Yine, öncekilerin tıpkısı bir gece… Her şey aynı… Ay, aynı yerde asılı ve dolunay… Tanıdık yıldızlar, aynı noktalara yerleşmiş. En ufak bir bulut kırıntısı bile yok yukarılarda. Denizin durumu için, sakin kelimesi hafif kalır. Karadeniz’e yakışmayacak kadar dingin ve kıpırtısız. Sanki dalgasız oluşu, coşmaması, köpürmemesi, rüzgâr esmediği için değil de sadece sıkıldığı için; tembelliğinden… Gökteki ay ve yıldızlar da öyle… “Sabah olsa da gündüz uykusuna çekilsek,” sabırsızlığında; sabit, öylece duruyorlar. Mevsimler bile yer değiştirmeyi ıskalamış, Eylül ayının sonunda hâlâ Temmuz sıcakları…
Teknenin yanından bir yunus geçti sanki. Belki de geçmemiştir. Denizin gece koyuluğunda, bir yunusun siyah sırtını görüp göremediğinden, nasıl emin olabilirsin ki? Üstelik bu konuda daha fazla fikir yürütecek kadar enerjisi de yok Semih’in. Dün gece de yoktu, daha önceki gecelerde de. Her gece o yunusu gördüğünü sanıyor ve bundan hiç emin olamıyor. Olmaya da çabalamıyor. Yine önceki gecelerde de yaptığı gibi, “yunus” düşüncesinden uzaklaşmak için, başını gökyüzüne çeviriyor. Karadeniz’in göğü ışıl ışıl… Yıldızlar, yıldızlar, yıldızlar… Geçenlerde televizyonda birisi söylüyordu: Gökteki yıldızların sayısı, dünyanın bütün deniz sahillerindeki kum tanelerinin sayısından fazlaymış. “İnanmayan saysın,” diye düşünüyor ve gülümsüyor. Göğü seyretmekten sıkılıyor. Piknik tüpünün üzerindeki su kaynamış. Demliğe bu suyun bir kısmını boşaltıyor ve çayı demlenmeye bırakıyor. Reis’le birlikte içecekler biraz sonra. Deniz, bu gece sakin… Dalga falan yok… Palamut avlamak için serdikleri ağı beklerken çay keyfi yapabilirler. Gözü, piknik masasının üzerinde bulunan ekmek bıçağına takılıyor. Yine her gece olduğu gibi, bu bıçakla ilgili derin ve tehlikeli düşünceler içinde buluyor kendini. Teknenin ön tarafında oturan Reis’e bakıyor bir an. Reis, yönü Semih’e dönük olduğu halde, onunla hiç ilgilenmiyor; elindeki cep telefonuna odaklanmış, dünyayla ilişiğini kesmiş.
Reis, bu teknenin sahibi… 30-35 yaşlarında, kara kuru, kavruk, tipik bir Karadeniz insanı. İnce, uzun boy ve kemerli burun… Şaka kaldırır, şaka yapmayı sever. Yeri gelir, Lâz fıkraları anlatır, şivesiyle; etrafını neşeye boğar; yeri gelir, dikine dikine gider, ne söyleseniz tersini yapar-söyler; nefret duygusu uyandırır. Böyle zamanlarda bile ona karşı saygıda kusur etmez Semih. Önceki çalıştığı teknenin sahibi, yeni emekli olmuş, balıkçılığa merak sarmış birisi idi. Balık göllerinde sazan, sudak, kefal avlıyorlardı. Bilenler bilir, sazan balığını –gövdesi geniş olduğu için- ağdan çıkarmak zordur. Semih, Reis’in acemi olduğunu bildiğinden, çok zorlandığı zaman, ağın ipini “çıt” diye koparıyor ve balığı ağdan kolayca çıkarıyordu. Reis, arkasında olduğu için gecenin karanlığında bir şey göremiyordu. Bir gece: “Oğlum, ikide bir ‘çıt’ diye ses geliyor, neyin sesi ki o?” Semih, cevabı yapıştırmıştı: “Balığın belini kırıyorum Reis, böyle yapınca ağdan daha kolay çıkıyor.” Şimdiki Reis’ine böyle bir numara yapmaya kalksa onu tekneden aşağı atar herhalde.
