Yıllar sonra yine aynı şehideyim işte. Üniversite yıllarımın geçtiği o büyük metropolde… Lapa lapa kar yağıyor. Gençliğimde ne çok severdim karı. Annemin ördüğü kırmızı kazağımın üzerine giydiğim o kalın kaşmir paltonun yakasını iyice kaldırıp saatlerce karın altında yürürdüm. Ah, pardon yürürdük. Ben ve ilk göz ağrım… Çoğu insanın haritada nerede olduğunu bile bir bakışta bulamadığı, adı sanı bilinmeyen, biri batıda diğeri doğuda, iki farklı ücra şehirden gelip bu metropolde birbirimizi bulmuştuk. Daha okulun ilk günü o koca amfide onu hemen fark etmiştim. O sırık gibi boyuyla fark etmemek ne mümkündü zaten. Cilalı metropol çocuklarıyla aramızdaki kapanmayacak mesafenin ötekileştirdiği iki can olarak çabucak kaynaşıp ‘bir’ olmuştuk. Cebimizdeki yol parasını arttırıp hafta sonu birlikte bir yerlere gidebilmek için her okul çıkışında yurda kadar yürürdük. Sürekli farklı yollara saparak yaptığımız bu yürüyüşlerde, bu koca şehri sokak sokak beraber keşfetmiştik. Özellikle kış aylarında ne de zevkli olurdu bu yürüyüşler. Buzda kaymamak için onun koluna girerek yürürken, beni asla düşürmeyeceğine sonsuz güvenerek gözlerimi kapayıp başımı yukarı kaldırır, kar tanelerinin yüzüme yavaş yavaş düşüşünün keyfini çıkarırdım.
Şimdi yine yürüyorum işte… Aynı caddeler, aynı sokaklar. Kesilen ağaçların yerine yapılan AVM’ler ve birkaç ucube gökdelen dışında şehirde fazla bir değişiklik yok gibi. Tabii, o AVM’lere yenik düşen küçük esnafın yokluğunu saymazsak… Sahi, hani nerede ders aralarında oturup bulaşık suyu gibi çayı keyifle içtiğimiz o öğrenci kahvesi, külah şeklinde kıvrılmış gazete kâğıtlarına leblebi doldurttuğum o kuruyemişçi? Adam sende… Dert ettiğim şeye bak. Şu fani dünyada ne aynı kalıyordu ki bu şehir kalabilsin? Ben aynı mıydım sanki? 25 yıl önce bu sokaklarda sevgilisi ile yürüyen genç kızla, şimdi aynı yolları bir başına arşınlayan orta yaşlı kadın arasında dağlar kadar fark var. Ve bu fark ne yazık ki sadece artan kilom, saçımdaki beyazlar ve yüzümdeki kırışıklıklar değil… Şu geçen yıllar içinde dış görünüşümle birlikte ruhum da yaşlandı, hatta belki de çoktan öldü. Cadde yine çok kalabalık. Arabalar nasıl da ışıl ışıl geçiyor. Geçen her arabanın içindekileri görmeye çalışıp hepsiyle ilgili ayrı ayrı hikayeler uyduruyorum. Tıpkı eskiden onunla yaptığımız gibi. Mesela şu kırmızı arabanın içindeki aile aslında sadece çocuk için bir arada. Adamla kadının birbiriyle alakası kalmamış. Hani ‘bitmiş okeye dönen evlilik’ dedikleri türden bir şey yaşadıkları… Arkadaki beyaz arabadaki çift ise yeni evli, kadın hamile ama daha kendisi bile farkında değil. Yakında eşine müjdeli bir haber vereceğinden bihaber öylesine dışarıyı izliyor. Sağdaki mavi arabada yaşlı bir çift var. Kadıncağız evlendikleri o gençlik yıllarından bir anıya takılmış, yüzünde öyle belli belirsiz bir gülümseme. Adam ise pür dikkat arabanın motorundan gelen tuhaf sesi dinliyor, yine balatalar mı yanmış ne? İlerideki beyaz arabadaki çiftin durumu ise en vahimi. Yıllarca ev işi ve çocuk bakmaktan başka bir meşguliyeti olmayan kadın iş hayatına atılınca gözü açılmış ve kocasını aldatmış, daha da kötüsü yakalanmış. Şimdi kadın bu işten nasıl sıyrılacağını, adam da kadını nasıl öldüreceğini düşünüyor. Of, neler kuruyorum ben kafamda böyle? Onunla birlikte uydurduğumuz senaryolar da böyle iç karartıcı mıydı acaba? Hiç sanmıyorum. O varken her şey toz pembe görünürdü gözüme. Herkesin iyi olduğuna inandığımız, mutlu bir gelecek hayali kurduğumuz o güzel ilk gençlik yılları… Acaba insanlar o zamanlar gerçekten daha mı iyiydi, hayat daha mı kolaydı? Yoksa hayatın asıl acı yönüyle henüz karşılaşmamış bireyler olarak bize mi öyle geliyordu? Ya da ilk aşkın, ilk heyecanın verdiği güçle ben mi hiçbir şey anlamaz haldeydim? Kim bilir… İnsanın kendini çok özel ve önemli hissettiği, her şeyi yapabileceğine, herkesi istediği gibi değiştirebileceğine inandığı o 20’li yaşlar şimdiki zamandan bakılınca ne kadar da uzak görünüyor.
