1954 yılında kars’ta doğdu, 4 eylül 1994 tarihinde istanbul’da yaşamına son verdi.
ardahan yatılı bölge ilkokulu’nu, kars kazım karabekir öğretmen okulu’nu ve istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili bölümü’nü bitirdi.
siyasal kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı. 1983-1989 yılları arasında istanbul’daki cezaevlerinde tutuklu kaldı. 1989 yılında çağrı adlı kitabı toplatıldı ve hakkında iki ayrı dava açıldı. şiirleri cezaevi günlerinde çeşitli dergilerde yayımlandı. 1991 yılında “susma” kararı aldı. toplumsal yurt ve dünya tarihini, bireyi yoksaymadan sorgulayan, dilin olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu debisi yoğun şiirler yazdı.
ilk kissa
kırkına kadar ne aşk ne ölüm umrundadır insanın
her şey hayvani bir intikam duygusuyla harcanır
düşüncenin ince denizinden güneşe serilmemiş bedenler
durmadan kendine sıcak bir yatak aranır
kırkından sonra bütün ibadetler us’lu bir dost içindir
her anı başka bir pişmanlıkla yaşanır
ki soysuzlar aklanırken kamuda soylular karalanır
ağustos 1991
seni topluyorum denizlerde
seni topluyorum denizlerden bu kentin yorucu işyollarına ekilmiş vapur ve kuşizlerinden akşam yorgunluğunu kondulara taşıyan yokuşlarda kırılmış ihtiyar dizlerinden seni topluyorum, ey yüreğimdeki hüzünleri aydınlatan gökgüzeli
seni topluyorum denizlerden söyle bana ey gökgüzeli/uzakyıldız hangimizin yüreğidahageniş/daha sıcak sıcaklığımıza yağan karın soğukluğu neden bu denli ak gömüyoruz yüzümüzün coğrafyasında hangisinin kızıllığı daha parlak
ey gökgüzeli/uzakyıldız ey saçları özgürlüğe koşanların rüzgârında savrulan insankız nedir bizi yakın iken uzak tutan hangi yer altı kayasına takıldı dersin bu ağır kotan eşitliğin tohumunu ekmek için hepimizin koşulduğu nedir şimdi yürek çarpıntıları yüzlerimizden okunan bu korku
biliyorum sırtımızdaki hasret gömleği gibidir tenin dokunsam yanar ellerim dokunsam yanar dudağına dudağım kanar ve damağımdan dimağıma betimi bulunmaz bir tad akar
biliyorum, dokunsam akmaya başlar dizlerime yüreğimde eriyen gözyaşlarım gibi alnında kaynayan öpülesi bir ter
nerde ise bu tansığın gizilgücü bana göster
ey gökgüzeli/uzakyıldız indirir mi beni sana yıldız istasyonlarına düşyolcuları kaldıran bu ışıkvagonları indirirse silinir mi yürekçarpıntıları yüzlerimizden okunan bu korku kurtarır mı eledüşmez fırsat gibi eldeki bu mutluluğu
vurdum da gökgüzeline koşan gökatının terkisine duyguyükünün topun
sarar da ısıtır diye seviye hasret bu yaşlı çocuğu
soysal ekinci
Yenilene Çağrı
Ey yenilen yenilen
Yenilgiden bin beterdir senin sapkın düşüncen
Anasıdır yarınki ürkülerün
DENEYCİLİĞİN YILGICILIĞI’na herkesten önce düşmen
İlkel bir duygunun arkasına saklanıp da bir başına
Ufkuna yeni şafaklar attığını sanma
Düşün ve bir daha vur kendini gerçekliğin mihenk taşına
Bil ki önce bilgeyedir inanç sonra halka
Ve yine bil ki
Hala kaybetmiş değilim sana olan güvenimi
Gel deli etme beni
Bu son çağrımdır sana
Kuşan eski sıcaklığını
Şüpheyle bakma etrafına
Korkma kimse arayamaz yengi ve yenilgisini senin suratında
Bak bir türlü kalkmıyor kırıklarımızdaki kuşatma
Gel bir liste çıkaralım tuttuğumuz güncelerden
Hainleri bir yana koyalım dönekleri öbür yana
Kırıkları toplayalım ayrımların gecesinden
Henüz varmadılar yalnızlığın pembe karanlığına
Tut ki bir talan daha yedi bu kervan
Tut ki daha da yiyecek
Herkes teneke çalarsa, türkülerimizi kim diyecek o zaman
Böyle mi yazılmalı geçmişin şanına adanan bu roman
Hayır hayır bin kere hayır
Şimdi politik otlakçılığa ALAMANYA yeşil çayır
Görüyorsun utançlarını dışa vurmaya başladılar bile
Barbarların sorgu odalarında insanları asanlar
Açılıyorlar marifetlerini
Halka olan nefretleri utanca dönüşen ifritler
Haydi sözü uzattırma bana
Kuşan eski sıcaklığını hazır ol savaşa
Soysal Ekinci
Yana Yakıla Tüller İçinde
İşsiz bir mum aleviyim her tünelin çıkışında
Ardından ateşlenen silahlar sadece izlerimi yakmakta
Bir vadinin içinde hayatım
Ki giremez oldu insan,
Ve motor sesi
Takipçilerin de böylece
Kurtardım amansız olmaktan
En büyük sevincimken
Başlamak yeni bir şiire
Bitmeyeceğinin bilincinde
Sizindir derim bütün kaynaklar
Varsıllara ki, tüller içinde tülden uzak,
Hergelenin önünde
Döne döne takla atan yoksullara.
