GİRİŞ
Sosyal sermaye üretim ilişkileri ile sağlandığı gibi tüketim ilişkileri, sivil toplum arasında paydaşlık, ortakçılıkta (yarıcılıkta) ast-üst ilişkileri vs. ile de sağlanır. Sosyal Sermayeyi, bağlayıcı sosyal sermaye, köprü kuran sosyal sermaye, bağlantılı sosyal sermaye ayrımları ile ele alabiliriz. Bir dördüncü kategoriye aşağıda değinilecektir.
Sosyal sermayenin karanlık yüzü denen ilişkiler bu yazının konusudur. Bu karanlık yüzde aslında politik ayrım olmadığı gibi devlet ya da son dönemde popüler olan belirli ilişkisel oluşumlar olmadan ayakta duramaz. Elinizde okuduğunuz yazı kuramsal ağırlıktadır. Daha ampirik bir çalışma için dünya genelindeki mafya liderleri ile ilgili yazılmış metinlere bakmak gerekir. Ancak hangi analitik kavramlar kullanılacağı anlaşılmadan böyle bir çalışma sosyal bilimler için imkansızdır.
Üç türlü yol var: ya ampirik çalışmalardan kuramsala ulaşılır, ya da kuramsaldan ampirik çalışmalara ulaşılır. Üçüncü yol bunlar arasındaki yorumlardır. Yani ampirik ve kuramsal arasındaki git-geldir. Güzel olan bu üçüncü yol inceleme çalışmalarında günümüzde yer etmeye başlamıştır.
EŞKİYALAR
Sosyal sermayenin karanlık yüzünde belirleyici olan üretim veya tüketim ilişkileri veya yukarıdaki kapsama giren konular değildir. Eric Hobasbawm, dünya üzerinde genelde belli başlı başkaldırıları çalıştığı Eşkiyalar[1] kitabında zorlukla karşılaşan bir insanın önünde iki seçenek var diyerek konuyu indirgemektedir. Bu iki seçeneği mafya denilen gayrimeşru alemle, gerilla ilişkisinde olan illegal örgütlerin sempatizanlarına ya da partizanlarına indirgenmesidir. Neden böyle bir indirgemecilik yaptığını açıklamamaktadır. Bahsettiği sosyal eşkıyalar konusu ise işlediği Robin Hood örneğinde saklıdır. Sosyal eşkıya olarak karışık alır. Ancak Robin Hood örneği tip olarak ne gayrimeşru aleme uyar, ne de illegal partizan tipine. Robin Hood örneği tarihte kendi başına kendisiyle birlikte birbirine benzeyen bir paylaşım mekanizması olarak ortaya çıkar. Bu yüzden farklı bir tipoloji olarak tarihe geçmiştir. Başka tipolojilerle aynı kategoriye koymak kendi tarihsel tipoloji misyonunu kapatmak ve örtbas etmek anlamına gelir. Robin Hood örneği üçüncü bir seçenektir. Bu yüzden Eric Hobasbawm’ın iki seçenek indirgemesinin kendi yazısı içinde kendisinin çelişkiye düştüğü ortaya çıkar. Bu tipolojiye üçüncü tip diyelim.
Eşkiyalar için bir dördüncü tipoloji, ülkelerin devletine hizmet ettiği tiptir. Türkiye’de karşımıza milliyetçi mafya olarak çıktığı gibi, Rusya’da devlet nomenklaturasının[2] kapitalistleşme sürecinde devlet malına el koyması biçiminde çıkar. Bu iki örnek bir tipolojide incelenebilir. Başka örnekleri de vardır. İtalya’da buna Gladyo adı verildi.
Çağlar Keyder’in Devlet ve Sınıflar[3] kitabında bahsettiği sınıf bürokratik sınıftan başkası değildir. Bu bürokratik sınıf her devlet organizasyonunda mevcuttur. Dolayımıyla, bu bürokratik sınıfın sivil ayağını ilişkide olduğu sivil bileşimlerde de görüyoruz. Sosyal sermaye konusunda bu bahsedilen tipoloji karanlık yüz olarak adlandırılmış, ama incelenmemiştir. Bu anlamda her milliyetçi örnek ve devlet sınıfı ya da bürokrasisi ile ilişkiye giren gizli, ağ biçiminde, devlet zenginliğinden pay alan bürokratik organlara yardım eden ister sosyalist olsun ister kapitalist, rüşvet vererek (“corruption” olmayan ülke yoktur. Önemi, ne kadar olduğu )devlet ihalesi kapan veya ayni yardım ederek devletten para alan ilişkilerdir. Bahsedilen bütün tipolojiler sosyal sermayenin aydınlık veya karanlık yüzünde yer alabilir.
