Annem, beni buraya bıraktığından beri uzun zaman geçmişti. Öyle uzun zaman ki, ilk başlarda, günlerin hesabını tutmayı denedimse de yolun çeyreğine bile varamadan, saymayı bırakmıştım. Bu vazgeçmişlik, beklemek konusunda yardımcı olurdu belki. Ama olmadı. Birini ya da bir şeyi beklemek, insan denen yaratığa verilmiş en büyük ceza olsa gerek. Aynı bünyede ümit ve hayal kırıklığı. Peş peşe, süregelen, bitmeyen bir sarmal. Hele ki hiç gelmeyecek birini beklemek. Kesinlikle hastalıklı bir durum. Hadi hepimiz deli doğduk diyelim. Peki ya öyle kalmak? Herkesin harcı değil.
Bir gün bahçede dolaşırken “Nereden biliyorsun hiç gelmeyeceğini?” diye sormuştu arkadaşım Cemal. Okula başladığımızın ilk yıllarıydı. Belki de değildi. Her neyse. Dedim ki, “Bilirsin işte. Ben bu işin kitabını yazdım. Gelecek olan bekletmez, gelir. Gelmeyecek olansa belki zaten en başından beri yoktur. Sadece zihninde yarattığın bir karakterdir.” Şimdi, bu deli saçması açıklamayı ondan başkasına yapmış olsaydım, karşımdaki söyleyecek bir söz bulamayacağından, çevremizi derin bir sessizlik kaplar bir müddet daha o garip hiçlikte yol alırdık. Ta ki paylaşacağımız bir şey kalmayana kadar. Ama öyle olmadı. Benim kafa ne kadar uçuksa, Cemal’inki belki on katıydı. “O karakterler sayesinde var olduk,” dedi gülerek, “Hepsi mevcut. Sen beklemeye devam et.”
Arkadaşımın dediğini yapıp tam gaz beklemeye devam ettiğim günlerden birinde, oldukça enteresan bir olay yaşandı. Şimdi hangi ay olduğunu tam olarak hatırlayamasam da dışarıda kar fırtınası vardı. Hayır, pencereden görüp emin olduğumdan değil. Sadece tahmin. Bizler, ne olursa olsun bahçeye çıkıp hava almalıydık. O akşamüstü hepimiz, okulun yüksek tavanlı salonundaki devasa şöminenin karşısında toplaşıp oturmuş, bir şeylerle uğraşıyorsak dışarıda farklı bir durum olmalıydı. Yunus Hoca’nın psikoloji dersinde aldığım karalamaları temize çekiyordum. “Kadın, kendi kişiliğinin bilincinde olmadığı için bunlarla özdeşleşir. Önce çocukları doğurur, sonra da bunlara yapışır, çünkü onlarsız hiçbir varoluş nedeni yoktur,” demişti derste. Sanırım notlarımı düzenlemeyi bu saatlere bırakmamın temel sebebi buydu. Cümle, hocanın ağzından çıkar çıkmaz nefret etmiştim. Herhalde dünya üzerinde varoluş nedenini, hemcinsleri yerine hayvanlar aleminden örneklemiş nadir annelerden birine sahiptim. Daha da acınası, hala bir gün belki nedenini bulur, yanına alır, gelir diye beklemekteydim.
“Oturabilir miyim?” Başımı şaşkınlıkla sesin geldiği yöne çevirdim. Okulun en güzel, en popüler kızı ‘su gibi Suzan’ yüzünde melekleri andıran bir gülümsemeyle bana bakıp sorduğu soruya cevap bekliyordu. “Tabii, elbette, büyük bir memnuniyetle,” demek istedimse de ağzımdan belli belirsiz bir ses karmaşası çıkıp havada yok oldu. Utancımdan yerin dibine girmiştim. Daha da derine inip orada hiç olmak istedim.
Çıkardığım sese bir anlam yüklemiş miydi, ya da her güzel kadın gibi, sorusunun cevabını doğuştan aldığı için miydi bilmiyorum ama yerine yerleşti. Yüzüne bakamasam da yanı başımda yaptığı belli belirsiz hareketlerden aldığım notları okuduğunu hissedebiliyordum. “Sürekli yazıyorsun,” dedi gülerek, “Ben ve diğer kızlar bu kadar çok ne bulup yazdığını merak ediyoruz.” Bütün yazdığım ders notlarından ibaretken, kızlar arasında merak konusu olmak hoşuma gitmişti. Ancak utangaçlığımı atabilmem için yeterli değildi. O yüzden hiç konuşmadan notlarıma sabitlediğim gözlerimle oturmaya devam ettim. “Ama onların henüz farkında olmadığı bir şey var,” dedi kulağıma eğilip, “Yazdığından daha çok okuyorsun.” Sesi, kulağımdan içeri girer girmez vücudumun olanca sağlıklı, erkek kanı nereye üşüştü tahmin edin. Allah’tan okulun pek sıkıcı formasını çıkarıp üzerime, sıska vücuduma iki kat büyük gelen eşofman takımımı geçirmiştim. Rahatsız olduğum şeyin kendisi olduğunu düşünmemesini umarak ikimizi saran görünmez çemberin içinde, olabildiğince uzaklaştım. Ve evet, doğru bilmişti. Okumayı seviyordum.
