Ankara’dan İstanbul’a geleli üç gün olmuştu. Lise arkadaşım Ferdi, beni karşılayarak evinde misafir ediyordu. İş görüşmesi için geldiğim bu şehirde biraz daha burada kalmamın benim açımdan daha iyi olacağı fikrine kapıldım. Bilen bilir; malumunuz Ankara’da deniz yok, herkes İstanbul’a gıpta ile bakar. İstanbul’un o meşhur boğazında bir tur atabilme hevesiyle memleketimden kopup buralara kadar geldim. Ama asıl beni merak ettiren yer; Adalar’dı.
Hafta sonu İstanbul kalabalığı ile Ferdi’yi yanıma alıp mangal yapmak amacıyla Adalar vapurunun ön safhalarında yer bulabilmek için sabahın ilk ışıklarıyla yolumuza koyulduk. Sadece sırt çantalarımızı yanımıza aldıktan sonra 7.10 vapuruna binmek için sıraya girdik. Kalabalığın ucu bucağı yoktu. Nereden baksanız, ülkenin bir ucundan gelenlerle ülke dışından gelenlerin kucaklaşma anlarına şahit oluyordunuz. Vapurun kalkmasına henüz on dakika vardı. Bir yandan çantalarımızı kontrol edip bir eksiğimiz var mı diye bakarken bir yandan da kalabalığın daha da artması gözümüzden kaçmadı. Buradaki kalabalık; benim gibi adaya ilk kez gidecek ada meraklısı olan insanlardan kurulu bir orduydu adeta. İlk hedefimiz Büyükada’ydı, vakit kalırsa diğer adaları da ziyaret etmek istediğimi Ferdi’nin kulağına fısıldayarak söyledim. Ferdi de başını onaylar bir şekilde ağır çekim kafasını aşağıya yukarıya salladı. Ferdi genelde çok konuşmaz, insanlarla el kol işaretleri ile anlaşmaya çalışır. Herhangi bir sıkıntısı olmadığı halde bunu yapmasının nedeni olarak kelimelerin gürültüsünden korktuğunu söyler. Bu halini çok severim, çünkü; baş ağrısı en sevmediğim ağrılardan biridir.
Saat 7.10 olmuştu. Birkaç dakika önce vapura girişimizi yapmıştık. Kalabalığın arasından sıyrılıp havanın güzelliğinden faydalanıp vapurun dış kısmında oturmak için yer kapmaya çalıştık. Yoğun uğraşlarımız sonucu geniş bir ailenin olduğu alanda sıkışarak kendimize yer bulduk. Bu saatten sonra vapurda oturacak yer bulman imkansızdı. Ayakta duranlara bir selam yollayarak yolculuğumuza başladık.
İlk defa uzun bir deniz yolculuğu yapıyordum. Benim heyecanım karşısında; Ferdi, sayısız kere gittiği Adalar yolculuğunda çok soğukkanlı bir tavır alıyordu. İstanbul, son kırk yılın en sıcak günlerinden birini yaşıyordu. Havadaki nem miktarı havaya tükürseniz yere inene kadar buharlaşacak kadar vardı. Fakat sabah ayazına yakalandığımızı belirtmeden edemeyeceğim. Ya da denizde vapur ile giderken yakalanılan rüzgarlardan bir tanesine şahit oluyorduk. Ferdi’ye sordum; ‘‘bu hep böyle midir?’’ diye, başıyla bir ileri bir geri karşılık verdi.
Saatimiz 8.29, Büyükada’ya sessiz ve derinden yanaşıyorduk. Kalabalığın aynı anda kalkmasını bekleyerek yerimizde saydık. Bütün insanlar senkronize bir şekilde aynı anda nasıl hareket edebiliyor, anlam veremiyorduk. Ferdi el kol hareketiyle, ben de yerimde oturup insanları izleyerek vapurun boşalmasını bekliyorduk. Bulunduğumuz vapurun kıç tarafı yavaş yavaş boşalırken, hareket etmemizin zamanı geldiğini, Ferdi ile göz göze anlaştıktan sonra dışarıya doğru adımımızı atarak anladık.
Büyükada sahili karşımızdaydı. Hızlı adımlarla karaya ayak bastık. Geniş bir sahili olan ada, bizi karşılamıştı. Fazla soluklanmadan saatli meydanın olduğu yere geldik. Buradan çarşının olduğu yere gidip mangal malzemelerini almak için yola koyulduk. Ama öncesinde kahvaltı yapmadığımızı fark ettik. Ferdi beni çarşının içerisinde önünde kuyruklar oluşan meşhur bir börekçiye götürdü. Herkesin rağbet ettiği sıcak ve taze börekleri bir bir midemize indirdikten sonra spor yapma babında sahilde biraz turladık. Büyükada, Adaların en büyüğü, Adalar ilçesinin merkezindeydi. Sayısız insan bu toprakları ziyaret etmiş, sayısız insan buraları göremeden bu topraklardan gitmiştir. Benim de iş görüşmesi bahanem olmasaydı İstanbul’a gelesim yoktu. Ankara’da mutlu mesut yaşamımı sürdürüyordum ama bir yandan da kendimi dışarı atıp farklı kültürlerle kaynaşma durumuna getirmeyi de istiyordum.
Mangal için gerekli malzemeyi almaya başlamıştık. Köfte, tavuk, içecek, cips, salatalık, domates, kömür, mangal seti… Poşetlerimize dikkatlice doldurup piknik alanına doğru yol aldık. Yolda karşılaştığımız bisiklet sürenleri gördükten sonra Ferdi işaretle bisiklet kiralayalım teklifinde bulundu. Fakat ben bisiklet sürmeyi bilmiyordum. Çocukluk travmam olan bisikletin etkisi gençliğimde de devam ederken, yetişkin olduğumda ise hayatımdan hiç çıkmamaktaydı. Yolumuza Ferdi’nin mızmızlanması ile yayan devam etmek zorunda kaldık.