Bu tipolojiler birbirlerine yakınlıklarına göre kategorileştirilip genellenerek ve soyutlanarak sunulmuştur. Zaten Eric Hobsabwm da Eşkiyalar kitabında tipolojilerini çeşitli ortak noktaları bir potada sunarak yapmaktadır. Bu dördüncü tipolojinin sosyal sermaye konusu incelenmemiştir. Yukarıda bahsettiğim tipolojilerin her bir örneğinin kendine has kültürel tüketim biçimleri vardır. Nasıl oluyor da bu dördüncü tipoloji sosyal bir gerçeklik olarak tarih sahnesinde kendine yer buldu ve bulmaktadır? Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Bir tanesi çeşitli nedenlerle bulundukları ülke devletleriyle barışık olmayan birey, millet (bazen halklar deniyor) ve gruplar vardır. Türkiye’de başkaldıran grup olarak bu günümüzde Kürt milliyetçiliğidir. Hem diğer azınlık milliyetlerle hem de devletle mücadele içindedir. Bu yüzden mücadele edebilmek için para anlamında maddi imkanlara sahip olması gerekmektedir. Düşünceye göre savaş halinde her türlü yöntem “mübah (meşru)” olur. İsmail Beşikçi Doğu Anadolu’nun Düzeni[4] kitabında Kürt milliyetçiliğinin sosyal yapısını masa üzerine yatırmıştır. İlişkilerin ortaya çıkmasını çeşitli kategorilerde ele almıştır. Bunlar sola yakın kültürel anlatımla olduğu gibi, dini ilişkiler ve aşiret ilişkileri vs. olabilir. En güzel örneklerini ikinci ciltte siyasi atmosferi incelediğinde vermiştir. Bunun günümüzdeki sosyolojik karşılığı ağ toplumları kavramıdır. Yani ağ toplumlarında ilişkiler çeşitli sosyal sermaye biçimleri ile ortaya çıkar. Mesela İsmail Beşikçi kitabında dini oluşumları ilerici ve gerici olarak devletle mücadelesi şeklinde ele alır. Yoksa ürettiği ritüeller olarak değil. Bu anlamda sosyal sermaye yazarlarının değinmediği bir konu; devletle mücadele eden ister dini olsun ister mafya türü oluşumlar sosyal sermayenin karanlık yüzünü oluştururlar ve İsmail Beşikçi’ye göre dini de olsa bu karanlık yüz devletle mücadele ettiği için “ilericidir.”
Aslında İsmail Beşikçi’nin çalışmasında iktidar mücadelesi söz konusudur ve disipliner çalışmada ekonominin değil, politikanın (siyasetin) kapsamına girer. Yoksa Marx’ın ele aldığı gibi işveren-işçi çelişkisi değil. Bu anlamda iktidarda bulunan her oluşuma karşı mücadele “ilericilik” anlamı taşır. Örneğin, eğer devlet İslami kategorilerden, yani mezheplerden birini seçmişse, diğer mezheplerin mücadelesi İsmail Beşikçi için kategorik olarak “ilericilik” anlamı taşır. Yoksa sınıf denilen kavram Michael Mann’in İktidarın Tarihi[5] kitabında yazdığı gibi ekonomik bir kategori olarak ele alınırsa halk denilen oluşumun bir parçasını oluşturur. İşçi-işveren çelişkisi üzerine oturur. Diğer türlü devlet sınıfları kategorisinde ele alınırsa bu kategorinin dışında olan her grup veya tabaka halk kategorisine girer. Bu kategorik ayrımın mücadelesi ise kendini devlet oluşumu denilen her türlü yapıya doğrudan başkaldırmaya gider. Beşikçi’nin ele aldığı ve 33 köye sahip olan aşiret sahibi beylerden bahsettiği çelişki ise tarlada çalışan köylü ve bey arasındaki çelişkidir. Temsili demokrasilerde parti ve bu partilerin uzantıları olan dernekler bahsettiğim bütün bu çelişkileri bir potada eritecek siyasi oluşumlardır. Ancak bu ilişkilerin bir de karşı anlatımı vardır. O da kimlik politikasında kendini bulur.