“Gözlerine bakınca kalbinden yaralı olduğunu anlıyorsun. Böyle bir kadınla pazarlığa kalkışmak çetin iş,” demişti Cemal bir keresinde. Ya da yazmış mıydı bir yere? Her neyse. Yanıma oturup yaşadığı üç, dört cümlelik monologdan sonra, Suzan arkadaş olmamız adına adeta peşime düşmüştü. Onun zekâsı, daha doğrusu o zekânın kıvraklığıyla, monologların diyaloğa dönüşmesi oldukça kısa sürede gerçekleşmişti. Yıllar süren ilişkimizde, saatlerimiz ilk andan itibaren Suzan’ınkine ayarlıydı ve ben, kendimi hep onun akışında var ettim. “Yalan.” Şimdi, bu yazdıklarımı okusa, o şahane zümrüt gözlerini devirerek “Hayır, külliyen yalan” derdi, “Sakın ama sakın bu adama inanmayın.”
Çok okuyan herkes önünde sonunda yazar mı bilmiyorum ama ben yazdım. Okulun hiç bitmeyen, aşkımın ise en güzel yıllarıydı. Bir gün edebiyat hocamız, şehirde bir öykü yarışması olduğunu ve aramızdan isteyenlerin katılabileceğini söyledi. Bu haber en çok Cemal’i, beni ve çok yakın olmasak da delilik ve edebiyat anlamında kendimizi bir nebze yakın hissettiğimiz İspanyol’u heyecanlandırdı. Ancak, ufak bir sorunumuz vardı. Yarışma haberi, tüm şehri aşıp bizim küçük ve butik okulumuza ulaşana kadar bayatlamıştı. Ve eğer, içinde yer almak istiyorsak bir şeyler üretmek için sadece bir günümüz vardı.
Üçümüz de öğretmenlerden aldığımız özel izinle o günü kendimize ayırıp harıl harıl bir şeyler üretmeye başladık. Ayrı köşelere konuşlanmış olsak da aynı odayı paylaştığımızdan hem yazıp hem çaktırmadan birbirimizi gözlüyorduk. Saatler ilerledikçe erkeklerin içten içe gizledikleri rekabet, bünyemizden taşmış, adeta bütün odayı kaplamıştı. Sessizliği ilk bozan Cemal oldu. “Hadi,” dedi, “Herkes yazdığından birer cümle okusun.” Kafamda, yazacağım şeyi tasarladımsa da o ana dek sadece tek bir cümle yazabilmiştim. Mecburen onu okuyacaktım. “Madem öyle, önce sen başla,” dedi İspanyol, Cemal’i kastederek. “Hay hay,” deyip, elindeki kağıtlara şöyle bir göz gezdirdikten sonra cümlesini okudu. “Düşünce, düşüncenin düşüncesidir.” Tipik Cemal diye düşündüm. Yazmış yine yazacağını. Kendinden emin her insanın olduğu gibi, tepkimizi bile beklemeden topu İspanyol’a attı. “Biraz uzun,” dedi İspanyol, okuyacağı kâğıda bakıp, “O yüzden iyi dinleyin.” Aksi mümkün değildi ki. İlk kez yazdığı bir şeyi duyacaktım. “Belki benden müthiş bir karakter yaratabilirsin. Beni, yazacağını söylediğin bu kitapta bir yere sıkıştırabilirsen sana sonsuz bir minnettarlık duyarım. Ne yaptığım umurumda değil. Önem kazanayım yeter.” İspanyol’un deli olduğunu tahmin etmiştim ama bu derece beklemiyordum. Kalemi müthişti. Ödülü ben verecek olsaydım, kazananı belliydi. İkisinin yazdıklarını duyduktan sonra ıkına sıkıla, önümde yazılı tek cümlemi okudum. “Bir anda her şey yok olacak ve bir kez daha hiçliğin ortasında yalnız kalacağız!” Gülümsemekle yetinip, yazılarına kaldıkları yerden devam ettiler. Devreye kulaklarımın girmesiyle olacak, bir anda kafamın içinde derinlere gizlenmiş bekleyiş hikâyesi, saklandığı yerden çıkıp gözlerime ulaştı. Ve ben, en ince ayrıntısına kadar gözümün önünden akan oyunu yazdım. Bir daha yazdım. Sonra bir daha. Ta ki sabah olana dek. Ve ne oldu biliyor musunuz? Ödülü ben kazandım.