Yolumuza devam ederken karşımıza pembe ve mor renkli begonviller bizi karşılıyordu. Yol kenarında karşımıza çıkan tarihi köşklerin altında, bu çiçekleri arkamıza alarak anı ölümsüzleştirmek üzere bir bir flaşlarımızı patlattık. Biraz ilerledikten sonra karşımıza üç katlı ve kuleli bir kırmızı köşk çıktı. Burası Mizzi köşküymüş. Hemen onun önünde de fotoğraf çekildikten sonra piknik alanına doğru ilerledik. Hedefimiz Dilburnu tabiat parkıydı. Vızır vızır bisikletlilerin ve elektrikli arabaların geçmesiyle büyük bir hızla parka vardık.
Çam ağaçlarının altında bulduğumuz bir piknik masasına kurulduk. Ağırdan eşyalarımızı masaya boşaltmaya başladık. Ne de olsa erken geldiğimiz için günün geri kalanı bizimleydi. Ada’da kısa bir tur atmamızın ağırlığından kurtulmamız ile aldığımız içeceklerden birini açıp yorgunluğumuzu atmamız bir oldu. Yavaştan eksik bir şeyimiz olup olmadığını da kontrol ediyorduk. Ferdi ayağa kalktı ve mangalın kurulumuna başladı. Ben de yavaştan etleri hazırlamaya başlamıştım. Etleri bir bir çıkarırken, Ferdi el kol işaretiyle beni yanına çağırdı. Tam bir şey söylemeye çalışıyordu ki, uzaklardan sessiz ama bir o kadar hızlı gelen bir top, suratıma tokat atar gibi süzüle süzüle gelerek yanağıma öpücük kondurdu. Gelen topun şiddeti ile birkaç saniyeliğine de olsa adalardan uzaklaşıp Ankara’ya yolculuk yaptığım söylenebilir. Kendimi yerde bulmamla beraber karşıma çıkan dünyanın en güzel şeyi ile göz göze geldim. Capcanlı okyanus mavisi gözleri, kızıla kaçan incecik kaşları, sıcak ten rengi, boyu yaklaşık benden birkaç santim kısalığı ile karşımda adeta bir Kâinat güzeli durmaktaydı. Sayısız kere özür dilemesi ile elimi tutarak beni ayağa kaldırdı. Anlaşılan kız arkadaşları ile birlikte onlar da bizim gibi pikniğe gelmişti. Ayakta hiçbir şey olmamış gibi karşısında dikildim ve yaşadığım şok ile birlikte elimi ona uzatarak; ‘‘Ben Cemal’’ dedim. Bu durum karşısında ne yapacağını bilmeden ufak bir tebessüm bırakarak arkasını dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Ferdi sırıtarak sırtımı dürttükten sonra Ferdi’nin meramını anlamıştım. Mangalı yakacak ateşimiz yoktu. Fakat nereden bulacaktım, bulunduğumuz alanda ilk temasımı kurduğum kişiler dışında kimse yoktu.
Cesaretimi topladım ve yapacağım şey için harekete geçtim. Bu durumu fırsat bilip beni uyandıran prensese doğru adımlarımı yaklaştırdım. Arkadaşları ile birlikte top oynamaya devam ediyorlardı. Hızlı ve seri adımlar atarak bir anda yanında bitivermiştim. Tam muhabbete giriş yapmış ve ağzımdan çakmak kelimesi süzülürken bir o kadar şiddetli ve bir o kadar gürültülü bir şekilde bir gök gürlemesi ile karşılaştık. Bu gök gürlemesinin ardından yoğun bir yağmur bizleri karşıladı. Bir anda çil yavrusu gibi herkes kaçışıyordu. Yağmurda ilk koşuşumuzu gerçekleştiriyorduk. Ama filmlerdekinin aksine ikimiz de zıt yönde kaçıyorduk. Ferdi ile eşyalarımızı toplayıp sığınacak bir yer aradık.
Yağmur biraz dinmiş, adanın merkezine doğru ilerlemiştik. Günümüz ve aşk hayatım mahvolmuştu. Hava durumuna göre görünürde olmayan yağmur karşısında hiçbir şey yapmadan geri dönme planı kurduk. Nedense tüm aksiliklerin beni bulduğu bir İstanbul anısını cebime iliştirmiştim.
Yağmur uzun sürmüş, ara ara durmasıyla başlaması bir olmuştu. Merkezde bir kafeye sığınmıştık. Yağmurun dinmesini fırsat bilip seri adımlarla hareket ederek son vapura doğru adımımızı attık. Yaşadığım talihsiz olaylar silsilesi içinde sabah geldiğimiz vapurun aynısına binerek aynı yere oturduk. Son vapur olmasına rağmen oturma alanlarında yer yer boşluklar da hakimdi. Ferdi, canının gazoz ve çubuk kraker çektiğini el işaretleri ile söyledi. Ferdi’yi kırmayıp ona gazoz ve çubuk kraker almak için büfeye doğru gittim. Kendime de gazoz aldım. Geri döndüğümde Ferdi’nin karşısında bana topu nişanlayan kızı gördüm. Arkadaşları ile aynı vapurdaydık, hem de karşımızda oturuyorlardı. Kıza yanaştım ve gazozu ona ikram ettim. Çubuk krakeri açıp karşılıklı deniz manzarası eşliğinde yolculuğumuza devam ettik.