Ve gördüğüm bütün düşleri
Kitapların ağladığı bir pazarda
Ucuza kapatan eski düşbazlara…
Herkesten akıl danışan birinin öyküsüne
Benzemiyor diye şiirlerim
Endişe etmeyin, tüller beni korumakta;
Yeni bir oluşa kilitleyip kendimi
Koşarım terkettiğim bozkırın havasına
Dağlara yapışmış taştan kuleler
Ve dikenlerin yarıştığı duvarlar içinde bile yaşarım
Kalbim kabul etmez; müstehak ekli
Ve ısmarlama merhametlerinizi
Bırakınız;
Fahişem bile olamazsınız…
Bir vadinin içinde hayatım
Ki giremez oldu insan,
Ve motor sesi
Sen, bilirsin ama;
Bu vadinin oylumunda
Sadece kuşların indiği bir nehir gibi
Nasıl sessizce aktığımı
Geçerek;
Çıkardığı yangınların ortasında
Cesetlerin tütsü çekip,
Çöl esriyen bir güruhun önünden
Geçerek gizlice
Tüllere bürünüp ağlayarak kaybettiklerime
Yana yakıla tüller içinde…
Kapat, kapat pencereyi
Engeldir küçük esintiler uykuma
Haziran dese de kavak tüyleri
(Yazık; yitik doğada elyaf,
şiirsiz geçen mevsimler gibi…)
Bir ehram bulup tülden,
çekmeliyim yüzüme
Perdeleme gülümsemeni,
Sabah uykularım yok artık,
Aramızdaki sevimsiz aradalıklar
Sonsuza dek kalacak mı…
Perdeleme gülümsemeni
Bırak!
Bırak ki,
Güneşli sabahlığın özgürce
Kaplasın vadimi
Her kuşluk,
Hüzünlü bir gölge olarak düşerim üstüne,
Her kuşluk tuza gelen bir boğa gibi
Çekinerek küçücek bir
Meşk isterim gözlerimle
Perdeleme gülümsemeni
Herkes yüzüyle tutunur hayata.
Sisler içinden sıyrılmakta olan;
Gecikmiş bir gemi gibi
Girmek üzeredir limanına
Soysal Ekinci
Sevdana Gücüm Yetmez
Birlşen iki elin arasındaki güller
Kalbimi delip geçecek
Damar damar bir toprağın bağrında
En güzel yeri kendine seçecek
Ve kıpkızıl akan bir çeşmenin başında
Damla damla doldurup kana kana içecek
Kararsın neye yarar
Sensiz geçen gecelerimi aydınlatmayan gündüzler
Utanç dolu bir yaşamın imbiğinde
Elim hep maviye gider
Sevinin en sıcak en duru kaynağından
Kana kana içmişken gönlümüz
Şimdi bozulmuşu gibi
Hüzünlü ve solgun nefretimiz
EYLÜLün sıcağındayız
EYLÜLün sıcağında
Mart karları yağdı hasretimizin bozkırlarına
Parçalanmış soyka deniz
Çalınmış alınteri
Uzanıp öpüyor mavi sular
Kıyı gibi talancının göbeğini
Doyumsuz melez ve kısır geceler
Umut dolu yüreğimiz yine de
Sevdana gücüm yetmez
Sevdan başımdan gitmez
Sığınacak yer arar
(28.09.1984)
Sen Benim Şiirimsin
Sen benim şiirim.
Ben senin
Alevli imgelerinde
Yanmayı bekleyen
Beyaz bir mum gibiyim.