Üç yıldır birlikte çalışıyorlar. Beraberlikleri, yazdan başlıyor. Ağların tamiri, teknenin bakım ve onarımı, boya isteyen yerlerin boyanması, motorun, akünün, elektrik sisteminin elden geçirilmesi… Semih, yazın bu işlerde, Reis’e yardım ediyor. Asıl işi çiftçilik. Babasıyla birlikte, köydeki tarlalarını ekip biçiyor, hayvancılık yapıyorlar. Köyleri yakın olduğu için, Reis onu çağırdığında, işi yoksa yardıma gidiyor. Eylül ayının başından sezon sonuna kadar, tam mesai çalışıyorlar. Akşamdan tekneyi ve ağları hazırlayıp denize açılıyorlar, sabahın erken saatlerine kadar… Birinde, “pavyon karilarindan farkımız yok!” demişti Reis: “Gece çalışıp gündüz yatayruz!” Mevsimine göre avlanıyorlar. Şimdi, palamut zamanı… Sonraları palamut azalacak, mezgit, istavrit, kefal, çinakop, sarıkanat, lüfer ve kış boyu hamsi…
Tekneleri, tam bir ekmek teknesi… 10 metre boyunda… Kendine yetecek kapasitede patpat motoru, uzatma ağlarını serip toplayabilecekleri ekipmanı ve elektrik aksamı ile onlar için yeterli… Sezon boyu, gıkını çıkarmadan onlara hizmet ediyor. Her türlü balığı avlayabilecek ağları var. Hatta yasak dönemde bazen, dip tarağı takıp, -Sahil Güvenlikten kaçarak- kıyı kıyı salyangoz avına çıktıkları bile oluyor. Avlanmanın serbest olduğu dönemde sorun yok. Tekne ve avlanma izin ruhsatları, liman belgeleri, her türlü evrakları tamam. Tekneleri fazla büyük değil ama onlar da iki kişi zaten. Çevirme ağlarıyla, dip trolleriyle avlanan büyük balıkçı gemilerine hiç özenmiyorlar. “Ularin masrafi da kendune göre…” diyor Reis, “Balık vurmazsa batarsun.” Radarları bile yok. Radara ihtiyaçları da yok zaten. Reis, balığın yerini biliyor. Ne yapıyor nasıl yapıyor, mutlaka balık tutabilecekleri bir yere seriyor ağları. Bu gece örneğin… Ağı ilk serdikleri yerde çok fazla beklemedi. “Burada balık yok uşağum,” dedi ve ağı topladılar. İkinci serdikleri yerden de fazla ümitli değildi. Orada, biraz palamut yakaladılar. Şimdiki yere, daha ağı sererken; “Uyyy burası balık kaynayi, voliyi vurduk uşağum!” dedi. Reis öyle diyorsa öyledir. Semih, burada bol balık yakalayacaklarından emin…
O yunusu yine gördü sanki. Hızla geçti yanlarından. Bu kez, sırt yüzgecini bile gördü gibi geldi ona. Demliğin kapağını açtı. Çay henüz oturmamış ama olması yakın. Çay bardaklarını piknik masasının üzerine koydu, kamaradan şekeri çıkardı. Onu da masaya koyarken eli ekmek bıçağına dokundu. Ateşe değmiş gibi çekti elini. Reis’e kaçamak bir bakış attı. Öylece duruyor orda. Kulaklıkları takmış, telefonun ekranına odaklanmış. Telefonun sesini duymuyor ama onun internetten hangi kanalları izlediğini adı gibi biliyor ve çok kızıyor Reis’e. Kendisi de izliyor o siteleri ama o bekâr… Reis evli… Evde gül gibi karısı var. Dünyalar güzeli ve dünyalar iyisi. Evde öyle bir karısı olan, bu tür siteleri izlemeye niye gerek duyar ki? Karısı gerçekten de gül gibi… Gül kadar nazik, gül kadar kokulu ve gül kadar rengârenk… Adı da zaten Gülizar… Boyu Reis’ten kısa… Semih’in boyuna yakın… Yaşı da Reisten az… Belki de Semih’ten bile küçük… Zayıf bedenine karşın, gücü kuvveti yerinde… Ve yüzü çok güzel… Koyu renk gözleri, biçimli dudakları ve eşarbının altından taşan, dalgalı, sarı saçları…