Kar yağmura döndü. Hava ılınıyor yavaş yavaş. Bense karların erimesi ile gittikçe bataklığa dönen caddede yürümeye devam ediyorum. Aklımda yine o son gecemiz, o saçma veda sahnesi. Bugün o sahnenin yaşandığı gecenin 25.yıldönümü. Çeyrek asır geçmiş üzerinden dile kolay… Bu ayrılık yıldönümünü yâd etmek üzere geldiğim anılarla dolu şehirde, yine aynı kafeye doğru yürüyorum. Aklımdan ister istemez “Acaba kafe yerinde duruyor mudur?” sorusu geçiyor. “İster misin onun yerine de AVM yapılmış olsun” diye kendi kendime gülümserken saçlarımı kulağımın arkasına atıyorum. Elim onun hediyesi olan mavi taşlı küpelere takılıyor. Bu küpeleri yaptığımız uzun yürüyüşlerden birinde ufak bir kuyumcunun vitrininde görüp beğenmiştim. O da bana fark ettirmeden aylarca para biriktirip almış, doğum günümde hediye etmişti. Birlikte kutladığımız son doğum günüydü. Sanki bunu bilirmiş gibi biraz buruk ama bir o kadar da heyecanlı… Ne tesadüf ki o doğum gününü kutladığımız kafede ayrılmıştık aylar sonra.
Aklım anılarla yüklü yürürken birden kafenin önüne geldiğimi fark ediyorum. Kafamı kaldırıp baktığımda kafenin o alışılmış o mütevazi tabelası yerine ünlü bir markanın ışıklı kocaman tabelasını görünce ister istemez iç çekiyorum. Kötünün iyiye karşı zaferinin bir örneği daha işte… Böylece yıllar sonra aynı kafede, hatta mümkünse aynı masada oturup geçmişi yad etmekle ilgili bütün hayallerim suya düşmüş oldu. Şu yandaki büyük kitapçıdan birkaç kitap alıp kafesinde bir kahve eşliğinde okumak bu durumdaki en makul alternatif sanırım.
Elimde edebiyat alanındaki başarısından ziyade ülkesi aleyhine girdiği polemiklerle dünya çapında üne kavuşup ödüllere doyamayan ‘post modern’ yazarımızın bir kitabıyla kafenin caddeyi gören bir masasına kuruluyorum. Birkaç sayfa okuduktan sonra sıkılıp “Ne varsa eskilerde var diyerek” Oscar Wilde’ın Reading Zindanı Baladı’nı çıkarıyorum çantamdan. Fakültenin bahçesindeki o koca heykelin gölgesine sığınıp birbirimize bu kitaptan az mı manzumeler okumuştuk. Dışarıdaki sulusepken yağış hız kesmeden devam ediyor. 25 yıl önceki o akşam da kar yağıyordu. Yine kol kola yürüyerek yandaki kafeye girmiş, caddeye bakan masalardan birine oturmuştuk karşılıklı. Son birkaç gündür bende bir değişiklik olduğunun farkındaydı ve bunu konuşmak için özellikle buluşmak istemişti. Uzun süre birbirimize bakarak susmuştuk. Lafa nasıl gireceğimi bilemiyordum. O buluşmadan birkaç gün önce fakültenin kütüphanesinde ders çalışırken yanıma gelen ve ona çok benzeyen biri kendisini sevgilimin kuzeni olarak tanıtmış ve aramızda hayatımın seyrini değiştirecek bir konuşma geçmişti. Sevgilimin bir beşik kertmesi vardı memleketinde. Hatta okumak üzere bu kente gelmeden önce nişan töreni bile yapılmıştı. Nikah için sevgilimin mezun olup dönmesi bekleniyordu. Ancak geçen bayram nişanı atmış ve benimle evlenmek istediğini söylemişti ailesine. İki aile birbirine girmişti. Bir kızı dört yıl nişanlı bekletip almamak onların yöresinde kabul edilebilecek bir şey değildi. Kız tarafı sevgilimi caydırmak için her yolu denemiş, başarılı olamayınca da namuslarını temizleme kararı almıştı. Bunlar bizim gibi batılılar için her ne kadar uzak olsa da, bu ‘namus temizleme’ olayının nasıl olacağını tahmin ediyor olmalıydım, değil mi? Benimkinin vazgeçeceği yoktu, eğer onu gerçekten seviyorsam benim ayrılmam en doğrusuydu. Kaçmak bir çözüm değildi. Dünyanın öbür ucuna da gitsek bulurlardı bizi. Benden umudu keserse memleketine geri dönüp o kızla evlenecek ve tabi ki hayattı kurtulacaktı. Ucuz Türk filmlerini