Öyle pürüsüzce
Süzülmeli ki ışığın karanlıkta
Yağlanıp kirlenmeden
Eriyip tükenmeliyim
(31.10.1992)
Soysal Ekinci
Ölümün Eşiğinde
Hiç yaşadınız mı
Ölümü eşikleyip eşikleyip geri dönmenin sevincini
Hiç yaşadınız mı
Düşen bir uçaktan kurtulmak mı tek başına
Ya da okyanusun ortasında
Batan bir gemiden sözgelimi
Cennet bir adaya çıkmak mı bir kadınla
Hiçbiri bunların hiçbiri
Veremez insana
Bizim yaşadığımız acılardan süzülmüş sevinçleri
Bizim dönüşlerimiz
Ölümle nikah masasında buluşup imzayı atarken
Azrailin kalemi kırması gibi
(Ekim-1985)
Soysal Ekinci
Geleceğim
Beklemek ve korkuların sıcak yüreği
Diliyorum ki üzmesin seni
Düşürmesin çilenin köpürsüz geçitlerine
Hatırlarsın
Bir şafak vaktiydi
Arsız bir menekşe sureti takınarak EYLÜL vurgunu yüzüme
Yavaşça ve üç defa
Dokunmuştum aynasız ve kanaryasız kapınıza
Mutfak önlüğünle açmış
Bana sarılmış ve saatlerce ağlamıştın
Yine diyorum
O GİTTİ GELMEYECEK diye
Elini koynuna sokup ağıtlarla arkamdan ağlama
Yine her sabah saçlarını tara
Yine umutla çık çarşı pazara
Gez-dolaş selam yolla dostlara
Ve umutlarını yaz bana
Göz yaşlarımızı içine akıtmalıyız
Her türlü acının karşısında direnip kararmayan o CEVAHİRin
Ve onu taşıyanlara saygı duymalıyız
Sen de biliyorsun çünkü
Karşılığı ödenemez emek denli
Kutsaldır onların mücadeleleri
Sıcak yaz akşamlarında dolaştığımız
Deniz kenarlarındaki çay bahçelerinde otur
Geceleri lacivert sulara düşen ayışığını seyret
Yalnızlık çengel atarsa yakana
Çocuğumuzu al kırlara git
Tarlalarımızda yeni biçilmiş buğday başaklarını kokla
Hasret türkümüzü söylerler sana
Dinle ve bekle
Yeni bir şafakta geleceğim
Seni alnından öpeceğim
(15.08.1984)
Soysal Ekinci
Fırtınadır Beklediğim
Sürüklenip gelen çakıllarla
Örtülecekse göğe ekinler
Sökülüp-dökülecekse
Mehtap yerine
Dalından taze çiğdemler
Ve sevinç çığlıklarından kum dağları altında
Kaybolan ılgım çiçekleri gibi
Ezilecekse mayısın kanayan nergisleri
İstemem
Esmesin!
Söylemde fırtına
Kılgıda soluksuz yeller;
Bir süre yine
Yansın güneş ateşiyle
Çelik ökselerde örselenmiş bedenler…
(Mart 1987)
Soysal Ekinci
ÇAĞRI
Düşüncenin sarsılmaz yeraltı kayası
Doğru tavrın çekinmeden sırtını dayadığı
Sevmektir kendinden öte
kendin için, özverinin anlamı
duyduğumuz her çığlık bize yönelmiş bir çağrı demektir.
Ve bu çağrıya doğru
YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarında
sesli düşünmektir şair…
I
YİTİK ÜLKE dedim şiirimde adına
YİTİK ÜLKE demişti şairler
işgal altında kanayan bütün topraklara
Yeni kanunlar çıkarıldı senin için
adının yazılması yasaklandı
Hepsi birbirinden geri
hepsi de küf-pas içinde birer cunta genelgesi
Şimdi
SONSUZLUK ÜLKESİ’NDE diye başlar söylencesine
senin tarafını tutan, senden yana haber veren aydınlar
daha nice güzel şiirler yazacak bu ülkenin şairleri sana
ucuz tütünler sararak geceleri çıkıp kentlerin varoşlarında
tutsaklığına sığınarak şiirin uzun ve yoksul kışlarda
-en zifiri karanlığı bile mecbur ederler
düşlerindeki aydınlığı yaşamaya
-kızılçıraların isli alevlerinde ezberlenmiş
sıcak türküler okunur gülümsemelerinde-
Ve kuşdilinde kekelerden
Cahil-aydın/ büyük-küçük bütün burjuvalar
Yangın yerlerine boşalan uzun sağanaklar gibi
KÜRDİSTAN KÜRDİSTAN diye diye önce onlar çözdüler
Dillerini
Şiirlerine sarıp en güzel düşlerini YİTİK ÜLKE’ye göçtüler
ve uykusuz gözlerinden çiğ tanesi döktüler geceden önce
rüyaları işgal devriyelerince basılan ergen kızların
uçuklamış memelerinde
Ve işgal askerleri
ispirtonun renk verdiği yüzleri
yuvalarından fırlamış kanlı katil gözleri
ve haki
ve yeşil
ve irinli özleriyle
Kürdistan’ın yarasını oydular
Kabukverdi soydular
kabukverdi soydular
kabukverdi kurumadan soydular
Artık ne kuruyabilir
ne de kabuk verir
kızıla kesmiştir de et ve kemik içinden
Oluk oluk akmaktadır yaralar
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ne kadar çok gençoğul vuruldu sende
Adlarıyla kimlikleri birbirine karıştı
-hiçbir dağa konduramam, hiçbir suda arayamam eşgallerini-
Hiçbirinin yeri dolmuyor yüreğimde
Kuşak dedimse gökkuşağı değil öyle
Sen bakarsın, o görünmeden boyverip süzülür