Örneğin, kimlik politikasında[6], ki bireysel bir kategori olarak ele alınmalı, herhangi bir siyasi partide yer almış kişilerin kendini belirleyen üst kimliği mevcuttur. Bu yüzden siyasi partiye gelirken bu kimliğini taşır. Bu kimliğin ortaya çıkması siyasi partilerde bütünlük sağlamayabilir. Siyasi partilerin parçalı yapısı bu yüzdendir. Örneğin, Beşikçi’ye göre aydın halk yaratma çabası beyhudedir. Ona göre asıl olan aydın yaratma değil, mücadele eden insan yaratmadır. Bu anlamda “ilerici” aydın değil, mücadele eden insan anlamı çıkmaktadır. Yine bu anlamda yazar ve akademisyen aydın sıfatıyla çelişkiye düşmektedir.
Mafya denilen oluşumlarda kimlik lider kişinin veya ailenin etrafındaki ağsal oluşum ve onun adıyla anılma biçimidir. Sadece tarım toplumlarının özelliği değildir. Bu anlamda da köylülük kategorisine girmez. Eric Hobsbawm’ın dediği gibi başı dara düşmüşlerin sorunu da değildir. Düşünsel, bir anlamda ideolojik ve ilişkisel bir sorundur. Ağ toplumlarında veya iletişim toplumlarında bu her türlü sağlanabilir. Örneğin, Rusya Federasyonunda KGB bürokratlarıyla sağlandı. Avrupa’nın en güçlü sol oluşumu olan İtalya’da Gladyo (AISI ve AISE) ile sağlandı. Bu anlamda devlete hizmet etmek, hangi devlete hizmet etmek anlamı taşır. En küçük sosyolojik birim olan aile ilişkileri de böyle bir oluşuma katılmayı sağlar. Bu oluşum büyük şehirlerde, Türkiye örneğinde olduğu gibi İstanbul’daysa, köylülükle hiçbir bağlantısı yoktur. Sadece Köyden merkeze göç edenlerin bulundukları kültüre uyumsuzluğu ile bağlantısı vardır ya da doğudan batıya. Bu anlamda sosyal sermaye kişisel bir kategori olarak Marx’ın yabancılaşma çalışmalarında kendine yer bulmalıdır.
Marx’da yabancılaşma çalışması üç kategoride ele alınır: bir, insanın kendine yabancılaşması; iki, insanın çevresine yabancılaşması; üç, insanın doğaya yabancılaşması[7]. Bu yüzden sosyal sermayenin karanlık yüzü yabancılaşma kavramı ile ilgili olduğundan “uyumsuzluk” kelimesi içinde ele alınmıştır. Türkçe’de yapılan hiçbir çalışmada ve Türkçe’ye çevrilen hiçbir kitapta “yabancılaşma ve sosyal sermaye ilişkisiyle karanlık yüz” sorunu olarak incelenmemiştir[8]. Bu anlamda kaynaklara el koyma mücadelesidir ki, neye hizmet ettiği en son kertede belli olur. Yoksa anarşistlerin iddia ettiği gibi devlet, sosyalist devlette de aynıdır, kapitalist devlette de. Sol literatürde çözülmemiş bir kavram olarak yerini korumaktadır. Bu yüzden Marx’a ek kategorik olarak dördüncü, bireyin devlete yabancılaşma ilişkisini ele alırız ki, Beşikçi’nin bahsettiği mücadele bu anlamı taşır[9]. Çünkü toplum denilen kavram illaki de devlet kavramıyla aynı şekilde anlaşılacak bir özellik taşımaz. Her ne kadar sivil toplum diye ayrı bir kavramımız varsa da. Böylece en son kertede kimliğin bireysel olarak mücadeleyi belirlediği sonucunu çıkarırız. Düşünsel olarak bu kimlik kadın haklarıyla ortaya çıkarsa, bir mücadele biçimi halini alır. Bütün mesele hangi organa karşı mücadele etmek linguistik (dil bilimsel anlamıyla) olarak işaret edildiğidir. Doğu Despotizmi olarak ele alınan toplumlarda elbette despot olan devlet işaret edildiğine göre bu anlamı taşır. Tarih sahnesinde devlet despotizmi ister Batı’da olsun ister Doğu’da hiç bitmemiştir. Sosyalistlerin iddia ettiği gibi sönümlenmemiş (aktif veya pasif direniş önerilir), anarşistlerin iddia ettiği gibi yıkılıp (sürekli mücadele önerilir) yerine kurumsalı belirleyen sivil kurallar yerleşmemiştir. Toplumsal anarşizm de olsa kurumsal kuralların nasıl belirlendiği önemlidir.