Gülizar’ın çok sofrasına oturdu. Yazları, teknenin bakımı için onlara gittiğinde, öğle ve akşam yemeği yemeden bırakmazlar onu. Bahçedeki dut ağacının gölgesinde, Reis’in yaptığı tahta masada çok yemeklerini yemiştir. Köyleri yakın olduğu için, akşam yemeğinden sonra çayını da içip rahatlıkla köyüne döner. Gülizar’ın yemekleri çok lezzetlidir. Laz böreği, kuymak… Hele de Reis çok sevdiği için sık sık pişirilen, taze fasulye turşusu kavurması ve ısırgan çorbası… Yanında bir de bulgur pilavı… Tadından yenmez. Hele, bir de o gün fırın yakılmış ve taze ekmek, pide pişirilmişse…
Çay, olmak üzere… Kamaradan nokulları da çıkarmalı. Semih’in annesi yaptı, gündüzden. Bol cevizli ve bol üzümlü… Çayla birlikte iyi gider. Reis sever. Gülizar da sever. Yazın, Reis çağırdığında, hazırda varsa mutlaka nokul götürür onlara. Akşam yemeğinden sonra, çayla birlikte yerler; dut ağacının altında… Reis, ha bire anlatır. Memleketteki çay bahçelerinden, okul hayatından, deniz maceralarından… Hiç susmaz. Fıkralar anlatır, Semih’e takılır, Gülizar’a şakalar yapar. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazlar. Reis yanlarından ayrıldığında veya başka yöne baktığında, kaçamak bakışlar atar Gülizar’a. Kimseye çaktırmadan, utangaç utangaç… Kalbi ılık ılık olur, nefesi daralır. Böyle zamanlarda, dut ağacının dalında asılı ampulün ışığında yüzünün kızarıklığını görmesinler diye, iki dirseğini masanın üzerine dayar ve yüzünü ellerinin arasına alır. Gülizar’a olan ilgisini, ikisine de belli etmez; daha doğrusu, o öyle zannederdi…
Geçen yazın ortalarıydı. Yine böyle bir dutaltı gecesinde… Reis, askerlik fotoğraflarını almak için eve gitmişti. Gülizar birden ona döndü ve: “Ula uşak… Arada bir sevdammış gibi bakayisun… Görmiyrum sanma… Reis anlarsa seni Karadeniz’in sularina gömer!” dedi. Bu kadarla kalsa belki Semih’in ruh dünyası böyle bozulmazdı. Gülizar’a karşı duyduğu tek taraflı ilgiyi sineye çeker, biraz utanır, belki biraz pişman olur, kendine çeki düzen verebilirdi. Öyle olmadı… Gülizar bu sözleri ettikten sonra, Semih’e bakmaya devam etti. Tatlı tatlı… Ilık ılık… Gülümseyerek… Hatta çok kısa bir süre elini onun elinin üzerine bile koydu, hemen de geri çekti. Bu kadarı Semih’i dağıtmaya yetmişti. O günden sonra asla eski haline dönemedi. Reis, fotoğraf albümüyle geri döndüğünde, ayaklandı ve izin istedi.
“Nereye uşağum, resimlere bakacağidük?
“Babam biraz rahatsızdı Reis, erken gideyim; ağırlaşırsa hastaneye götürürüz.”