Dile kolay, bir çocuk çeyrek asırda ancak büyür
Bütün dağlar düzlensin istiyorum şimdi
Kesilsin kafaları bütün başıboş suların
Ve özgürlük rüzgarıyla gelen devrim dalgalarından öte
Kanatları bütün fırtınaların
-Nasılsa kıracaklar ökseye gelmemiş yanlarını da
göçebeliğimin-
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ey bütün çağlara eşkıya barındırmış dağlar
Ey gökyüzü YİTİK ÜLKE’nin
Bunca ölümü nasıl kaldırır tanrıların
Bütün yıldızların dilsiz mi senin
Ve bulutların ölüdenizler gibi durgun
Günboyu ateşler içinde bir yanın, bir yanın suskun
Sonun başlangıcını bildiren ilkkurşun daha dün atıldı
Her gün yeni bir KIZILDERE yaşanır
Her gün NURHAK gibi bir dağ ateşler içinde kalır
Bir hayvansı kavga bu Doğu’nun çöl sıcağında
Sermayenin yılansı ağzından çıkıyor bütün buyruklar
Savunmanın imkanı yok bu ormanda kendini tek başına
Ağızların ölüm kanunlarıyla gelir çıngıraklı kuyruklar
Katiller eğlendirmez gece-gündüz hiç durmayan sazların
Ne yazık,
Yeşil aygırların en ucuz vaadlerine kendini satar kızların
-işgal bayrakları çekilerek ilan edilen düğünlerin
hüzünlü halaylarında
mor koyun ve ter kokan KÜRT keçelerinin yumuşaklığında
yağ ve baharatın buharlaştığı çıldırtan saçkavurmalarında
sonra
korkak ve buyurgan emirler eşliğinde dolup boşalan
malak ciğerli adamların itaatkar saldırganlığında
yürekleri ihanetle çarpan ağaların atsırtı zamparalığında
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Öldürümün sesidir işte bu sendeki, ihanetin sesidir
Ki savaşı duyan herkesi bir yana çağırır
Ve onu
Ne ırmak, ne bulut, ne güneş, ne de rüzgar kurtarır
-Cahildir halkın, korkaktır
ve üstünde yüzlerce insani kusur
ve talancıların ayak izlerinde adı okunan
bir Osmanlı Sipahisi kadar vahşi ve cesur
ne tam bir ümmeti muhammet’tir, ne de asrını yaşayan bir
ulus
umutsuzluğun resmini yüzlerinde bulursunuz
mutsuzluğun resmini yüzlerinde-
ÖZEL TİM yaldızlarını kuşanıp dağlara çıkan
İnsan avcılarını gördükçe
Gözümdeki bütün renkleri kan alır
-Kana susamış aslan kesildiler
yüreğimden akan kanları toplayıp alınlarına sürerler
oysa ETYEMEZDİ çoğu şehirde
bir kuş için gökyüzümün
kanı akar düşünceye-
insan avcıları
ey insan avcıları
haydi çalın
haydi çalın
çalın artık ellrinizdeki savaşın boynuzborularını
ey yüreklerini ciğerleriyle üfleyen bando mızıkacıları
ey saçları sıfırnumara şişkarınlı soldatlar
parlasın havada kıçlarınızdan sarkan aybaltalar
çalın da
görünsün kemerlerinizden sarkan kanlı kesik kulaklar
ve sonra
patlasın başınızda
direnişin kahreden LULULU’ları karşısında canagelen
ölüme tanık sunaklar
bir kadın Yitik Ülkede
savaş döküntüsü bir cemsenin arkasına
bağlanmış saçlarından
canvermek üzeredir
Kandır bu
İçindeki bu kavganın mahşerinde kurulacak bir divana
Akan
Ölmeden önce tırnaklarıyla kendi göğsüne çizmektedir
Çentiklerini
Kandır bu
Kaynar kızıl boyalardan çıkarılan halı iplikleri gibi süzülen
Kandır bu
Bir zamanlar eldeğmemiş güzeylerde koşarken
Kalçalarını döven kuzgini saçlarından dökülen
Bir çocuk/koşuyor paytak adımlarla
Onbeş aydır büyüyen arsız açlığını bir memeye bağlayan
Ağlıyor
KANI SİL DE EMEYİM
KANI SİL DE EMEYİM diyor
XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE BIMIJIM
Analar ki bütün acılarımızın önünde sadece ağlayandı
Ve en haklı kavgalarımızda bile bizi hep arkamızdan vurandı
Ey yeryüzünün gelmiş-geçmiş bütün tanrıları
Gelin de çözün şimdi bu ananın kulaklarımıza üflediği fısıltıları
Kuremen Xetire de
Seni emzirecek yüzlerce meme var, yüreğim paramparça
Paramparça topraklarım ve kül yığınıdır dağlarım
Kızgın lavlar gibi akmaktadır uçurumları doldurmaya
Göğüslerin paramparça ve rahim yok yerinde
Rahmim kıyılmış kanlı et parçaları gibi
Dökülüyor yırtık tumanımdan toprağa
Xetire de
Seni emzirecek yüzlerce meme var
Ve ben ölünce yüzlerce meme sunacaklar sana
Tez-elden tavolup en dolgun göğüslerden birine
Kırlardan balçiçeklerine yapışan arılar gibi
Sarılıp emeceksin
İşte ölüyorum oğul beni nerede gömeceksin
XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE BIMIJIM
KANI SİL DE EMEYİM
KANI SİLİN DE EMEYİM
KANI SİLİN DE
KANI SİLİN
KANI SİLİN
KANI Sİ
KANI
KAN! ..