Aynı zamanda Mehmet Cihan Ecevit’in ODTÜ seminerlerinde verdiği gibi Avrupa’daki derebeylerle Beşikçi’nin anlattığı Doğu’da feodal düzen olarak sunduğu oluşum birbirinden farklıdır. Aynı şekilde Huricihan İslamoğlu’nun ders notlarından çıkarıldığı gibi Doğu feodal yapıda olup, Batı Anadolu Asya Tipi Üretim Tarzı anlamına gelmemektedir[10]. Bunun nedeni Osmanlı’da o zaman Doğu’da despotik bir yapı olmadığı anlamına gelir ki[11], köylülerin niye toprak derebeyleri ile mücadele etmediği açıklanamaz. Aynı zamanda Mehmet Cihan Ecevit’in ODTÜ seminerlerinin[12] tersine Avrupa’da şatolar birbirleriyle mücadele ederek krallıklar kurulmuş değildir. Bunun örneğini Anadolu’daki Beylikler döneminde ve Fetret devrinde görüyoruz. Yoksa derebeyler savaş dışında devlete karşı şiddet kullanma olgusu sadece tarihi anla ilgilidir. Yoksa sürekli savaş ve kargaşalık anıyla değil. Diğer yandan Mehmet Cihan Ecevit’in seminerlerde anlattığı gibi alttan mücadele ile krallık kurulmaz. Ne Ortaçağ Avrupası’nda ne de Osmanlı Türkiyesi’nde alttan mücadele ile devlet kurulmuştur. Yoksa buna devrim denirdi ki, Aykut Kansu’nun kitabında ve Erich Jan Zürcher’deki 1908 Devrimi[13] sadece bir askeri ihtilaldir. 1908 Devrimi[14] kapitalist oluşuma yol açmış olsaydı, kapitalizm Marxist literatürde ve Beşikçi’de iddia edildiği gibi alt yapı gelişimiyle değil, üst yapının müdahalesi ile oluşmuş olurdu. Bütün mesele İltizam siteminde ve Mültezimlerde gizlidir. Asya Tipi Üretim Tarzı denilen olgunun çözülmesi başka türlü açıklanamaz. Ayrıca “çift-hane sistemi” her dönem zaten vardı ve devlete ait iktidar biçimi ile ilişkisi yoktur. Osmanlı’daki Celali isyanlarına benzer başkaldırı biçimlerini Türkiye Cumhuriyeti’nde de görürüz. Bu yüzden bizim gibi ülkelerde başkaldırı biçimi devletle her zaman bağlantılı olmuştur ve devleti kullanmıştır. En basitinden Doğu’daki aşiret reislerinin şatoları hiç olmadı. Aksi halde barutun kullanılmasındaki teknolojik değişim Avrupa’da olduğu gibi onları da bulurdu (Beşikçi kitabının başında bir cümle ile konuya değinir).
Field’in[15] sosyal sermaye tanımlarından yani bağlayıcı (aile, yakın arkadaşlar ve komşu), köprü kuran kaybedilmiş arkadaşlıklar ya da iş arkadaşlıkları) ve bağlantılı sosyal sermaye (uzak geniş kaynaklara yönlendirilen ilişkiler) yola çıkarsak, alan genişledikçe merkez-kaç kuvvet başlar (fizik benzetmesini sadece örnek olsun diye verdim, fizik yasasını sosyal bilime giydirmek gibi bir niyetim yok). Aynı zamanda sosyal sermayenin karanlık yüzünde iddia sahibinde de merkez-kaç kuvvet başlar. Field’in aktarımıyla Fukuyama’da başlayan “güven” kavramı sadece sosyal sermaye ve bağlarla kurulmaz. Aynı zamanda toplumun bütünselliği içinde davranış bilimlerindeki gibi “çıkar” ve çıkar ilişkileri ile de kurulur. Sürekli çıkar ilişkisi üretmek ve geliştirmek aynı zamanda sosyal bir ilişki sağlamak anlamına gelir. Dolaysıyla işçi, işsiz ve farklı kimlikten kişiler sosyal ağ geliştirebildikleri gibi, güven oluşturacak anlamda sosyal sermayenin karanlık yüzü de sürekli çıkar oluşturarak ayakta kalır. Bu yüzden Türkiye’deki doğru tanımıyla organize suç örgütleri, suç çıkarı üreterek gelişimini sağlar. Bu anlamda Hobsbawm’ın illegalitesi hem partizan gruplarda hem de hırsız, yankesici vs. gibi kişilerde söz konusu olduğunda ikisi de bazen bir sığınma kapısı olabilir.
