Hava yağmurlu değildi, hatta tek bir bulut bile yoktu. Güneş de gökyüzü ona kaldığı için iyice yayılmış, her tarafı ışığa boğmuştu. Otobüsün neredeyse kırk beş dakika gecikmesi yağmurdan olamayacağına göre sıcaktandı herhalde. Şoförlerin rehaveti de hem trafikteki diğer sürücülerin akışı ağırlaştırması, hem de nefes almayı güçleştiren ve insanın tenine yapışıp tüm gözeneklerine sızan rutubettendi.
Nihayet tıslaya tıslaya yanaştığında, durağın gölgesine sığamayıp dakikalardır güneşin altında beklemek zorunda kalan yolcular, sıraya bakmaksızın otobüsün kapısına üşüştüler. Kimsenin önce yaşlılara ya da çocuklulara yol verdiği yoktu. İtiş kakış bindiler. Şoförün tüm uyarılarına rağmen binen bindiği yerde kalıyor, arkalara doğru ilerleyip yeni gelenlere yer açmaya uğraşmıyordu. Güneşin sıcağından kurtulmanın anlık rahatlığıyla öylece dikiliyorlardı.
O itiş kakışa girmek yerine herkesin binmesini bekledi kadın. Terli beyaz saçlarını elleriyle ensesinde topladı. Kapıya yanaşıp tutunarak yüksek iki basmağı çıktı. Kartını okuttuğunda, altmış beş yaş üstüne bedava mesajını bas bas bağıran iki bip sesinin şoförün yüzünde yarattığı memnuniyetsizliğe hiç aldırmadı. Alışmıştı artık.
Ön kapı girişinde kalmamak için ortalara ilerlemeye çalıştı. Boş yer bulma ya da birinin ona yer vermesi gibi bir beklentisi yoktu ama hiç olmazsa ağrıyan belini bir yere dayamaya çalışıyordu, bir koltuk kenarı ya da tutunma demiri. Otobüs o kadar kalabalıktı ki hiç tutunmadan da yolculuk edilebilirdi aslında ama ah şu gittikçe artan bel ağrısı olmasa.
Güneşin cayır cayır yakan ısısından kurtulmuşlardı ama içerisi de pek farklı değildi. İnsan nefesi ve ağır bir ter kokusuyla yoğunlaşmış başka türlü bir sıcak. Dışarıdaki sıcağa söylendiler önce, klimayı çalıştırmamakta ısrar eden şoföre söylendiler sonra. Kokudan yüzünü buruşturanlar, zaten açık camları daha da açmak için zorlayanlar oldu. Otobüs yoluna devam etti. İnenler az, binenler çoktu. Ortalık adım atılamaz hale geldi.
Zar zor ortalara geldiğinde, tam önünde oturan sivilceli, dik saçlı delikanlı ayağa kalkıp gözüyle oturmasını işaret edince şaştı kaldı. Gülümseyerek “Sağ ol evladım!” dedi ama telefonuna bağlı kulaklığıyla dış dünyadan kendini soyutlamış çocuk duymadı. Gözlerini çoktan dışarı dikip hülyalara dalmıştı bile.
Oturur oturmaz bel ağrısı azaldı. Torununa benzeyen delikanlıya daha çok şükran duydu. Artık dışarıdaki akıp giden binalara, ağaçlara, arabalara bırakabilirdi kendini. Her yeni binen yolcu önce kalabalığa ve sıcağa söyleniyor, sesler şöyle bir yükseliyor, şoför dahil kimsenin oralı olmadığı görülünce de azalarak mırıltıya dönüşüyordu. Herkes ineceği durağa kadar kendini otobüsün düzensiz sallantısına bırakıyordu.
Otobüs şehrin en kalabalık semtindeki durakta durunca sesler yine yükseldi ama bu sefer mırıltıya dönüşmediği gibi gittikçe arttı. İçi neredeyse geçmekte olan kadın yerinden sıçrayınca beline yine ağrı saplandı. İçerideki kalabalık kızgınlıkla dalgalanıyor, havada öfkeli sözcükler uçuşuyordu. Boynunu uzatarak neler döndüğünü anlamaya çalıştı.