Kuremen xetire de
Bırakıp en yoğun acılar içinde seni/ben ölüme koşuyorum
Ve yürümeyi yeni çözmüş senin yaşta bir çocuk gibi
Coşuyorum
Ayak bastıramadılar diye bana
İhanetin bir yalgın gibi yakınlaşıp uzaklaşan mayınlı sınırlarına
Kesin yüceltti beni bugüne değin öldüğüm bütün ölümler
Yine de istemezdim, son ölümüm olsun
Yaşamak bir ihanet sayılmayaydı eğer
XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE
Kuremen,
Bir umut ver bana, artık ölmek istiyorum kanım tükendi
Tükendi yıldızımın güneşten aldığı hayat süresi
Bir umut ver
Alfistanlı kızlarımın sevdalı eşlerine ettikleri
Bağlılık yeminleri gibi
Bir umut ver, aykırı düşmesin düşlerimi sıcak tutan dağlarıma
Bir umut ver, o kızlardan biri en çaresiz anlarında
Mezartaşımın hoşgörülü huzuruna sığınarak
Ve utanıp sıkılarak
Zafer şarkılarıyla dönmen için yalvarsın bana
Haydi oğul bir umut ver bana
Bir umut ver de ışıt yolumu
Ve teslimet cesedimi
Onurlu ölümlerin bedel toplayıcılarına
BERDE DAYE BERDE
Xetire de
Ey benim yumuşak tenli yağız gülüm
En büyük felakettir
Üstümüze korku çığlıklarıyla gelen zamansız ölüm
Sabırla büyütülen kara-kızıl bütün umutları bir anda yıkıverir
Ve her anı
Karanlığın uğurlara fırsat verdiği vahşi doğu geceleridir
Kuremen
Yaşam için direnen, sahranın tansık gülleri gibi
Parlayacaksın bir ömürboyu dağlarımda
Ve karanlık karlı bir gecede
Akacaksın toprak olmuş bedenime mutlaka
Kapılara dokunarak kurtuluşu muştulayan
Kızılasaların İNTİFADA yankılarıyla
Berde Daye
Ben düştüm bile YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarına
Fırlayıp barınağımdan kör bir porsuk gibi
Girdim kavga harmanına
Ben de YİTİK ÜLKE’nin kendisiyim artık
Vurdukları yere gömerler beni de
-vurdukları yere gömdüler SIDDIKLARI, MAHSUNLARI, MAZLUMLARI…’’
Vurdukları yere gömerler bütün savaşçılarımı dağlarda
Yer-gök pusu içinde, hiçbir dosta günışığında varamam
Ben sesimi çıkaramam, bu YAKIN TEMASLAR
Ve sonugelmez kanlı kuşatmalar dışında
Savaş yıktı düzenimi, sevgiyi unuttum
Dinlenmeyi yasakladım bedenime, vurulunca acı duymam
Son nefesimi vermeden önce,
SONSUZLUK ÜLKESİ alır beni de kollarına
Berde Daye,
YİTİK ÜLKE’nin kendisiyim ben de artık
Vurdukları yere gömerler beni
Hiçkimse bilemez, hiçkimse söyleyemez:
Yaşatan kimdi benim çocuklarıma bu şiddeti
Onbin yıllık hangi çöl tarihinin nesnesi
YİTİK SESLERDE BİR TARİH OLARAK*(Halil Güçlü)
Dönüp bakıyorum da ağlıyorum umarsızca
Dönüp dönüp bakıyorum toprağımda canlı kalmış insan
Bedenlerine
Birer korkuluk gibi dizilmişler talan bağların çeperlerine
Uzanacak bir el, gelecek bir çağrı beklerler
Ve kendi elleriyle isyanlarına vurduları kentlerden
Taşıp dökülüyor gözyaşlarına
Umutsuzca oynuyorlar umutsuzlarını bu kanlı tragedyanın
Biraz sonra tanyerinin kızılokları saplanacak yaralarına
Ve öğrenmiş olacaklar TRT haberlerinden önce
Geçilen gün ve gecede
Kaç çocuğun
Ve nice gençoğulun vurulduğunu
Dönüp dönüp bakıyorum BİR TARİH OLARAK
YİTİK SESLERDE kendime
Ve önümdeki bütün güzergahlar boyunca karşıma çıkan yüze:
Ben çocuk öldürmedim, ben çocuk öldürmedim, ben çocuk
Öldürmedim
Diyorum
Ve şiddetin kanlı sahnelerinden bana düşen vebale dair en
Kısa kelamı
HAMLET’ten bulup söylüyorum
(kül karanlığında gizfıçısı bir darlık benim geçmişim.