TOPRAK BÜYÜKLÜĞÜ, ÜRÜN VE KÜLTÜR ETKİSİ
“Said-i Kürdi’nin hayatındaki ikinci önemli dönem 65 yaşından sonraki dönemdir. Bu İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarına veya Atatürk’ün ölüm yıllarına rastlamaktadır. Said-i Kürdi adını bırakarak Said-i Nursi adını kullanmaya başlaması da bu dönemde olur. 1950 yıllarında yani DP iktidara geldiği tarihten sonra daha rahat çalışma olanağı bulan Said-i Kürdi gezide bulunduğu Urfa’da ölmüştür.” (Beşikçi, 1992: 345, 1. Cilt). Dönüşümden de anlaşılacağı üzere Said-i Kürdi’deki değişim en başından bu yana İslami değil, milliyetçilik üzerine bir kurgudur.
Beşikçi ileriki sayfalarda dini liderseniz, toprak sahibi iseniz ve belirli bir aşirete bağlı iseniz Kürt milleti içinde güçlü ve öndersiniz açıklamasında bulunmaktadır. Bu yüzden Beşikçi’ye göre Nurculuk 20. Yüzyılda Kur’an-ı yorumlayan ve demokratik düzene karşı gelen, teokratik düzeni savunan akımdır. Bu açıklamasının iki türlü anlamı bulunmaktadır. Said-i Kürdi başarısız olduğundan ve dönemin koşulları uygun olduğundan Kürt hareketinin de açıkladığı üzere kültür mirası sola uygun olduğu için çubuğu sol tarafa bükme amacını taşımaktadır.
İslami akımlarda Kur’an-a karşı iki türlü yaklaşım vardır. Ya külliyen bütün zamanlara hitap ettiğini söylerler ya da yeni müçtehitlerin açıklamasına muhtaç olduğunu dile getirirler. Bundan dolayı Said-i Kürdi Bediüzaman adını almıştır (bütün zamanlara hitap ettiği iddia edilir). Orta yol sünnet, kıyas ve icmanın kullanılmasıdır ki, buna kimin hakkı olduğu ve bu yorumu kimin yapacağı tartışmasını doğurur. Elbette sıradan halk kastedilmemektedir.
Aşiret oluşumunda 33 köye sahip olmak önemli bir toprak parçasına hükmetmek anlamı taşır. Bu yüzden Anadolu’nun doğusu ve güneyinde toprak parçası bütünlüğü söz konusudur. Bu kadar büyük toprak parçasını işleyecek fazladan emekçiye ihtiyaç duyulmaktadır. Topraksız köylüler ve toprağa bağlı olup da “maraba (Türk sineması deyişi)” statüsünde toprak ağasına bağlı çalışan köylüler aşirete dahil olmakla beraber bu işi görür. Dolayısıyla başkaldırılarında da nüfus açısından kalabalıklık söz konusudur. Topraksız köylüler veya ağaya bağlı köylülerle dil ve kültür açısından kolay iletişim kurabilmektedirler. Trük sineması tarihinde anlatıldığı üzere başkaldırılarında toprak ağası devlet Jandarmasını kullandığından Hobsbawm’ın Eşkiyalar olarak adlandırdığı gruplar, Jandarmayla karşı karşıya gelmiş olur. Soru şurada düğümlenir: Neden toprak reformu yapılamamıştır? Bunun iki türlü cevabı olabilir: birincisi, toprak reformunun olmaması popülist söylemi canlı tutmaktadır. İkincisinde ise, TBMM’deki milletvekili dağılımına bakmak gerekir. Bu dağılıma baktığımızda CHP’nin zamanında (Bülen Ecevit zamanı dahil) cidden toprak reformunu isteyip istemediği konusunda kuşkuya düşeriz.