anımsatan böyle bir senaryonun bir gün başrol oyuncusu olacağım hayatta aklıma gelmezdi. Önce sevgilime çok kızmıştım, bana bunu hiç söylemediği ve nişanlı olduğu halde benimle ilişkiye girdiği için. Sonra beni ne kadar sevdiğini ve ucunda ölüm olduğu halde o nişanı atabildiğini düşününce affedivermiştim. Günlerce arpacık kumrusu gibi düşünüp her ihtimali tarttıktan sonra ayrılmanın en doğru yol olduğuna karar vermiştim. Ama gerçeği bildiğimi öğrenirse benden vazgeçmeyecekti. Dolayısıyla uydurulabilecek en acımasız yalana başvurmalıydım. O akşam karşısında biraz kıvrandıktan sonra, gözünün içine bakarak gittiğim Fransızca kursundaki öğretmenime aşık olduğumu, yeni bir ilişkiye başladığımızı ve kendisinden ayrılmak istediğim yalanını söyledim. Şok, kabullenememe, öfke ve hakaret gibi çeşitli evrelerle dolu konuşmanın sonunda bana “Ben senin için neleri göze almıştım. Oysa sen ‘Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya aşık olur’ dedikleri türden şıpsevdinin tekiymişsin” diyerek masadan kalkıp gitmişti. Bu onu son görüşüm olmuştu. Çok acı çekmeme rağmen içim rahattı. Onun hayatını kurtarmıştım. Benden çok uzak da olsa yaşadığını bilmek beni avutmaya yetecekti. Tam kendimi bunlarla teselli etmeye alışmaya çalışırken, o buluşmadan on iki gün sonra aldım acı haberini. Çok içtiği bir gecenin sabahında Fransızca kursuna giderek öğretmenimi bulmuş, daha kimse ne olduğunu anlayamadan önce onu, sonra kendisini vurmuştu. Bir hayat kurtarmak için söylediğim yalan iki hayata birden mal olmuştu. İki genç ve günahsız hayata… Sonrası mı? Hiç susmayan ve sürekli içimi acıtan suçlayıcı iç sesimle geçen upuzun 25 yıl… Bu 25 yıla sığdırılan uzun bir psikiyatri kliniği deneyimi ve sonrasında her şeyi unutmak için kaçtığım o ülkedeki gurbet yılları…Bir daha kimseyi üzmemek adına herkesten ve her şeyden yalıtılmış bir yalnızlığa kendimi mahkum edişim…Ve şimdi de, o haberi aldıktan sonra arkama bile bakmadan kaçıp gittiğim bu şehre yıllar sonra tekrar gelişim…Psikiyatristim artık yaşadıklarımla yüzleşmem gerektiğini söylediği için gelmeye karar vermiştim. Onu son gördüğüm ayrılık yıldönümünde gelmek ise benim tercihim. “Yüzleşmek neyi değiştirecek, gidenleri mi geri getirecek? Suçluluk duygumu mu hafifletecek?” diye söylenip kafamı dağıtmak için önümdeki kitaptan rastgele bir sayfa açıyorum. Wilde, 1800’lü yılların sonundan sesleniyor bana:
“Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini,
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!
Kimi gençken öldürür sevdiğini,
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi,
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar, kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez…
Ben ise kurtarmak isterken söylediğim bir yalan ile öldürmüştüm sevdiğimi. Ne dalkavukça sözler, ne bir bakış, ne öpücük ne de bıçak darbeleri… Ucuz, ama onsuz kalıp acı çekmeyi göze alabilecek kadar onun iyiliğini düşünüp tamamen iyi niyetle ve beceriksizce söylenmiş, sonunun böyle olacağı asla tahmin edilememiş bir yalanla. Bu yüzden Wilde’ın affına sığınarak çantamdan çıkardığım göz kalemi ile meşhur balada ufak bir ekleme yapıyorum:
“Herkes öldürebilir sevdiğini,
Kimi sonsuz iyi niyetiyle,
Kimi kendinden bile çok severek,
Kimi de beceriksizce söylediği basit bir yalanla”
Kitabı kapatıp tekrar çantama yerleştiriyorum ve kafeden çıkıp yürümeye başlıyorum. Yoldan bir taksi çevirip şoföre “Havaalanına lütfen” diyorum. Dışarıda sulusepken yağış hala sürüyor. Tıpkı 25 yıl önceki o akşam olduğu gibi…
Bir cevap yazın