Siyah bir güneş, geceyi aydınlatırken Lotus evreninin semalarında kara dumanlar yükseliyordu Peri, gece boyunca siyah güneşin zifiri karanlığını aydınlatan beyaz ışığı altında tepedeki mağaraya kadar yol aldı. Mağarada Lotus’un büyücü hekimi onu bekliyordu. Uzunca bir zamandır hekimin verdiği iksirlerle sihir yapabilen peri, bu kez kendi sihir gücünü kullanabilecek kadar iyileşmişti. Son bir kez büyücü hekimin verdiği iksirlerden birini yudumladı.
Peri artık iksirlere sığınmak zorunda olmamanın huzuruyla gülümsedi yıldızlara.Tam o anda bir ceylan öldü karşı dağda. Son nefesini verdi avcının attığı kurşunla.Ölüm gali-beladan beri yazılmıştı her bir canın alnına. Bu ilk değildi son da olmayacaktı.Ama ölenin henüz yavru bir ceylan olması, bu dağların havasına doyamaması ve öldürenin bunu hain bir haz alma isteğiyle yapmasıydı acı olan. Geceye kurşun ağırlığıyla çöken karanlık iyi ki de vardı. Karanlık olmasaydı.Yıldızlar olmazdı ve onlar olmasaydı hayal perisi onlara bakarken hayallere dalıp gidemezdi.İşte o zaman duyardı karşı dağda bir ceylanın avcı kurşununa ve beyaz bir tavşanın siyah bir kediye kurban olduğunu. Bunu duymak istemezdi peri. Duysa, acırdı içi. Kırılırdı kalbi. Yanardı canı.
Gene de peri, sezdi sanki bir canın bu dünyadan ayrıldığını. Bir keder bulutu geldi tam gözlerinin üstünde durdu.Öyle dolu dolu baktı ki arş-ı alaya.Yağmurların dili olsa haykıracaktı bulutlardan değil de onun gözlerinden akmayı dilediklerini. Peri baktı. Baktı ama göremedi evsiz üşüyen çocuğu, aç sokak kedisini… Ne görebildi ne de duyabildi. Sadece hissetti hayal perisi tüm bunları.Hisleri kalbinde birikip de göğsünü zorlayınca bir hıçkırık koptu geldi içinden.Gece karanlığında bir bu çığlıklar duyuldu bir de karşı dağda son nefesini veren ceylanın inlemesi.
Hayal’in durduğu yer, bir pencere camı esasında ama ona bir uçurum oluyor burası Düş ülkesinde.Düş ülkesindeki uçurum kenarında Hayal,şimdi ya hayal perisi olmalı ya da sadece peri, ama ‘Hayal’ adı bu ülkeye ait değil.Esameler de diyardan diyara değişiyor.
Peri, bir isim fısıldayamadı rüzgarın kulağına. Canın acımasına da bir isim veremedi.Sustu.Bir cennet yamacından cehennemi izler gibiydi.Gene düşmekten korktu.Uçuruma meydan okudu ama sesi titredi.Gene yıldızlı bir gece karanlığında o uçurumun kenarına tutunmaya çalışırken ayaklarının kaymasından ve düşmemek için can havliyle tutunmaya çalıştığı dikenlerin ellerini parçalamasından.Baktı durdu karanlığa ve özlem duydu aydınlığa…
Gözleri alışınca zifiri karanlığa ancak seçebildi bir cennet ırmağı gibi akan dereyi,derenin suyunda yüzen renkli balığı ve sonra yine uçurumun dibinde buldu kendini.Bu kez mecburiyetten değil de meraktandı.Düşüş değil de inişti…En önemli soruları hep uçurum diplerinden toplardı peri,Bu kez de bir soru can buldu damarlarında. Damarlarında akan kan durdu. Duran, kan değil de beyniydi sanki. Gene de sorabildi soruyu.
Hani şu yıldızlara tebessüm ettiği anda bir ceylanın can verdiği zamanda aklına doğan soruyu.”Hekim” dedi yıldızlara bakıp.”Ya sen olsaydın benim yerimde.Ne yapardın kullanır mıydın bu iksirleri? Ya bilinmez zararları varsa tüm bunların? Sen bilir misin? Sen de bilmezsin! Ne yapmalı öyleyse hekim? kabullenilmeli mi başa gelen, razı mı olunmalı kaderden? ”
Sustu. Daha fazla diyemedi peri. Elleri avuçlarında terledi. Ama gene de sevindi peri. Akan terdi. Kan değil…
Yorgundu. Yorgunluğun son-ucu suskunluktu. Sustu. Suskunluğuna boğuldu.Yıldızlara masal anlatırken ama masalın sonunu bir türlü mutlu bitiremezken doldu.Gözleri doldu.