Türk aydını yıllarca toprak reformunu savunmuştur. Ancak toprak reformunu gerçekleştirmek güç ve irade meselesidir de aynı zamanda. Türk aydını bunu savunurken hiçbir zaman güç ve iradeye haiz olmadı. Zaten savunduğunu takip edecek eğitimli bir zümre de köylüler arasında yetişip, köylülere karışmadı. Son zamanlardaki başkaldırıları düşünülürse de tamamen sosyalist ideolojinin dünya üzerinde uğradığı yenilgi sonrası milliyetçiliğe kaydı.
Sosyal sermaye açısından düşünülecek olursa, bağlayıcı sosyal sermaye açıklamasına uygun düşer. Çünkü aşiret dışı evlilikler pek görülmez. Üniversiteye gidebilmiş kesimler içinde köprü kuran sosyal sermaye kendi kültürel oluşumları içinde yer almıştır. Örneğin, sol türkü söyleminden yola çıkacak olursak; “Malatyalı, Vanlı, Muşlu; Bir ranzada kurmuş üçlü,” sözleri bölgesel bir anlatımdır. Elbette Marx’ın yabancılaşma kavramı ile açıklanacak tarafları da vardır.
Öteki bağlamda Çukurova dizisinde anlatıldığı üzere toprak ağalarının rekabet edebileceği çok neden sayılabilir. Mesela dizide kadın konusu işlenmektedir. Bu kadın konusu Türk sinemasının başat konularından biridir. Örnek verecek olursak, neden bir Amerikan dizisi olan “Dallas” Türkiye’de çok tutulmuştur? Dallas dizisinde de kadın konusu işlenmektedir ve burada sosyal sermayenin karanlık yüzü konusuyla bağlantılı Hobsbawm’ın kitabındaki Eşkiyalar için söylediği konu öne çıkmaktadır. Sol kahramanlarda da kadına düşkünlük Hobsbawm’da dile getirilir. Aynı olguyu Rus mafyasında da gözlemliyoruz. Ayrıca işlenen kadın konusu sadece Güney veya Doğu’ya has değil, Batı’da naif olmakla beraber tüm Türkiye’yi kapsamaktadır.
Bir diğer yaklaşımla, Rus mafyasının KGB ayağı Rusya Federasyonu’ndan önce kurulmuş ilişkiler bütünüdür (SSCB’de sınıfsal oluşumların tarihinin güzel bir özeti için bkz. Somel, 2017[16]). Zaten temelleri SSCB zamanında atılan köprü kurucu sosyal sermayeye dayanmaktaydı. Benzer bir örnekle, Türk mafyasının oluşumu da 1980 öncesi Ülkücü ilişkilerdeki köprü kurucu sosyal sermayenin, bazen de bağlayıcı sosyal sermayenin eseridir. Rus mafyasının özelliğini Martin McCauley şöyle örneklendiriyor: “Business cards routinely have no address, only a name.[17]” (2001: 25)[18]. Bu kartvizitler örneğini genelleştirebiliriz.
Aynı zamanda Güney’de yaylaya çıkan Yörükler vardır. Göçebe çadırları kurmak için yaz aylarında serin dağ havasından faydalanırlar. Bunların ilişkileri genelde bağlayıcı sosyal sermaye kapsamına dahildir. Belki de sosyal sermaye konusunda konunun karanlık yüzünde bahsedilen kısmıyla en uzak ilişkide olan aşiretler bunlardır. Yörükler Anadolu’nun dört bir yanına dağıldığından belirli bir bölgede aramak anlamsızdır
Karadeniz ahalisinin sosyal sermayesinin karanlık yüzü vurgunlukla ve kan davasıyla ilişkilidir. Aslında Doğu’da aşiret denilen olgu Karadeniz ve Batı’da sülale, hemşehri ve aile bağlarına dönüşmüştür. Genelde bağlayıcı sosyal sermaye söz konusudur. Karadeniz’de çay, fındık ve tütün ekimi yapıldığından ve alınan ürün ailelerin geçimine yettiğinden küçük toprak sahibi ilişki, bazen de Kocabaşlarda görüldüğü gibi dere boyu tutan derebeylerinin güçle elde ettiği nüfuz söz konusudur (Ecevit, 1999)[19]. Yaşam şekli bakımından Karadeniz’in havası tarihsel olarak çoklu etnik yapı barındırır ve zamanla içselleşme söz konusudur.