Özde, kendi biçtiğimiz zambak bir kaftanla dolaştık
Asırlardır Ortadoğu’da. İşgal, talan ve açlık.
Çiğnenmedik EKİN’im kalmadı tarih boyunca: Asur-Pers-
Yunan-Makedonya ve Roma….En büyük yarayı Muhammed
Açtı benim gönülbirliğime. Mutluluğun nesnesini bırakmadı
Osmanoğulları Mezopotamya’da: canlı-cansız ne varsa
Mavi göğün altındaki, hünkarı devletin mülkiyetine aitti.
Cengin ve karşı koymanın, at-avrat ve silahın yasaklandığı
Bir yaşantı dargeldi bana. Karşıkoydum ve yenildim.
Sonra sürüldüm dağlara…sürüler gibi çoğaldım. Alık bir
Havada büyüdü çocuklarım.
Geriye doğru sürülürüm şimdi. Dağlarım en kuytu koyaklarına
Kadar işgal edildi..)
(gizli kapağı dağların koyağına sisdalgaları demirledi.)
(Sisdalgaları demirledi gizilkapağı dağların koyağına,
Çöktükçe bulanır yeşil vadilerin gümüşgözleri.
Sabahlarımız basılır, çadırlarımız dağıtılır,
Beyazkaranlıklar altında ellerimiz arar birbirlerini.
Kollarına ÇİÇEK çizdikleri çocuklarım ikna olmaz da
Çığlıkla çeker ellerin. Hava için, korku için
Gökyüzümü vururlar! bir güvercin çırpınır kar üstünde! ..
Kanı akar düşünceye…)
(Mutluluğun nesnesini bırakmadı Osmanoğulları
Mezopotamya’da
Karşıkoydum ve yenildim.GENÇ-AĞRI-DERSİM!
Ey kemale erdiği söylenen subay
HANİ nerdesin! PALU’da pala salladı
Kırk gün kırk gece, genç diktatörlüğün yaşlı-yorgun gazileri..
Demek ki, o mavi gözlü haydut, demek ki, o
İNCE UZUN BACAKLI SARIŞIN KURT*-Nazım Hikmet’ten-
Mutlak ermemişti kemale…)
(Dağlarım işgal edildi, geriye doğru sürülürüm gittiğim
yollardan. Sürülürüm Batı’ya, göçerliğimle birlikte,
büyük kentlere…İşçi pazarlarında en ucuz, en seçme amele.
Başım mı dolanır bulanık havada, duman mı başımda? ..
Rıhtımboyunda boşalan kalonları fırlatır serseriler batan
Güneşin suratına. Sıkıntılar kurşun kaynatır bedenimde! ..
Yalvarırım tanrıya, bir yağmur yağsa…Acının çığlıklarından
Uzak bir diyarda konaklansa…Akşam hüzünlerine kapaklanır
Durulurdu. Ve orada yalnızlığın sönmeyen arzularına
Sıcak halkalı gemiler vurulurdu..)
(Bu kentler öldürür beni: Dörtelle koşarım emniyetsiz yangın
merdivenlerinde! Kopar pamukipliği, ölü bir kuş gibi, bir
insan maketi gibi düşerim kaçak yapılardan, parçalanmış
cesedimi postalarlar memlekete…
Dörtelle koşarım emniyetsiz yangınmerdivenlerinde! Sonra
Dönüp bakarım ki, yanan da benim, söndüren de…Tazyikli
Soğuk sular sıkarım, ömrümün çatısında sıcak düşlerim üstüne…)
(Bu yapı işçiliği öldürür beni. Mutluluğun nesnesi yoktur
barakalarda. Geceleri yüzlerce akrebin süslediği taze
sıvalı ıslak duvar sahnelerinde, yüzlerce kez yenilirim
YALNIZLIĞA İSYAN OYUNU’nda.
Bütün akrepler hain ilan ederler beni.
Sonra her sabah, çıkarırım sözün keskin ağzını yoz
Yazlardan, işlenmiş topraklara saplarım. İşte asıl bu uzlaşma,
bu boyuneğmişlik duygusu öldürür beni. Sıkıntılarım artar,
günboyu bir benzerimden dinleyemem kendimi.
Yürürken de yürüyemem, attığım her adımda başka bir
Tuhaflık var. Her adımda bedenime yatak açmış ağuların acı
Tortuları çatırdar…hazin bakar çocuklar yüzüme, balmumu
Balkımlar aralarım gözbebeklerinde. Aç dolaşırım, sıcak çorba
Kokuları burnumda…Ve kuruyemiş kokuları…YER DEMİR-
GÖK
BAKIR olur akşamları: uyuşurum, şakağımda yüzlerce, binlerce
Morfin iğnesi var…)
(YER DEMİR-GÖK BAKIRDIR bu kentlerde benim için.
