Herkes şaşıyor bana, aradan bu kadar çok yıl geçmiş olmasına rağmen, seni tanıyan-tanımayan pek çok kişi hala seni konuşurken, ben o günden beri niye adını bile anmıyorum diye. Kendilerine göre haklılar belki de…Seni en çok anması gereken, buna en çok hakkı olan benim aslında. Oysa kimse bilmez, kimse duymaz belki ama sonsuzluğa kavuştuğun o günden beri ben sık sık duyarım sesini ve konuşurum seninle. Soluğun hep yanı başımdadır. Sen aslında hiç yalnız bırakmadın ki beni…Hatta son yıllarda eskisinden fazla yanımdasın. Artık her gece geliyorsun. Eski evimize en son geldiğin günkü halinle…Hatırlıyorsun o günü değil mi? Serin bir eylül akşamı, kimseler yokken aniden gelivermiştin. O gün son kez sarılmıştım sana, hem de bunun son sarılmamız olduğunu için için hissederek ama bu acı gerçeği kendime bile itiraf edemeyerek. O halin, o son bakışların, gülümsemen bugünmüşçesine canlı ve gözümün önünde. Tıpkı diğerleri gibi…Çocukluğunun geçtiği o küçük Anadolu kentindeki evimizin bahçesine sokaktaki bütün kedi ve köpekleri doldurup beslediğin andaki o mutlu ifaden, en sevdiğim vazoyu kırdığın anda yüzünde beliren korku, birbirimize sarıldığımızda yüzündeki gülümsemenin o güzel kara gözlerine yansıyışı, büyükannenin emekli maaşını mahalledeki yoksullara dağıtırken yakalandığındaki tedirgin ama yaptığının doğruluğuna inanan inatçı bakışın gibi…Ve o sayısız “salıverilmelerinden” birinin sonrasında arkadaşlarınla eve yemeğe geldiğinde, böyle davranarak beni üzdüğün için sana sitem ettiğimde, o çocuklaşan yüzünde beliren “lütfen beni anla” ifadesi gibi…Aynı ifadeyi o son görüşmemizde de yüzünde görmüş; seni bir daha görememe ihtimalinin sonsuz acısıyla seni anlamak zorunda oluşum gerçeğinin keskinliğini bir arada hissetmiştim.
Evet, ben seni anladım oğlum. Bir anne için hiç kolay olmadı bu aslında. O son gelişinden sonra, nerede olduğunu, ne yiyip ne içtiğini, hatta hayatta olup olmadığını bile bilmediğim, hep yüreğim ağzımda beklediğim ve seninle ilgili gelişmeleri basından takip etmeye çalıştığım o günlerde nasıl kızıyordum sana bir bilsen…Başka insanların kurtuluşu için kendini böylesine gönüllü feda edebilen birinin ailesini, en yakınlarını bu kadar merak ve endişe içinde bırakabilmesini aklım almıyordu. Seninle ilgili iki satır haber bulurum da yüreğime su serpilir umuduyla bütün gazeteleri taradığım, ajans haberlerini kaçırmadığım o günlerde dışarıya karşı hiçbir şey yokmuş gibi davranmak, bugünün moda deyişiyle “yıkılmadım, ayaktayım” görüntüsü vermek ne zordu biliyor musun? Hele o gazete yazılarında seni yerin dibine sokmaya çalışanları görmek, hakkındaki suçlamaları okumak ve yakın çevrende buna inananları görüp kahrolmak… Evladı “vur emri” ile aranan bir anne olarak, hep seni düşündüğüm o uykusuz gecelerimde Tanrı’ya yakarırdım, seni tekrar sağ salim evimizde görebilmek için. O son yakalanışında baban sağ ele geçtiğin için sevinmiş, ben ise annelik içgüdüsüyle olacakları en başından görüp çok korkmuştum. Artık ilaçlarla ayakta durmaya çalıştığım, inatla mesleğimi ve diğer işlerimi aksatmadığım, sürekli seninle ilgili konuşmak isteyen gazetecilerden ve yakınlarımızdan köşe bucak kaçtığım gri renkli, karamsar günler başlamıştı benim için. İşte o günlerden birinde, bir gazetede gördüm benim için yeni bir dönemin başlangıcı olan o fotoğrafını. Ve ben o fotoğraftaki kararlı, kendinden emin ve gözlerinin içi gülen o bakışınla birden anlayıverdim seni. O fotoğraf “beni merak etme, ben korkmuyorum ki” diyordu sanki. İnançlıydın, mutluydun ve her şeyi göze alarak girdiğin bu yolda her koşulda, her daim ilerleyebilecek kadar cesurdun. En önemlisi de bu senin hayatındı, senin seçimindi. Ve sen bu seçimini uğrunda her şeyi göze alacak kadar benimsemiştin. Bir anne için böyle bir evlat yetiştirebilmekten daha güzel bir şey var mıydı? O gün bıraktım sana kızmayı, içten içe sitem etmeyi…O gün anca yerine getirebildim “beni anla” isteğini.
