Önceleri yüksek ve çirkin, sonraları daha da yüksek ve çirkin apartmanların arasına sıkışmıştı teyzemin evi. Çocukların hayalleri solmaya başlamadan önce resimlerinde çizdikleri evlere benziyordu. Tek katlı, yeşile boyalı, kocaman bahçeli. Kışın bacasından çıkan açık gri dumanların havaya karışmadan görülebildiği, konu komşunun mevsimleri bahçedeki ağaçlardan takip edebildiği ama bunun kıymetini hiç bilemedikleri bir güzel ev. Çocuk resimlerindeki mutlu evlerden tek farkı yanından yöresinden akmayan bir dereyle bulutların arasından göz kırparak gülümseyen güneşti. Etrafını kuşatan apartmanlar o kadar yükselmişlerdi ki güneşin ışınları bahçeye artık geç iniyor, erken kaçıyorlardı.
Seksenini geçmişti teyzem. Küsuratları boş verin canikom, diye kıkırdardı gözlerinde bir genç kız cilvesiyle. Sekseni devirince insan evladına günah bile yazılmazmış, bunu bilmiyor musunuz yoksa?
Bilenler bilir, müstakil evin bakımı zordur. Çatı akar, boyaları dökülür, pencere pervazları çürür, bahçeyi otlar sarar, hep ilgilenmek gerekir ve bunu bizzat ev sahibi yapar. Eniştemi bir başka dünyaya, çocuklarını da başka şehirlere yolladıktan sonra bu işlerin hepsini üstlenmişti. Hiç şikâyet etmez, ona buna sorar, oraya buraya koşar, ustasını bulur buluştururdu. Daha sıvalar ortaya çıkamadan ev mis gibi boyanmış, doğramalar yağmur suyuyla şişmeden çatı onarılmış, yabani otlar neye uğradıklarını anlamadan temizlenmiş olurlardı. Tüm yardım tekliflerimizi reddederdi. Ben kendim hallediyorum ve insanın her işini kendisinin görmesinin ne kadar kıymetli olduğunu siz de ileride anlayacaksınız, derdi.
Evin dört tarafı bahçeyle çevriliydi. Giriş kapısının sol tarafında bir asma çardağı hem gölgesi hem yaprakları hem de meyveleriyle etrafa bereket saçar, herkesi doyururdu. O incecik yapraklardan yapılan sarmalar önceleri tüm sokağa yetiyordu da asma yaşlanıp apartmanlar yükseldikçe gölgesiyle yetinir olduk. Komşuları on beşinci kattaki evlerine çıkmadan önce, bu gölgenin cömertliğinde soluklanmaya bayılıyorlardı ve teyzemin kapısı herkese açıktı.
Arka bahçeye nane ekmişti. Arsız naneler kendilerine ayrılan alanla yetinmeyip neşeyle etrafa yayılmışlardı. Bazı bitkilerin arsızı iyidir, derdi teyzem, coşkuludur, hayat doludur, güçlüdür. Yaprakları irileşince o naneleri özenle toplar, balkonunda kurutur, kavanozlara koyup etrafa dağıtırdı. O yeşil coşku yıllarca hepimizin evlerinde sofralarımıza tat oldu, koku oldu, afiyet oldu.
Erikleri daha yeşilken ağacına dadanan çocuklara hiç ses çıkarmazdı, görmezden gelirdi. Onları ürkütmemek için evde yokmuş gibi yapardı. Çocukların iştahından kurtulup büyüyebilen ve mora dönüşen meyveleri de toplar, ya hoşaf kaynatır, asma çardağının gölgesinde dinlenmeye gelen komşularına ikram eder ya da reçelini, marmelatını yapıp yine kavanozlarla bizim sofralarımıza yollardı.
Apartmanlar yükselip çocuklar evlere tıkılınca çok üzüldü. Artık eriklerin hepsi yeşilden mora dönüyordu. Evlerimize yollanan reçel kavanozları çoğaldı. Şikâyetimiz yoktu, biz de çoğalmıştık, hepsi yeniyordu.
Adını bildiğim bilmediğim onlarca çeşit çiçekle doluydu bahçesi. Bahçeye sığmayanlar balkona, orayı sevmeyenler de evin içine sızmışalardı. Hepsinin huyunu suyunu bilir, tek tek konuşur, ışık sevenleri güneşe, gölgede boy atanları kuytulara koyardı. En çok oturduğu odanın pencere pervazı rengarenk saksılarda mutlu mesut büyüyen kadife çiçekleriyle doluydu. Galiba muhabbeti en çok onlarlaydı. Beş adet saksıda sarı ve turuncunun her tonuyla coşan çiçekler, durmadan açarak onun sohbetine karşılık verirlerdi. Kadifelerim, diye severdi onları. Kadifelerim bugün nasıllarmış bakalım, susadınız mı siz, bugün soğuk sanki, sırtınıza hırka mı giyseniz. Sonra hep beraber gülerlerdi, teyzem kıkırdayarak, çiçekler kuru yapraklarını sağa sola savurup hep taze kalarak.
