Uyandığımda çatısı eklenmemiş bir odadaydım. Duvara dayalı bir pencere vardı. Pervazında hiçbir duvara ait olmadığı yazılıydı. Kapı da yoktu. Kapıyı hayal etmek güzeldi. Çaresizlik tuhaf bir lezzetle dilimde dönüyordu. Sol omzuma gökyüzünü bağlamışlardı. Kaşarı ince rende bir kadın bana olmayan aklından hayat sırları uzatıyordu.
Sizin görmediğiniz ve ben yazmadan göremeyeceğiniz bir önceki sahneye geri döndüm. O kadın bin bir benzerinden biriyle formaldehit kokluyordu. Bana da uzattılar, oysa ikindi inmeden koku alamıyordum. Ayağımın altında, ek yerlerinden ayrılmış eski yazılı kâğıtlar saçılıydı. Eğilip aldım birkaçını. Üzerlerinde kapılarla ilgili şiirler yazılıydı. Şiirlerden italik yazılmayanları hızlıca cebime soktum.
Solumdan uzayan gökyüzü bulutlanıyordu. Olmayan çatıdan çıktım. Olmayınca daha da bir kırmızıydı kiremitler. Aşağıda kalan kadınlar, kendini aynada ikiye bölüp, dört kadın ediyorlardı bilinmeyen bir problem de. Kadın olmak büyük problemdi rüyalarda dahi. Ellerini gözbebeklerine götürüp mor renk ojeli tırnaklarıyla gözlerini oyup ceplerine koydular. Gözleri olmadan da görebildiklerine dair yemin kere yeminler ettiler… Kaderlerinde gözsüzlük yazılıydı ilk kitapta okumuştum.
Gidiş trenli bir caddeye çıktım. Gelen trenler edersizdi. İlk giden trene bindim. Yansımam kompartımanın camlarında bir mor kapı… Ağır taşların aksak seslerini dinlerken istasyonlar birin birin geçiyordu. Cebimdeki şiirleri her istasyonda bir bir bırakıyordum. Dizeler olmadan yolumu kaybedeceğimi kalem kanamalı bir akşamüstü öğrenmiştim. Dağların sevişmekten yorgun düştüğü kırkıncı istasyonda indim. Kırk yılda bir gibi geldiğimi aynasız da biliyordum. Havada kendi kendine öten bir düdük seğiriyordu. Parmaklarımın ucunda yükselerek ağzımı düdüğe yerleştirdim. Sesimin çığlık çığlığa göğe açılması güzeldi. Düdüğü çalan tren, beni unutup gitti. İlk unutuluşum olmadığı için avuç içimdeki aynaya gülümsedim.
İstasyon kasabası ileri derecede klostrofobi kokuyordu. Pencerelerde diş atılmış yeşil elmalar asılıydı. Belli ki buralarda elma dişlemek hala revaçtaydı. Kapıların her birinde birbirinden yeşil dar straplez elbiseler… Elbiselerin göğüs kısmında” Adap-ı Muaşerete Aykırıdır.” yazılı kokartlar takılıydı. O an fark-ı yar varıyorum ki üzerimde kedi desenli pijamalarımla buraya dek gelmişim. Üstelik pijamam omuz hizasından çöken hazirandan ıpıslaktı. Ortalık pazar akşamı kokuyordu. Çerçevesi han kapısı, eve girmeden önce, elbiseyi kapı gözüne takılı askısından çekip alıyorum. Aynı anda kapı gıcırdayarak açılıyor. Sanırım bu kez de az bütçeli, çabasız bir Amerikan filminde salınıyordum.
Salonda elmayı etil alkole batırıp ısıran üvey babaya görünmeden koridora geçiyorum. Mutfağa yılgın enginarlarını ayıklayan, çok saçılmış bir anne yerleştirilmiş. Onun için yapılacak en iyi şeyin acısını görmezden gelmek olduğunu kadın sözlüklerinden bildiğimden merdivenlere yöneliyorum. Yukarıdaki ilk oda çamaşırlık. Kirini unutmak önemli yeryüzünün her yerinde. Odadaki şişman kadın, dünyanın kalçalarını toplayan pamuklu donlarını katlıyor. Sırtı yaşama da bana da dönük. Onu incelmiş hayalleriyle bırakıyorum. Köşede bir oda daha var. İçeriden asılsız Balkan ezgileri yükseliyor. Çıplak omuzları açıkta kalarak pötikare battaniyelere sarınmış üç genç kız, elimde tuttuğum elbisenin aynısını ayak uçlarına koymuş bekliyorlar. Onlara arkamı dönüp kedileri üzerimden sıyırıp, elbiseyi giyiniyorum.
Yeniden göğün yüzüne döndüğümde kabak yağmuru başlıyor; yere düşen her kabak daha dağılmadan daha da dağınık bir şeye, bakkalın oğluna tersinden evriliyor. Diğer kızlar birer bakkalın oğlu alıp veresiye defterlerini koşulsuz kabulleniyorlar. Pencerelerdeki yeşil elmaları da hemen kızarıyor. Kırmızı elma, sembol-ü namustur ağalar. Beni takip eden bakkalın oğluna, benim de bir oğul olduğumu bacak aram kasa kasa yeşil elma inandırıyorum.
Karşıdaki kafede kondüktör, tren ön yüzü seyretmekten vaz geçmiş gözleriyle Vişne Bahçesi’ni okuyor. Balta koltuklu kafede dünyayı ölümüne pembe gördüren küçük kek desenli kalpler satılıyor. Ölümüne pembe, ölümsüz pembe, mutluluğun yalancı rengi, ölmesene pembe, sakın ölme!
En köşede altı köşeli muhtar, uygulamalı işlenen cinayetlerden bahsediyor. Yüksekteki yüksek okulun dişi talebeleri muhtarın orada maktul dersleri alıyorlar. Bu kasabada ikametgâh kağıtları erkeç derisinden. Bu yüzden olsa gerek her evin yanından bir patika uzuyor.
Patikanın birine dantelizm akımlı örtü serili. Ayak tabanlarım dantelin imkansız derecede yumuşak kenarlarına değerken, cam pabuçlarımın iki tekini de iki ayrı yabancının alıkoyduğunu nihayetsiz anlıyorum. Zirveye vardığımda kırklarında bir kadın makyaj aynasının önüne çökmüş vakitsiz güzelliğine içiyor. Ona “Kırk Kilitli Kapı” adlı şiiri bırakıp, bir kadeh keder doldurup yükselmeye devam ediyorum. Toplulukların yükseklik korkusunu ehlîleştirmek kalem görevidir.
En tepede asılı duran eski tip kırmızı ahizeli telefon Fikret Kızılok’un” İnişlerim Çıkışlarım” şarkısının melodisi çalmaya başlıyor. Açmamla bir, gözsüz kadınlar beni geri çağırıyorlar: “Gelemem, kalan hayatımı parti kızı olarak yaşayacağım diyorum.” Partinin bittiğini onlara söyleyemiyorum. Bir partinin hiç olmadığını da… Dünyanın kalanını pembe bilmeliler, pembe şart… Yoksa doğurgan soyumu yaşatamam. Oysa zirvede kanat bile yok. Üç kitaplık susuyorum.
Bir cevap yazın