Günler, yaşama telaşıyla geçip gidiyor. Küçücük hayatlarımıza büyük pencerelerden bakmaya vaktimiz yok. Sevdiklerimize ayıracak vaktimiz yok. Kendimize bile yok.
Birbirimizden herhangi bir beklentimiz kalmadı. Sözde herkes birilerini seviyor, ama kimse kimseden bir şey bekleyemiyor. Ya ağzının payını almış çoktan, ya korkuyor ya da artık hiçbir şey hissetmiyor. Dümdüz yaşayıp gidiyoruz. Dümdüz yaşamak diye bir şey yok oysa; biz sadece gidiyoruz, yaşamaksa buna dahil olmaya tenezzül etmiyor.
Birbirimize hiçbir şey vermiyor, ha bire var olanları tüketiyoruz. Bütün güzel duyguların yok olmasını kanıksamanın verdiği hissizlikte boğuluyoruz. Kendi gözümüzün önünde, kendi gemimize sürekli su alıyoruz; batıyor olduğumuzu göre göre yola devam ediyoruz. Hiçbir şeye tepki vermiyoruz çünkü artık tesiri yok hiçbirinin. En güzel yarınlarımızı hissizliğe hibe ediyoruz.
Sevdiklerimizi artık sevip sevmediğimizi bile bilmiyoruz. O kadar kendi dünyamızdayız ki; yaşadığımız her şeyin bedelini, bencilleşerek sevdiklerimize ödetiyoruz. Eskiden sevdiklerimize. Çünkü artık kimseyi, anlamını karşılayacak kadar sevemiyoruz. Çünkü güvenmiyoruz, inanmıyoruz, teslim olmuyoruz, tecrübelerimizi kendimize siper ediyoruz. Çünkü o kadar yaramız var ki onlar tarafından açılan, yarasız sevmenin mümkün olduğuna artık ihtimal vermiyoruz, kimseyi onlara dokunabilecek kadar kendimize yaklaştırmıyoruz.
Başı dik, mağrur bu korkumuzla gurur duymaktan imtina etmiyoruz. Birini bütünüyle sevmemeyi marifet sayıyoruz. Bizi eksiltenin, bir başkasını artırmak olduğunu sanıyoruz. Eksilmemek için artırmamayı yeğliyoruz. Tehdidi hep uzaklarda ararken, en yakınımızdakileri göremeyecek kadar körleşiyoruz. Darbeleri onlardan almanın verdiği hayal kırıklığıyla yere yığılınca nakavtı ziyadesiyle kabullenip, ringi bütünüyle terk ediyoruz.
Oysa hayat, sıcacık çarpışmalardan beslenmek gibi rafine zevkleri olan daimî bir savaş meydanı. Ve biz, en son yığıldığımız yerde kaldığımız için; sonucu, silahı kuşananından belli olan bu savaştan ayrılamadığımız gibi, bundan sonrasına ayakta kalanların ayakları altında devam ediyoruz. Yormamaya çalıştığımız herkes, yorgunluğunu bizden çıkarmaya yelteniyor. Sevmelerden meydana gelen insan özütü, sevmemeye alıştığını sanıyor zamanla. Kabullenmek zorunda olmayı alışmak zannediyoruz.
Aksine, katiyen alışamıyoruz. Alışamamak hırçınlaştırıyor bizi, kabuğumuzun zaman içerisinde daha da sertleştiğini fark edemiyoruz. Çocukken bile büyük olabiliyoruz da, neden büyüdükçe çocuk kalamıyoruz?
Bir cevap yazın