“Lütfen dikkat Atina-İstanbul için son çağrıdır, yolcuların çıkış kapısına gelmeleri rica olunur“. Yerinden kalktı çok heyecanlıydı, o büyülü şehre gidiyordu. Babası ölmeden önce her şeyi anlatmıştı. Uçağa bindi, eşyalarını yerleştirdi, koltuğa oturdu, kemerini bağlayıp arkasına yaslandı, usulca gözlerini kapadı.
Aklı hâlâ Atina sokaklarındaydı. Babası da “İstanbul’da tepelerle çevrili derdi Atina gibi.” Nedense İstanbul’a bir yakınlık duyardı her zaman. Bu şehirle ilgili bir haber duyduğunda içi ısınırdı. Nasıl bir bağı vardı hep merak ederdi. Babası hiç dilinden düşürmezdi, “İstanbul, ah İstanbul “diye iç çekerdi. İşte öğrenmişti.
Uçak sarsılarak durdu. Gözlerini açtı, gelmişlerdi. Toparlandı, uçağın merdivenlerinden inerken şöyle bir etrafına baktı, mis gibi havayı içine çekti, güneş gözlerini kamaştırmıştı. Acelesi vardı, bir an önce gümrükten çıkmak istiyordu. İşlemler tamamlandı, dışarı çıktı. Taksiye bindi “Kadırga lütfen“ dedi ve elinde ki adresi verdi. Sürücü soran gözlerle baktı “Kadırga”. Başıyla ‘evet’ işareti yaptı.
Ne güzel bir şehir bu, şiirlere şarkılara konu olmuş, dünyanın göz bebeği. Güneş bütün ihtişamıyla denizin üzerinde turuncu bir portakal gibi parlıyordu. Bakalım aradığı adresi bulabilecek miydi? Taksicinin sesiyle irkildi “geldik”. Kartıyla ödemeyi yaptı ve taksiden indi. Sırt çantasını omzuna taktı, daracık, parke taşlar üzerinde ilerlemeye başladı.
İrili ufaklı cumbalı ahşap evler rengârenkti belli ki restore edilmişlerdi. Arada tamir edilmemiş evler de vardı. Ferforje demirli pencerelerde her renkten sardunyalar sarkmıştı. Evler arasında karşılıklı gerilen iplerde çamaşırlar nazlı nazlı sallanıyordu. Çok komik, hem de ilginç diye düşündü, nasıl serilir, nasıl toplanırdı bu çamaşırlar? Birden karşısına tarihi surlar çıktı. Babası ballandıra ballandıra anlatmıştı, Kadırga’nın surlar içinde olduğunu, yıllar önce burasının Bizans İmparatoru Julian tarafından yapılmış bir liman semti olduğunu, limanın Osmanlı döneminde de kullanılmış olduğunu. Etrafta çok zarif çeşmeler olduğunu, evlerde su yokken bu çeşmelerden evlere su taşındığını, Bizans Sarayına ve Topkapı Sarayına yakın olduğu için önemli bir semt olduğunu da ilave etmişti.
Doğduğu evin, kendi evi olduğunu daha yeni öğrenmişti, Tevfik Efendi Çeşmesine ve Sokullu Mehmet Paşa Camii’ne yakın olduğunu, o camiyi mutlaka ziyaret etmesi gerektiğini, caminin içinde harika İznik Çinileri olduğunu söylemişti. Ayrıca Müslümanlar için kutsal olan “Hacer-i Esved’den de dört parça bulunduğunu anlatmıştı.
Hatta “vesikalı yârim“ filminin o meşhur repliğini, “sevgi de yetmiyormuş, çok eskiden rastlaşacaktık“ anımsadı. Filmin çekildiği manavın da onların semtlerinde olduğunu söylemişti. Mahallenin insanlarının renkli yaşamları ve kıyafetleri dikkatini çekti. Yürürken bir çocukla, eli belinde bir kadının konuşması dikkatini çekmişti.
İşte aradığı numarayı bulmuştu. Kıt Türkçesi ile anlaşabilecek miydi bakalım? Eski ahşap evin yıpranmış mermer basamaklarını heyecanla çıktı. Kapının çıngırağını çaldı. Bekleyen yüreği pır pır ediyordu, bu evde doğmuştu demek. Kapı gıcırtıyla açıldı, yaşlı bir adam, soran gözlerle bakıyordu. “Yasu, kalimera” dedi. Adamın gözleri parladı. Babasının yazdığı mektubu uzattı. Adam titreyen elleriyle mektubu açtı, bir solukta okudu, gözlerinden birkaç damla yaş döküldü. “Kalostin, kalostin” diye cevap verip sarıldı. ”Irthe, irthe, hoş geldin, hoş geldin” dedi.
Yarım yamalak Türkçesiyle adamla konuşmaya çalışıyordu. Adam bir şeyler anlatıyor o da dinliyordu. Aslında anlıyordu ama konuşamıyordu. Sanırım 6-7 Eylül olaylarını anlatıyordu. Elli beş yılında olan olaylarda Rum arkadaşlarının dükkânlarını çok ucuza satıp Yunanistan’a gitmek zorunda kaldıklarını, evlerini, mallarını, mülklerini bırakıp gittiklerini anlatıyordu.
Adam onu elinden tutarak gıcırdayan ahşap merdivenlerden yukarı çıkardı bir odaya soktu. “Burası, burası” diye ceviz karyolayı işaret etti. Demek annesi onu burada doğurmuştu. Babası ona aslında Atina’da değil, İstanbul’da doğduğunu, annesinin o olaylar sırasında öldüğünü, dükkânını bu adama, Hasan Amca’ya devrettiğini, onunla mektuplaştıklarını hâlâ yaşadığını, onların evinde oturduğunu, onu iki yaşındayken alıp Yunanistan‘a kaçtığını, orada da Türk olduklarını sakladığını, İstanbul’u hiç unutamadığını, gidip doğduğu evi görmesi gerektiğini ve mektubunu ona vermesini söylemişti.
Yatağa uzandı, işlemeli tavanda ışıklar oynaşıyordu, içi huzurla doldu, “biliyordum, biliyordum” diyerek gözlerini kapadı. Hasan Amca’nın eline verdiği gazete kupürünü sımsıkı göğsüne bastırmış, gözlerinden akan yaşlarına bir türlü engel olamıyordu. Burnuna gelen sabun kokusuyla başı dönerek uykuya daldı.
Not:
Irthe ( hoş geldin)
Yasu kalimera (merhaba)
Bir cevap yazın