O gece uyuyamadı. Sonraki geceler de… Bir hafta on gün, hiç kendine gelemedi. Yarı aç yarı tok, uykusuz, ruh gibi çalıştı tarlalarda. Birkaç kez Reis’in yardım çağrılarını çeşitli bahanelerle geri çevirdi. Gitmedi. Son çağrıya uymak zorundaydı. O gün akşama kadar, ağları elden geçirdiler. Arada öğle yemeği, akşam yemeği ve dutaltı gecesi… Yine Gülizar’ın aceleci hamaratlıkları… Yine Reis’in fıkraları, şakaları… Görünüşte ilişkileri aynı gibiydi ama aslında çok şey değişmişti. Bu değişiklikleri sadece Gülizar ve o fark edebiliyordu. Üçü bir arada olduğu zaman, Semih’in eli ayağı birbirine dolanıyor, Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyor… Gülizar, soğukkanlı… Davranışlarında, eskiye göre fark yok. Sadece, eskiden Semih’in ona yaptıklarını şimdi o, Semih’e yapıyor. Reis onların ilgi alanı dışındaysa Semih’e kaş altından, kaçamak bakışlar atıyor ve gülümsüyor. Semih’in içi eriyor bu durumlarda, ellerinin ve kalbinin titremesine engel olamıyor. Birbirlerine karşı hitap ederken de zorlanıyorlar. Eskiden ona, yerine göre ”abla” veya “yenge” diye seslenirdi. Şimdi onunla konuşurken, içinde bu kelimelerin geçmeyeceği cümleler kurmaya çalışıyor. Daha sonra da birkaç kere, sezona hazırlık için oraya gitmek zorunda kaldı; çok zorlandı, uzak durmak istedi ama Gülizar’a olan ilgisi artarak devam etti.
“Çay olmadı mı uşağum?”
“Olmak üzere Reis… Her şey hazır… Beş dakikaya içeriz.”
Bakışları, piknik masasının üzerindeki ekmek bıçağına odaklanıyor yeniden. Şimdi o bıçağı eline alsa… Reis’in yanına gitse… Sol eliyle onu ensesinden tutarken sağ elindeki bıçağı… Defalarca… Daha sonra onu ve elindeki telefonu Karadeniz’in serin sularına bırakıverse…
Bu düşüncesi yeni değil. Sezon başından beri, denize her açıldıklarında… Aslında, ta yazın düştü aklına. Ağları onarıyorlardı. Gülizar, elinde bıçakla bozuk kısımları kesip hazırlıyor, Reis’le ikisi de kesilen yerlere yeni ip bağlayıp tamir ediyorlardı. Reis’in ender sinirli zamanlarından biriydi. Bir ara, ağı elinden kaçırınca, yüksek sesle bağırdı Gülizar’a. Gülizar, ona doğru döndü ve “Ne bağıriyisun ula! Ha bu elimdekini görmeyi misun? Karninda boşluk mi var, doldurayım mi?” dedi, elindeki bıçağı ona doğru uzatarak… Semih, o an, ne düşündü anımsamıyor ama sonraları, o bıçak hiç aklından çıkmadı.
Gülizar, buralı değil. Reis’in memleketteki köyünden… Birbirlerine sevdalanmışlar, beş yıl önce de Reis, kaçırmış onu. Ailesi gariban. Reis onu anne babasından istemeye bile gerek görmemiş. Almış getirmiş buradaki köyüne. Yuvalarını kurmuşlar. Henüz çocukları yok ama Reis ona hâlâ sevdalı. Allah için, şimdiye kadar -ufak tefek tartışmalar, kırgınlıklar dışında- şiddetli bir kavgalarını ne duydu ne de kendisi tanık oldu. Semih, onun, kendisine karşı olan ilgi ve yakınlaşmasının farkında ama hâlâ Reis’e bağlı olduğunu da görüyor.
Bu sezon, balığa çıktıkları ilk geceden beri… Ağ sererken… Ağ toplarken… Ağı beklerken… O bıçağa, her gözü takıldığında… Bu zehirli düşünce, beynine çakılıyor. Reis’ten kurtulsalar… Acaba ona evet der mi ki Gülizar? Bundan, bir emin olabilse… Emin olabilse ne değişir ki? Karıncaya basmamak için yol değiştirir o. Hayatında, tavuk kesmemiş. O günden beri, kendi evlerinde bile eline bıçak alırken, Kalbi çarpıyor. Üstüne üstlük, karşısındaki Reis… İyiler iyisi… Onun ustası… Deniz balıkçılığını o öğretti Semih’e. Daha önce de balıkçılık yapmıştı ama hep, balık göllerinde. Deniz hakkında ne biliyorsa onun eseri. Reis’in sözünün üstüne söz bile söyleyemez.