-Ne işi var bunların burada? dedi hemen önünde oturan bıyıklı adam.
-Yüz verdik astarını istiyorlar! dedi az ötedeki ihtiyar.
-Bir de doğurup duruyorlar! dedi arada sıkışıp kalmış şişman kadın. Kendisine yer verilmediği için daha mı öfkeliydi ne!
-Tavşan gibiler! diye gülüştü gençten iki adam.
Bu uğultunun arasında gördü kara çarşaflı kadını. Ağzı burnu tüm bedeni simsiyahtı. Bu sıcakta ellerinde bile eldiven vardı. İri bedeniyle kendine yol açmaya çalışıyor, bir eliyle de beş altı yaşlarında bir oğlan çocuğunu sımsıkı tutuyordu. Önce iriliğinin şişmanlıktan değil de karnındaki bebekten olduğunu, sonra da gözlerindeki korkuyu fark etti. Yüzü üzerindeki örtüye inat bembeyazdı. Gözlerinin karası aklarının içinde iyice büyümüştü. Çocuk annesinin gövdesine sımsıkı tutunmuş, yumruk yaptığı minicik ellerinin eklem yerleri beyaza kesmişti. Gözlerini yere indirmiş, gözkapakları hızlı hızlı inip kalkıyordu. Anne oğul ve doğmamış bebek, simsiyah bir korkunun sarmaladığı ak bir yumağa dönüşmüşlerdi.
Onlar kendilerine yer açmaya çalıştıkça kalabalık birbirine daha çok sokuluyor, o yerin açılmasına direniyordu. Sanki otobüste değil de hep beraber hayatta sıkışmış gibiydiler ve sebebi de hemen yanlarındaki bu siyah kadınla çocuklarıydı. Ellerine geçirip aralarına almışlardı bir kere. Kolay kolay bırakmayacaklar, onları otobüsten atmadıkça hayatta da rahatlamayacaklardı. Ama önce iyice bir çiğneyip sindireceklerdi.
Öfkeli uğultu arttıkça kadının gözlerindeki korku gözbebeklerinden taşıp tüm yüzüne yayılıyor, çocuğun eklem yerleri beyazdan mora dönüyordu. Belindeki ağrıya aldırmayıp ayağa fırladı. “Gel evladım!” diye seslendi. Siyah kadın anlamadı, kirpikleri titriyordu. Eliyle işaret edip kalktığı yere oturmasını söyledi. Kirpiklerdeki titreme bir an durdu, gözler minnetle ışıldadı. Kadın boşalan yere ulaşmaya çalıştı ama kalabalık kıpırdamadı. Nefretle daha da sokuldular birbirlerine. Kadınla çocuklarını daha da sıkıştırdılar. Yaşlı kadın elini uzatıp çocuğu kolundan yakaladı, nazikçe kendine çekti. Kalabalık şöyle bir dalgalandı, annesi de karnında bebeğiyle aradan zorla sıyrıldı. Oturduğunda cam kenarındaki sarı saçlı kadın yüzünü buruşturarak bacaklarını topladı. Siyahlı kadına değmemek için iyice küçüldü. Öte yandan bunu yapmak zorunda kaldığı için ayakta bekleyen yaşlı kadına öfkeyle baktı.
-İnanamıyorum, diye söylendi. Bir de bunlara yer mi veriyorsunuz?
-Evet! dedi kadın. Veriyorum ve vereceğim. Sizin de vermeniz gerekir. Orada bir bebek ve çocuk var, farkında mısınız?
Belindeki ağrıyı unutmuş, içinde çağıldamaya başlayan öfkeyi kontrol etmeye çalışıyordu.
-Yapmasalardı o çocukları! dedi şişman kadın. Elinin tersiyle yüzündeki terleri sildi.
-Tavşan gibiler! diye yine gülüştü iki gençten adam. Sesleri iyice tizleşmişti.