Ülkem nerdesin!
Ben kimim? ..Ey insanlar çıldırmak üzereyim! ..Binlerce gelip
Geçenden kaç yürek kendine kibrit çakar dersin? ..Sevgiyi
Tanıyan insanların gözlerinde taşıdığı sokakların gergefine
usturalar sallarım! .. Yeter artık, yeter! ..Allahına başlarım
ben böyle dünyanın! ..Delikanlı, bıçkın yanlarım keşfedilir
sonra…Kaçakçılar, pezevenkler üşüşür başıma…
Yeni maceralara sürüklenirim bilmediğim yollarda…
Biliyorum tutsak etti bu kent beni. Özgür günlerine bile
Yetişemem YİTİK ÜLKE’nin. Biliyorum kimse bağışlamaz beni…)
Berde Daye,
Ben ki mazlumdum uğruların kolgezdiği kırlarda
Ve insandenizi kentlerde her bir parçam
Mevsimlik birer devedikeni
-Türkçeyi ağızlamamdan anlar da herkes horlardı beni-
Bütün Asya’da şölen verirdim ağıt ve şarkılarımla
Kim çözebildi aksanımdan gelen derin kinleri
-Bir BEŞİK ustasının bitmez sabrıyla karşı-tarihimi yazan
Ve aydınca gülüşleriyle gönlümü kazanan o insandan başka-*(İsmail Beşikçi)
Bugün de en güçlü görünen dostlarım dağınık düzende
Ve sadece seyirci
Hem kararda üstündeyim onların hem de kılgı da
Ey tarih uzaklığın neresindeyim kurtulmuş bir dile
Çok büyük hesaplarım var o dilin bozulmuş türküleriyle
-Hem artık ben
kendi ülkesinden öteye gidemeyen türküleri de söylemem-
Berde Daye
Vurdukları yere gömecekler nasılsa beni
Çıkarıp attım sırtımdan
Küçük heveslerim yüzünden bedenimi moda kapanlarına
Düşüren giysileri
Pespaye bir çarık ayağımda ve kara bir şalvar
Ölümle boğuşacak bir leopar hızıyla düştüm yollara
-Dağda yolsuz yürünür, patika asfalt görünür ayaklarıma
Berde Daye
Ben düştüm bile YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarına
Dağarımda yağlı ekmek ve kuru et
Mataramda şarap yerine süt var ve geçtiğim her koyakta bir
Pınar
Geleneğimdir sürülerden beslenirim
-kınalı kuzuların tırnak izlerinde kaldı çocuksu sevinçlerim-
-Çiçek cenneti yaylalarda vuslatı yayardım
kurak vadilerin kızgın dikenliklerinde kanardı ayaklarım
göçebe kıvrımlarından geçerken acının
sadece türküler söylerdim dilim yoktu elimde
dilim olsaydı ve elimde kalemim
Mem ü Zin’i İlyada gibi yazardım-
Berde Daye
Bir imge sayılmasın istedim
Ve kestim çıra ışıklarında hep aynı yöne düşen sakallarımı
De ki aşiretlerin ateşverilen bin yıllık yüzlerinden
Niye duman çıkmadı
-Ki benim intihar ateşlerinde yanarken de gözüm hep
dağlardaydı-
Berde Daye,
Çok zaman oldu seni
Onurlu ölümlerin bedel toplayıcılarına teslim edeli
Çok zaman oldu YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarına düşeli
Ey gökyüzü
Ey günabtımını gölgeleyen alabulutun
Yanan güneşin önündeki huzursuzluğu
Ey ARARAT, ey dört mevsim bitmez kar
Ey SÜPHAN, ey serin rüzgar
Ey NEMRUT, ey deli bahar
ORTA-DOĞUN’NUN ORTAYERİNDE*(İsmail Beşikçi)
Özgürlük isteyen bir halk var
Ki göğsünde saplı binlerce hançer
Ve benim
Yüreğimdeki aşkatının yelesinden her akşam
Kuraklığın uykularımı dağlayan alevden kılıçları geçer…
-YİTİK ÜLKE’de yağmur
bir çöl merkebidir, sırtında semer
ve bütün aceleciliğiyle
topraktaki tohuma doğru yönelen her damlayı
amansız takiplerde taşlara değdikçe alevler saçan
tank paletleri emer…
-Barajlar su toplayınca kendi içimde boğacaklar beni
HARRAN’da
Ve kıracaklar göçebeliğimin ökseye gelmez kanatlarını da-
Yeniden kurmalıyım oysa kentlerimi
Sümer tabletlerinde bilmeden kendi yüzünü temizleyen
Kazı işçilerinin nasırlı elleriyle
Aşiretlerin parçalanmamış tarlaları genişliğinde olmalı
Caddeleri
Ve sokakları kendi dilinde açmalı
Elinde adresle gelen bütün konuklarına kapılarını
Ey dağlar, ben tırpan erkeğiydim HARRAN’da
Sorun beni, yeşili yüzünden hiç silinmeyen çayırlara
Buğdayı samanından tanıyan ırgatlara
Sorun beni, sararmaya yüztutmuş ehli-yaban bütün nebata
İçine düşsen dağlanırsın o yıllanmış dikenlere
-Yıllardır kan ile sulandığını da söyler sizlere-
ey gölgesine sığındığım ulu ulu çınarlar
ey türkülerime solukveren nazlı nazlı pınarlar
ey LULULU’larla koşarken ayaklarda parçalanan nalınlar
ey en büyük işkenceler tanığı alınlardaki kabartma haritalar
ey yüreğimi söyleyince beni saran sevgilimin kıvır kıvır saçları
ey soframdaki küçük kara katığın
AKDENİZ’de kundaklanan ağaçları
Elverin bana!