“İstediğini elde ettin. Herkese ulaştın. Mutlu musun? Bu muydu hayat gailen?”
Öyküm basılmış, altında yazan adım, okulun duvarlarından şehre, oradan bütün ülkeye, sonra hızını alamayıp başka dillerde, başka başka ülkelere yayılmıştı. Küçücük dünyamda, hiç gelmeyecek annesini bekleyen bir çocukken, tüm dünyanın merakla ne yazacağını beklediği bir adam oluvermiştim. Ama şimdi, bu güzel ilkbahar sabahında, yanımda çırılçıplak yatan ve ürkek gözlerle vereceğim cevabı bekleyen, kalbi yaralı kadına, “Evet, tüm hayat amacım artık bu,” diyemezdim. O yüzden, aklını kullanabilen her erkek gibi uzanıp Suzan’ı kendime doğru çektim. “Benim tek bir amacım var. O da sensin.”
Müdür yardımcısı neşeyle yanıma gelip annemin geldiğini söylediğinde, her zaman olduğu gibi notlarımı temize çekmekle meşguldüm. “Annem?” Sorduğum soru neşesini daha da yerine getirmiş olacak, “Anneniz değil, kızınız,” dedi gülerek. Aklım karışsa da çaktırmadım. Otoriteye fazla soru sorulmaması gerektiğini ezelden öğrenmiştim. O önde, ben arkada, okulun merdivenlerinden inip bekleme salonunda, müdür ile birlikte oturan genç kadının yanına geldik. Öyle çok yakışıklı bir erkek olduğum söylenemezdi ama kadınların gözlerindeki saklanamaz ilgiye alışıktım. “Matmazel,” diyerek en çapkın gülümsememle selamlayıp karşısına oturdum. Ancak burada sanki farklı bir şey vardı. Üzerime dikili zümrüt yeşili iki göz, ilginin yanında derin bir sevgi ve kabulleniş barındırıyor gibiydi. Tanıyor muydum? Sanmam. Bir yerlerden belki? Kim bilir?
Müdürle derin bir sohbete girmişlerdi. Haftam nasıl geçmiş, ilaçlarımı alıyormuş muyum, öfke nöbetlerim azalmış mı, Cemal Bey’in ölümünü nasıl karşılamışım falan filan. Konuştuklarını duysam da tek bir şeye odaklanmıştım. Onunkine kıyasla, ancak buruşuk bir pençeyi andıran elimin üzerine konmuş küçük ve bakımlı parmaklara. Ne kadar süre bu şekilde kaldık ya da müdürden hakkımda neler dinledi bilmiyorum. Tek bildiğim, tüm o geçen zamanda elimi okşamayı ve sevgi dolu gözlerle bana bakmayı hiç bırakmadığıydı. Bütün konuşacaklarını konuşmuşlar ve belli ki tüm sorular da cevaplarını bulmuştu. Çünkü o sona yaklaştıkça hâkim olan sessizlik ve gidecek olmanın getirdiği belli belirsiz hareketlilik karşımdaki iki kadını sarmaya başlamıştı. Derken beklemediğim bir şey oldu. Müdür Hanım görüşmenin başından beri önünde duran kağıtları genç hanıma uzattı. “Bu hafta yazdığı öykü inanılmaz,” dedi gülümseyerek, “okumanız gerek. Klinik çalışanları olarak hayranıyız. Acaba bir yarışmaya falan mı göndersek?” Genç kadın, kendisine uzatılan kağıtları alıp usulca güzel parmaklarını üzerinde gezdirdi. Sonra bana bakıp, “O inanılmaz aklınla yazdığın her şeyden gurur duyuyorum baba,” dedi gülümseyerek. Şaşırdım. Ben? Yok canım. Mutlaka bir yanlışlık olmalıydı. Çünkü ben, bir yazar değil, sadece iyi bir okurdum.
Meteoroloji kırk yılda bir doğru tahmin yapmıştı. Çalışma masamdan görebildiğim kadarıyla gün boyu azar azar yağan kar akşamüstünün bu saatinde tipiye çevirmişti. Ürperdim. Karşımdaki şömine öğleden beri yandığından odunlar sönmeye yüz tutmuştu. Hem onları tazelemek hem de belki tek bir kadeh şarap koymak için yazdıklarıma kısa bir ara verebilirdim. Ne de olsa İsmail Bey’in hikayesinin bugün biteceği yoktu. Laptopun kapağını indirip yerimden kalktım. Ne de olsa, benim de acelem yoktu.
Benül Merve Kubanç
17.05.2020