Beşikçi’ye göre dört ehli sünnet mezhebinin dışında yer alan Alevilik, tarikat değil ve saydıklarından ayrılır (1992: 352). Ayrım konusunun kültürel olduğunu ve Alevilik’te de Anadolu’da farklılık olduğunu biliyoruz. Açıklama şöyledir: Köy yerde yaşandığı için sertleşmişlerdir. Bu anlamda her köy yerinde yaşayanın sert olduğu kanısı ortada durur ki, güvenlik içgüdüsü ile hareket eden millet ve grupların neden bazı dönemler kendi mücadelelerini artırdıkları sorusuna verdikleri cevap eksik kalır.
Örneğin, bildiğimiz üzere İran’da Şah Rıza Pehlevi zamanında Cuma namazlarının kılınmadığı ve Humeyni’nin iktidara gelmesi ile Irak’la savaşında Irak’ın kurduğu, Irak-Suriye-Mısır ittifakıyla Irak’ın Saddam döneminde aldığı dış yardımın etkili olduğu bilinmektedir. Elbette dile getirilen sadece dini değil, aynı zamanda kültürel saiklerdir de[20]. Ortaya Alevi geleneğindeki sürekli mücadele kavramı ortaya çıkar. Dolayısıyla bu gelenek Field’in zikrettiği üç sosyal sermaye tipolojisine uygundur. Bu anlamda da Şia devletine hizmet eden bir sosyal sermaye tipolojisiyle karşılaşırız. Humeyni dönemi Şia’nın Aleviler gibi mücadele etmediğinden Beşikçi tanımıyla “ilericilik” anlamında ilişkisi olmamış olur. Çünkü kendi devletleri ile mücadeleyi bırakmışlardır.
Bu anlamda Rusya Federasyonu’nda da KGB ajanlığından gelen mafya ve Türkiye’de Ülkü Ocakları’ndan çıkan mafya sosyal sermayenin karanlık yüzü olarak, devletle mücadele etmediğinden Beşikçi’ye göre “ilerici” değildir.
Beşikçi’ye (1992: 616-617) göre “halk” kavramı soyutluktan kurtarılmalıdır. Ancak bu yazıyı yazana göre bu durumda soyutluktan daha önce kurtarılması gereken kavram “devlet”tir. Bu yapılmadan devlet kavramının dışında kaldığı söylenen halk kavramı soyutluktan kurtarılamaz. Devlet diye herkes ve herşeyle mücadele edilmiş olur. Devlet kuruluş, kurum ve kuralları ile bütünsel bir yapıdır. Üretimi ve hizmetleri ile ele alınabilir (Günümüz devlet muhasebesini anlatıyorum). Burada önemli olan kendisi dışında oluşum olan halkın yararına devletin çalışıp çalışmadığına karar vermektir. Bu karar objektif (tarafsız) değil, sübjektif (öznel, özele ait) bir karardır. Eğer ki, iddia edildiği gibi yoksulluk (fakirlik), kimlik, mülk sahibi olma vs. gibi saikler belirleyici ise, bireysel çabaların ötesindedir. Çünkü bireylerin bu saydığım saiklerle ilişkisi her zaman değişkendir. Devlet organları bunlar arasında yerine göre ve bireysel olarak tercihte bulunur. Eğer kurumsal yapısıyla bulunuyorsa, buna devletin mücadele ettiği kesimler denir. Diğer yandan bireyin devlet aleyhinde veya yanında iddia ettiği bazı özellikler olmalıdır. İşte Hobsbawm’ın dediği partizan, solcu veya gayrimeşru olup olmama yol ayrımı burada belirlenir. Bu anlamda Marx’ın iddia ettiği ekonomik sınıf kavramının karşısında güç sorunsalıyla karşılaşmış oluyoruz (Mann, 1996)[21]. Solculuk bir anlamda bilimsel olduğunu iddia ediyorsa aydın olma, kültürel olma ve evrensel olmanın ötesinde başka özellik taşıyamaz. Aydın olmak eğitimle, kültürel olmak milli değerlerle ve evrensel olmak dünya ile ilişkiyi gerektirir. Türkiye’nin içine girdiği tehlike şehirlerde bile aydına önem verilmemesidir. Hatta aydın olduğunu iddia eden kesimler eğitime önem vermemektedir.
SONUÇ
Sosyal sermaye kavramı, akademik literatürde yeni yeni ele alınan finansal sermaye, kültürel sermaye, entelektüel sermaye ve toplamıyla insan sermayesi gibi kavramlardan biridir. Saydıklarımın hepsi geliştirilmeye muhtaç kavramlardır.