Tam köşede konumlanmış evin çok değerli arsasının etrafında kafalarında kırk tilkiyle dönen paragöz müteahhitler, kapısını her çaldıklarında mevsimine göre kadife çiçeklerine bakan odada ya da çardağın gölgesinde ret cevabı alırlar ama mutlaka soğuk erik hoşafıyla ağırlanır, kuru nane ya da reçel kavanozuyla uğurlanırlardı.
Bir de kedileri vardı. Binalar yükselip sokaklar daralınca onun bahçesine sığınmış onlarca kedi. Geleni geri çevirmez, gidene üzülürdü. Bir heves satın alıp sıkılınca terk edenler bile kedilerini gizlice onun bahçesine bırakmaya başlamışlardı. İrili ufaklı, aklı karalı, tekiri bekiri, cinsi sıradanı, hepsi karınlarının doyacağından, gıdılarının okşanacağından emin, ortancaların arasına, asmanın gölgesine, erik ağacının altına yayılıp duruyorlardı.
Sonra salgın başladı. Teyze dedik, bak böyle bir bulaşıcı hastalık var, hızlı yayılıyor, çok dikkat etmelisin. Şaşırdı, üzüldü, neler yapması gerektiğini sordu, anlattık. Tamam, dedi, ben hallederim. O kendine, biz de ona inandık. Önceleri halletti de. Zaten titizdi, daha da titizlendi. Yine her işini kendi görmeye devam etti, her yere, herkese koşturdu.
Salgının önü alınamayıp yasaklar başlayınca, sen artık dinlen dedik. Sizin yaşınız artık yasaklı, bundan sonrasını biz halledeceğiz. Kabul etmekte çok güçlük çekti. Yasak mı, o da ne, dedi. Yorulmadım ki ben, dedi. Niye evde oturacağım, dedi. Bakkal şuracıkta, gidiveririm, dedi. Naneleri kuruttum, kavanoz almam lazım, dedi. Yaban otlarını temizletmezsen çiçeklerim nefes alamaz, dedi. Çanakkale domatesi gelmiştir pazara, mevsimi geçmeden alayım da salça yapayım, dedi. Karşı komşum hastalanmış, ona erik hoşafı kaynattım, dedi. Aman, dedik, sakın gitme. Ama, dedi, yalnız iyileşemez ki!
Yağmurlar azalıp havalar ısınınca çardağında oturdu, gelen giden olmadı, kedilerine sarıldı. Yaban otlarını kendi temizlemeye kalktı, ilk defa beli ağrıdı, devam edemedi. Otlar bahçeyi ele geçirmeye başladılar. Yağmur olukları kışın kuru yapraklarla tıkanmıştı, Ahmet ustaya haber saldı. Usta ilk defa gelemeyeceğini söyleyince çok şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Kedilerinden birini hasta diye veterinere götürmeye kalkmış, polisler yoldan çevirmişler. Kendi iyileştirmeye çalışmış, günlerce başında beklemiş. Bizim de yanına koşamadığımız günler. Kedi ölünce artık çok geçti. Hem kedi hem de teyzem için.
Sonradan anlattılar. Hepimizin eve kapandığı ve sokakların sessizliğin gürültüsüyle inlediği o bayram, ölü kediyi kucağına almış, bir gün evvelinden yaptığı bir tepsi revaniyi de bahçe masasının üzerine koymuş. Tabakları, çatalları, peçeteleri yan yana dizmiş. Çardağın serin gölgesine oturmuş, inatla beklemiş. Kediyle konuşmuş, revaniyle konuşmuş, asmanın yaşlı yapraklarıyla konuşmuş, pencere pervazındaki kadifeleriyle konuşmuş. Güneş yüksek binaların arkasında kaybolana kadar beklemiş, sonra kediyle beraber eve girmiş.
Defalarca telefon edip ulaşamayınca polisten izin alıp ertesi gün koşturduk yanına. Bütün evi bozulmuş yemek kokusu sarmıştı. Hep oturduğu koltuğunda oturuyordu. Yine dimdikti ama beyaz saçlarını topladığı rengarenk yemenisi omuzlarına kaymış, sırtından hiç eksik etmediği yeleğinin düğmeleri yanlış iliklenmişti. Bir eliyle, artık kaskatı kesilmiş turuncu renkli kediyi dizlerinin üzerinde tutuyor, diğer eliyle yeleğin düğmelerini doğrultmaya çalışıyordu. Bize ilk defa ışıksız baktı.
Ambulans geldiğinde itiraz etmedi. Kediyi elinden almamıza da ses çıkarmadı. Bebek adımlarıyla odadan çıkarken hafifçe titreyen başıyla açık pencereyi işaret etti;
Kadifelerimi sakın soldurmayın!
Bir cevap yazın