Ama sonuçta benimki de ana yüreğiydi be oğlum. Ve ben senin kadar güçlü değildim, senin kadar kolay kabullenemezdim başına gelecekleri. Bu yüzden o gün başladım bu oyunu oynamaya. Arandığın dönemde her an bir yerde vurulacaksın da ölüm haberin gelecek diye endişe etmekten tükenmiştim; artık senin her an idam edilebileceğin ihtimaliyle yaşayabilecek gücüm kalmamıştı. Bu yüzden yok saydım bu son yaşananları. Seni hiç hapishanede ziyaret etmedim mesela. Hafızamda o halinle değil, evimizde son gördüğüm halinle kalmanı istedim. Çok istesem de tek satır bile yazamadım sana, yok saydığım o günlerden geriye tek bir hatıra bile kalmasın diye. Biliyorum, sen de anladın beni ki hiç çağırmadın, gelmedim ya da yazmadım diye hiç sitem etmedin. Karşılıklı büründüğümüz o sessizlikte metanetle bekledik sadece. Günlük işlerimi sürdürdüm. Örneğin, hiçbir şey olmamış gibi işe gidip geldim; o kara gün hariç hiç izin almadım. O günü izleyen birkaç gün içinde eve senden arta kalan eşyaların geldiğinde de senin adını anarsam sanki acı gerçek birden yüzümde patlayacakmış gibi geldiği için, sadece “bunlar onun kıyafetleri mi?” diye sorabildim ve o yok saydığım günlerin kokusu dahi kalmasın diye hepsini yıkayıp kaldırdım. Ve bir daha ne ben adını andım, ne de yanımda seninle ilgili tek kelam edildi. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım bu sessizliğimi yadırgasalar da, metanetime ve acımı kendi içimde yaşayışıma verip sustular. Oysa bu sadece benim yaşamaya devam edebilmek, bu acıyla delirmemek için tek çaremdi belki de… Bir tür savunma mekanizması, acıyla baş edebilme yöntemi olarak olanları yok saymak…Ama o en sevdiğin varlığı sanki hiç gitmemişçesine hep içinde yaşatmak…
Evet, ben yıllarca seni hep içimde yaşattım oğlum. Her an bir yerden çıkıp geleceksin ve bana o günkü gibi sarılacaksın umuduyla ayakta kaldım. Ve sen de beni yanıltmayıp hep geldin. Geceleri el ayak çekilince senin sesinle irkilir oldum. Birlikte eski güzel günlerimizi, senin yaramazlıklarını ve muzipliklerini anıp güldük. Ben bir şeyleri yanlış ya da eksik hatırlayınca sen o yanılmaz hafızanla hemen düzelttin beni. Ben sana sürekli günlük yaşantımdan bir şeyler anlattım; aileden, eşten dosttan havadis verdim. Son çekilen fotoğraflarımızı gösterdim. Aileye yeni katılanları, özellikle de yeğenlerini ve hatta ilerleyen yıllarda da onların çocuklarını uzun uzun anlattım sana. İstedim ki sen hiç bizden uzak kalma, hep yanımızdaymışçasına her şeyden haberdar ol. Kimi zaman üzülüp dertleştik, kimi zaman gülüp geçtik benim anlattıklarıma. Sen bazen evden uzak olduğun o günlerde okuduğun kitapları, arkadaşlarınla yaşadığın güzel anları anlattın bana, bazen de bir film izlerken yanımda oturup kimseye çaktırmadan benimle birlikte izledin. Ve gece herkes uyuyunca o filmi eleştirdik birlikte. Seninle konuşurken uykuya daldım, gelmediğin geceler ise hep uykusuz kaldım. Bu, sadece ikimizin bildiği güzel bir oyun oldu, yıllardan beri herkesten gizli oynadığımız. Baban da yanına geldikten sonra, her gece gelir oldun…Artık her gece birlikteyiz seninle. Her gece sarılabiliyorum sana, kokunu hissedebiliyorum. Farkındayım, kulaklarım eskisi kadar iyi işitmediğinden çok bağırarak konuşur oldum ve sırrımızı evdekiler de keşfetti artık. Onlar da farkında her gece seninle konuştuğumuzun. Olsun varsın, bir annenin oğluyla konuşup hasret gidermesine kim ne diyebilir ki? Önemli olan senin beni hiç bırakmamış olman değil mi? Ve biliyorum oğlum, henüz zamanı gelmedi daha vakti var, öyle hissediyorum ama o vakit geldiğinde beni almaya da sen geleceksin ve işte ondan sonra tamamen kavuşacağız ve bir daha hiç ayrılmayacağız.
Deniz Çantay/Temmuz 2014
Bir cevap yazın