Arka çıkın da işgal askerleri çekilsin
Özgürlüğün ilk dilimi elimdedir-herkese-
Yemin ederim ki ödediğim diyetlerin başı üzre
Herkese eşitçe üleştireceğim
Ekmeği de
Sevgiyi de…
Berde Daye, sular karardı ben artık duramam
Gördükleri yerde vurur, vurdukları yere gömerler beni
Alev alev yükselen isyan ateşlerini kızılküllere çevirir
Kanın şiddeti
Ve karışır o küllere
Ölümden kurtulan öksüz çocukların
Karabulutlar altındaki derin içdövmeleri
Ve bugün bana uzak duran daimi dostlarımı görürüz de
İşgal askerlerince öldürülen analar
KİMDİR der ÖLÜM KARANLIĞINDA
BEYAZ BASTONLARIYLA DOLAŞAN BU ADAMLAR
Kapatıyor kan içmiş karabulutlar YİTİK ÜLKE’nin yollarını
Kapatıyor ölümden kurtulan öksüz çocukların ağlayan
Yüzlerini
Sarıbalçıklara bulanmış, teslim bayrakları gibi titreyen
Yumuk yumuk elleri
Ve hamurda usta anaların avuçlarında yoğrulan
Eziliyor küpünden taşan bir avuç ekşimiş hamur mayası gibi
O çocukların dalga dalga gelen kanlı karabulutlar altındaki
Derin içdövmeleri
Dinleyin! ..
(Dinleyin: İşte bu gelen uğultular, sürekli zelzeleler kuşağının
yıkım öncesi fırtınasıdır. Ve yükselen bu dalgalar, sırtında
kanlı tarihinin ağır hesaplarıyla toprağın yekine yekine
kalkmasıdır. Bu altında yolalınan gözlerden kaymayan yıldızlar,
artık yakarmak yerine, zafer işaretleriyle yükselen
ellerin, kurduğu dost sofralarında kenetlenircesine tutuşmasıdır.
Bu yükselen toz-duman, bu, yüzyılın peygamber korsanlarının
Bile eremediği ararat’ın eteklerinde kopan; çökmüş avurtlarda
Uzayıp giden sönmüş isyan izlerini, savaşa sürülen kanatlı
atların tozutmasıdır. Ve resmi tarihin tozlu arşivlerinden
indirilen hesap defterlerinde, mağlup isyanlara aşina
sararan tarih sayfalarının yeniden yazılmasıdır…) .
değişti topraklarımın rengii yanıyor artık
değişti yerlerini dörtbin yıllık ağaçlar
Terketti eski yuvalarını
Yaşları bilinmez yer altı kayaları-dulda bulsun diye çocuklar-
Yok yerinde serinliği sonsuzca üretir sandığımız uluçınarlar
Sular bile değişti, DENG_BEJ’liği bıraktı çaylar
Onların da dillerinde yürekten yüreğe geçen bir LULULU
Ey insanoğlu, ey yanan güneşin gözlerimdeki mavi bulutu
Yardım edin de gelsin artık bu kavme uygulanan vahşetin sonu
Fırat yönünü değişti
Tutamıyor kendini azgın suların sivri kayalardan seyirip
Dökülen memeleri
Ayaklanmanın kutsal gücüne bakıyor dağdaki partizanın gözleri
ÖLENLERİ GÖMMEYİN AĞITSIZ
VE YAŞARKEN ŞARKISIZ BIRAKMAYIN DAĞDA DİRENENLERİ diyor…
Mayıs-Eylül-1990
Soysal Ekinci
Yüzyıl Önce
Bir hortum yükseldi bugün avludan
Titredi çatının kiremitleri
Uçtu kapı, kanat vurdu örtüldü
Dışardan yuvaya çamur taşıyan
Yıkıldı kuşların hava köprüsü
Eğrime kapılan anakırlangıç
Savrulup dikeli tele gömüldü
Silahını kuleye dayayıp yavaşça
Titreyerek uzanınca nöbetçinin elleri
Gerildi hüznümün pembe telleri
Yüzyıl önce yüz kişiyle birlikte
O asker beni öldüresiye dövmüştü
(1.06.1987)
Soysal Ekinci
Bir cevap yazın