-Misafir dedik, din kardeşiyiz dedik, bağrımıza bastık ama bunlar iyice bokunu çıkardılar! dedi ihtiyar adam. Burnunun ucuna düşmüş gözlüklerinin üzerinden gözlerini iri iri devirdi.
Çocuk annesinin göğsüne iyice sokuldu. Siyahlı kadın kocaman karnının izin verdiği kadar oğlunu sarmaladı. İkisi de pencere kenarındaki sarı saçlıya değmemeye çalışıyorlardı.
Her durakta öfkeli yolculardan bazıları iniyor, yenileri biniyor, onlar da ne döndüğünü tam anlamasalar da birbirine sarılmış siyahlı anneyle çocuklarını görünce hemen konuya giriyorlardı. Hepsinin bağıracak ne çok şeyi vardı.
Yaşlı kadın, korumak istercesine bir elini çocuğun omzuna koymuş, şaşkınlığı ve kızgınlığı gittikçe artarak dinliyordu.
-İçinizdeki bu kini ne ara birikirdiniz siz? diye çığlık attı en sonunda.
-Ne kini hanım, baksana şuna nasıl yaydırarak oturuyor? Misafirsen misafirliğini bileceksin! dedi gözlüklü ihtiyar.
-Bunlara maaş bağlıyormuş devlet, hastaneler bedavaymış! dedi başını sımsıkı bağlamış bir kadın. Uzun pardösüsü bacaklarına dolanıyordu.
-Üniversitelere sınavsız giriyorlarmış! dedi saçları tepesinde azıcık dökülmüş bir genç adam.
-Kara kara da giyiniyorlar, hepsi kara fatma bunların! dedi uzun boyuyla herkese tepeden bakan bir başka adam.
-Hırsızlık bunlarda, uğursuzluk bunlarda. Belki bu çocuk bir gün gelecek hepimizi kesecek! dedi cam kenarındaki sarışın kadın, yüzündeki iğrenme ifadesini hiç sakınmadan.
-Yılanın başını baştan ezmek gerekir! diye bağırdı uzaklardan bir adam.
-Çok haklısınız beyefendi!
-Ne kadar doğru söylüyorsunuz hanımefendi!
Yaşlı kadın sözcüklere sızmış öfke ve kine inanamıyordu.
-Yahu siz neler söylüyorsunuz? Bu kadının ve çocuklarının ne suçu var? Farkında değil misiniz, ne kadar korkuyorlar. Konuşmanız gereken yerlerde susup susmanız gereken yerlerde neden bağırırsınız böyle? Bunları konuşacağınız yer burası mı? Gidin devlete söyleyin söyleyeceklerinizi.
Sesinin nasıl olup da bu kadar gür çıktığına kendi de inanamadı
-Hanım hanım, yaşından başından utan, neler söylüyorsun böyle?
-Devlete laf edilir mi hiç?
-Büyüklerimiz bilir ne yapılacağını, bunları geri göndermiyorlarsa vardır bir bildikleri.
-Anarşist miyiz biz?
-Yoksa sen mi anarşistsin? Devlete karşı konuşuyorsun.
Birkaç itiraz daha yükseldi ama sesler zayıflamıştı sanki.
İneceği durağa az kalmıştı, içi içini yiyordu. Başını eğdi, “Kızım çok yolun yoksa sen de in istersen.” dedi. Siyahlı kadın çocukluktan yeni çıkmış yüzünü kaldırıp, başını iki yana salladı. “Ben” dedi kırık dökük bir Türkçeyle, “az daha gidecek!”. Korkuyordu ama kararlıydı da. Başka çaresi mi vardı?
Yaşlı kadın, ağrıyan belini tuta tuta güneşin sıcağına indiğinde, içindeki safrayı öğütmek istercesine tıslayarak uzaklaşan otobüsün arkasından endişeyle baktı.
Ah be kızım, dedi içinden, keşke siz de inseydiniz!
Bir cevap yazın