamam, yarın getiririm.” dedi Tayfun neşeyle. Çok mutluydu. Kanarya gibi öterken ayrıldık stattan. Geldiğimiz gibi birlikte döndük eve. Yol boyunca maçta attığı golleri anlattı durdu. Her anlattıkça bir gol daha atıyormuş gibi seviniyordu. Ağzı kulaklarına varmış, gözlerinin içi gülüyordu. “Muzo, merak etme çok zengin olacağız.” diyordu. “Sen benim işlerimi yürüten kişi olacaksın. İlerde bir gün Beşiktaş isterse pazarlık yapayım deme sakın. Kulübe destek olmak lazım, bize bu yakışır.” deyip sokağımıza varana kadar hayallerine beni de katık edip anlattı durdu.
Sokağımıza çıkan yokuşu tırmanırken aklıma geldi “Al anahtarını.” dedim. Annesi evin yedek anahtarını Tayfun’a verirdi bazen. O da bana verirdi. “Senin cebin var, al sende kalsın.” derdi. Çünkü onun pantolonlarının cepleri yoktu. Tayfun Yalancılar Çeşmesi’nin yanı başındaki bataklığa gidip oradaki kurbağaları yakalar, ceplerine doldururdu birkaç yıl öncesine kadar. Sonra da sokağımıza gelip usulca yaklaştığı çocukların gömleklerinden, tişörtlerinden içeri atardı kurbağaları. Büyüklerin hiçbir uyarısına kulak asmayınca annesi de bu yüzden ona ceza vermiş, iğne iplikle tüm pantolonlarının ceplerini dikmişti. O yüzden birkaç yıldır cepsiz kalmıştı. Herkesin ona cepsiz Tayfun demesinin sebebi buydu.
Sokağımıza vardığımızda sokağın çok kalabalık olduğunu görünce ne olduğunu anlayamadık. Kandil akşamları günahlarından arınmak isteyenler bisküvi, lokum dağıtırlardı çocuklara. O zaman da çok kalabalık olurdu sokağımız ama kalabalıkta çocuklar yoktu. Hem o gece kandil gecesi de değildi. Tayfunlarla evimiz bitişikti. Eve yaklaştıkça kalabalığın bir kısmının da Tayfunların evinde olduğunu gördük. Bunca insanın neden toplandığına dair bir fikrimiz yoktu ikimizin de. Başı sağ olmak deyimini ikimizde ilk defa Tayfunların kapısına gelince duyduk. Tayfun maçta attığı kafa golünü kastediyorlar sandı. Sağlam, tebrik edilecek bir kafa golü atmıştı çünkü. Başın sağlam olsun ki hep böyle güzel kafa golleri at mı diyorlardı acaba? Baş kafa demekti. Evet, böyle bir anlam çıkabilirdi. Ama başın sağ olsun diyenler seçmelerdeki maçı izlememişlerdi ki. Ben işin içinden çıkmaya çalışırken kalabalığın nedeni de deyimle kastedilen de kısa sürede anlaşıldı. Tayfun’un inşaatta çalışan babası iskeleden düşüp ölmüştü. Hatırnaz konu komşu o yüzden toplanmıştı. Tayfun da o gün çok duyduğu başın sağ olsun deyiminin attığı kafa golüyle bir ilgisinin olmadığını, hayattan yediği gol olduğunu düşünüp bir köşede iç çeke çeke, kara kara ağladı durdu. Arada bir dudaklarından “Bizim başımız zaten babamdı.” cümlesi döküldü. O gün bugündür ne zaman sevindirici bir haber alsa önce yediği gol gelir aklına sonra “Acaba başıma ne felaket gelecek?” diye düşünür.
Tayfun o günden sonra ne kulübe evraklarını götürdü ne de futbol oynadı bir daha. Beşiktaş’ı bile almadı ağzına. Kurbağalardan da tiksindi. Liseye de başlayamadı, okulu bırakmak zorunda kaldı. Çünkü iki kardeşi daha vardı, çünkü çalışmak zorundaydı. Tayfun hayattan bir gol daha yemişti böylece. İki sıfır gerideydi artık. Bir iş bulup çalışacaktı. Annesi Tayfun’un pantolonlarının dikişlerini söktü babasının öldüğü gece. Tayfun, elleri ceplerinde yürüyebilecekti artık. Nasır tutacak ellerin ceplere ihtiyacı vardı elbette. Artık evi o geçindirecekti. Omuzlarına büyük bir yük yüklenmişti. Komşu kadınlar, “Ekmek aslanın ağzında, eve bundan böyle ekmeği sen getireceksin.” dediler. Mecazlarla arası kötü olduğu için televizyonda gördüğü aslanlar geldi gözlerinin önüne. Gözleri büyüdü. Demek babam her gün aslanlarla mücadele ediyordu ekmek için, diye düşündü. Sonra düşündü babasını. Düşündü; zayıf vücudunu, kamburunu, nasırlı ellerini. Gözleri küçüldü. Gözleri ıslandı.
“Muzo!” dedi kanarya gibi ötmeyi kesip. “Efendim” dedim ona bakarak. “Bugün dayım aramış İstanbul’dan. Gelip bizi İstanbul’a götürecekmiş. Artık orda yaşayacakmışız. Güzel de bir iş ayarlayacakmış bana. Buradaki gibi ikide bir iş değiştirmeyecekmişim. Hem artık denizi de kâğıt gemilerin gerçeğini de göreceğim.” dedi. Işıl ışıldı gözleri. Uzun zamandır böyle sevindiğini görmemiştim. İki yıl olmuştu babası öleli. Kulağımda kanarya ötüşü çınladı. Sevincinin sebebi buymuş demek. Yutkundum, boğazıma bir gemi demirledi sanki. Gitmesini istemiyordum. Küçükken yaptığımız domates savaşlarındaki kahramanlıkları geldi gözlerimin önüne. Ben sustukça o daha çok anlattı. “Onu da göreceğim, bunu da göreceğim. O da olacaktı artık, bu da.” Hepimizin görmek için can attığı şehre taşınacaklardı. Anlaşılan dayısı iyi bir orta açmıştı Tayfun’a. Tayfun rakiplerinin arasından sıyrılmış ve hiç olmadığı kadar yükselmişti. İyi bir gol atmak için her şey hazırdı. “Muzo!” dedi. İrkildim. “Hıııı” dedim. “Sence iki bir olur mu?”
Bir cevap yazın