Sosyal sermayenin karanlık yüzü incelenmeye muhtaçtır. Zaman zaman gazeteciler bahsedilen konuda belge düzeyinde eserler bırakmaktadır. Ancak ortaya konulan külliyat daha yetersizdir. Çünkü karanlık yüzdeki girift ilişkiler tam anlatılmamaktadır. Dönemsel olarak farklı ilişki ağları örülmektedir. Örneğin, bir dönem JİTEM tartışmasıyla gündeme oturan bir ilişkiler yumağı söz konusu olmuştur. Aynı Celali isyanlarındaki sekban ve diğer askeri erkan gibi oluşumdur. Kontrgerilla olarak da gündemde yerini almıştır. Güncel basına çıktığından beri herkes JİTEMci olmuştur.
Türkiye’de sosyal sermayenin karanlık yüzünü çalışacak olanlar Modern Türkiye için bunu, I. Meşruiyet’ten önceki Avrupa’da başlayan hareketlerrin sonrasıyla izlemelidir. Fransa ayağı vardır. Belge düzeyinde incelenmesi gereken bu ilişkiler bir yandan devletin bürokrasi dışındaki gri alanını da ortaya koyacaktır.
En önemli nokta ise, tarihsel
olarak incelendikten sonra ülke karşılaştırmasının gerekliliğidir. Türkiye’de
bu karşılaştırma İtalya’daki Gladyo örneği üzerinden güncel düzeyde yapıldı. Halbuki,
konu hakkında fotoğraf çekmek anlam dışıdır. Yine yardımımıza karşılaştırmalı tarihsel
sosyoloji yetişmektedir. Önemli olan analitik kategorik düzenekleri iyi
kurgulamaktır.
[1] Hobsbawm, Eric (2011), Eşkiyalar, İstanbul: Agora Kitaplığı.
[2] Rusça bir sözcük.
[3] Keyder, Çağlar (2011) Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim yayınları.
[4] Beşikçi, İsmail (1992) Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, 2 Cilt, Yurt Yayınları.
[5] Mann, Macheal (1996) Sources of Socail Power, !. Cilt, Cambridge University Press.
[6] Giddens, Anthony (2010) Modernite ve Bireysel-Kimlik: Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul: Say Yayınları.
[7] Keçeli, Ahmet Faruk (1992) “Hegel, Feurbach ve Marx’ta Yabancılaşma,” Ankara: ABRA Dergisi.
[8] Keçeli, Ahmet Faruk (2013) “Sosyal Sermaye,” Birikim Güncel, 29 Mayıs 2013, internet versiyonu.
[9] Nedense “yabancılaşma” kavramı Türkiye’de çalışılmıyor pek. Halbuki İslam dininden dolayı Türkiye felsefe çalışmaya çok uygun bir kültürel birikime sahip.
[10] İslamoğlu-İnan, Huricihan (1991) Economic History of Europe, Ankara: Ders Notları.
[11] O zaman despot Osmanlı tarafından Hamidiye Alayları kurulmamış olur.
[12] Ecevit, Mehmet Cihan (2001-2009) Seminerler, Ankara: ODTÜ Sosyoloji Bölümü.
[13] Zürcher, Eric Jan 2019) Moderleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.
[14] Kansu, Aykut (2017) 1908 Devrimi, çev. Ayda Erbal, İstanbul: İletişim Yayınları.
[15] Field, John (2008) Sosyal Sermaye, 2. Basım, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[16] Somel, Cem (2017) “Sovyetler Birliği’nde Sınıflaşmanın İdeolojisi”, İstanbul: Birikim Dergisi, 342-343 sayılar.
[17] “İş kartvizitleri genel olarak adres değil, sadece isim bulundurur.” (McCauley, 2001:25).
[18] McCauley, Martin (2001) Bandits, Gangsters and the Mafia: Russia, The Baltic States and the CIS, Harlow: Pearson Education.
[19] Ecevit, Mehmet C.(1999), Kırsal Türkiye’nin Değişim Dinamikleri: Gökçeağaç Köyü Monografisi, Ankara: Kültür Bakanlığı.
[20] Garthwaite, Gene R. (2011) İran Tarihi: Pers İmparatorluğundan Günümüze, İstanbul: İnkılap yayınevi.
[21] Mann, Michael (1996) Souces of Social Power, Cambridge: Cambridge University Press.
Bir cevap yazın