Yaz boyu onu kaçırmayı düşündü. Kuşadası’nda, otelde garsonluk yapan bir amcaoğlu var. Oraya gitseler… Reis, bilmez o amcaoğlunu. Hiç sözü geçmedi aralarında. Orada da kendine bir tekne ve bir reis bulsa… Sezon açılana kadar, bunun hayalini kurdu. Sabah balıktan dönüyor, Gülizar kapıda… El ele, göz göze kahvaltılarını yapıyorlar ve yatak odalarına doğru, yine el ele yürüyorlar. Hayalleri, hiçbir zaman buradan daha ileriye geçemedi. Tam burada, Reis gözünün önüne geliyor; sinirli olduğu zaman neredeyse hiç görünmeyecek kadar kısılan gözleri ve elinde, Gülizar’ın ona doğrulttuğu bıçak… Ondan kaçamayacaklarını biliyor. Nereye gitseler bulur onları. Denizde, göremediği balığın yerini, eliyle koymuş gibi buluyor; onları mı bulamayacak? Bütün hayalleri sonunda, “Reis yaşadıkça birlikte olmaları olanaksız” gerçeğine tosluyor. İkisini de bulur ve kesinlikle ikisini de öldürür. Kendisi neyse ne ama Gülizar’ın ölmesi düşüncesi bile korkunç geliyor ona.
Nokulları piknik masasına koyarken bıçak düşüyor… Bıçağı yerden alıyor ve ayağa kalkıyor… Gülizar’ın, gülümseyen güzel yüzü, sarı saçları… Bodrum ve amcaoğlu… El ele yatak odalarına doğru… Bıçağı iyice sıkıyor ve bakışları Reis’ e odaklanıyor. Reis, iki büklüm oturmuş, dirseklerini dizlerine dayamış hâlâ telefonun içine gömülü durumda. Bu haliyle, o kadar zayıf ve masum görünüyor ki… Bıçağı sıkan avucu ter içinde… Bütün vücudu titriyor… Bu işi bu gece de yapamayacağını anlaması, fazla uzun sürmüyor. Yarın gece de… İleride başka bir gece de… Reis’e bunu hiçbir zaman yapamayacağını biliyor. Bıçağı yavaşça masanın üzerine bırakacakken vazgeçiyor ve kamaranın içine, gözden uzak bir yere koyuyor.
Yerine oturduğu zaman, yine önceki gecelerde olduğu gibi tüm enerjisini yitirmiş… Bıkkın, bezgin… Çayları koymak bile, ona öyle zor geliyor ki… Bakışlarını çaydanlıklardan ayırıp denize çeviriyor…
Bu kez, kesinlikle gördü o yunusu!.. Hiç şüphesi yok… Teknenin yanından hızla geçtiler… Evet evet, hem de iki tane… Sırt yüzgeçlerinden başka, güzel gagalarını ve biçimli kuyruklarını bile gördü. İkisinin, balerinler gibi, uyumla, büküle büküle, yan yana yüzüşlerini hayranlıkla izledi. “İnşallah, bizim ağa takılıp da ölmezler,” diye endişelendi. “Çayları koyuyorum Reis!” diye seslendi.
Bu geceyi de sonlandırıyorlar yavaş yavaş. Çayları içtikten sonra, ağı toplayacaklar. Tuttukları palamutları kasalara dizecekler. Sabahın ilk ışıklarıyla balıkçı barınağının yolunu tutacaklar. Tezgâhlarda tanesinin 15 liraya satıldığını bile bile, onlar tanesini 5 liradan devredecekler. Kasa fazlası üç beş balığı aralarında paylaşıp evlerinin yolunu tutacaklar.
Eve gittiklerinde Reis, uyumakta olan karısını uyandırmadan, yorganın altına süzülecek. Semih mi? O, her sabah olduğu gibi yine Reis’le Gülizar’ın aynı yatakta olduğunu düşünecek. Yine içi daralacak. Yine uykusu kaçacak. Yine gözleri açık, dönüp duracak yatağında…
Ali Şefik ARSLAN
13.12.2020
Bir cevap yazın