Ademle Havva’dan bu yana bir birine örtü olan kaç beden gelmişti bu evrene? Kaç can yasak meyvenin bir ısırığıyla kovulmuştu yaratanın huzurundan, cennetten sürgün edilmişti bu dünya fenasına? Kaç anne kaç bebeği emzirmişti ak sütüyle? Hayal , daha böyle çok soru sordu kendi kendine. Önce kendi kendine, sonra ak kanatlı martıya, mavi dağ lalesine, beyaz kır çiçeğine…
Önüne kim geldiyse değil ama ne geldiyse sordu peri. Kimseye sormadı çünkü; Kimse anlamazdı onun dilinden, bir dağ lalesi vardı mavisiyle gözlerini kamaştırırken onu dinleyen, bir de ak kanatlarını denizler üstünde gere gere gelen martı vardı halinden anlayan. Beyaz kır çiçeğiyse en çok perinin kalbi gibiydi.Temizdi. Beyazdı. Kırılgandı.
Masumdu peri. Ama ziyan olmuştu masumiyeti.Ellerine baktı, mavi gül dalından yapılma kalemlerle sayfalarca şiir yazan ellerine…Sonra bir cam kırığında kendi suretini izledi. Gün henüz geceye dönmemişti.Ayna karanlık değildi.Işık vardı.Suret de vardı haliyle.Mavi gül dalından yapılma kalemlerle boyanmamıştı perinin gözleri.Baktı yüzüne ve yıldızlı gecelerde masalar anlatırken karanlığa dalıp giden gözlerine.Kendi gözlerinde gördü kimsede göremediğini.Saf bir bakış,öylesine duru, öylesine içten.Kendinde buldu arayıp da kimselerde bulamadığını.Sessizce kanayan ellerindeki çocuk masumluğuna baktı uzunca.
Dedi: “Anladım Rabbim masumiyet engel değil ateşle imtihan edilmeme.Ellerimin kanaması bundan.Canımın yanması, canımın çok yanması bundan.Ama şimdi duruldum bak.O kadar masumum ki tıpkı o ilk çocukluk yıllarımı yaşıyor gibiyim.Ayak bileklerime değen gölün suyu kadar durgunum şimdi.Sen de şahitsin bulanık bir kalp değil benimki.Bak ne kadar masumum.Tek isyan kelimesi barınmıyor dilimde.Masumum.Razıyım.Senden.Benden.Kaderimden razıyım..Sen de razı ol kelamımdan” Suya yazılmış bir şiiri okur gibi okudu bunları evrenin kalbine fısıldar gibi fısıldadı gölün derinliklerine. Bileğindeki gümüş halhal en ince yerinden kırılıp suyun derinlerine karışırken bir şeyler koptu perinin içinden.Küçük mavi bir nazar boncuğu vardı sol ayak bileğindeki gümüş zincirde o da karışıp giderken suya anladı bir kez daha sevdiği her şeyin bir gün onu sonsuza dek terk edebileceğini.Bir hüzün bulutu geldi oturdu göz bebelerine.Ağlamaklıydı sesi.Aldırmadı şarkılar fısıldadı rüzgara.Bir hıçkırık geldi düğümlendi boğazına.Aldırmadı tebessümler dağıttı gökyüzündeki bulutlara.
geceye döndü.Göl kenarında yürüdü… Beyaz eteğini gece karanlığının içine saldı.Gümüş halhal ayağına takıldı.Anladı ki her gidiş bir dönüşe gebeydi.Tıpkı her cevabın yeni bir soruya gebe olması gibiydi.Ama giden geri döndüğünde onunki bir mecburiyet oluyordu ve bu dönüşün bir kıymeti olmuyordu.Gümüş halhalın üstünden geçip giderken anladı peri, geride bıraktıklarına dönüp bir kez daha bakamayacağını.”Hoşça-kallar” yerine çoktan ulaştıysa, ateş çoktan küle döndüyse geri dönüp közleri yeniden alevlendirmenin hiçbir manası olmayacağını.Yarım kaldıysa bile veda. Yakışmadıysa bile evvelde söylenmiş güzel sözlere.Bunun bir kıymeti olmadığını artık.Bilmediğinin kalbinde vûkû bulmasıyla bilinci açılanlara mahsus bir tebessümle baktı semaya.Karanlıktı yer gök.Ama karanlık olmadan yıldızlar da olmuyordu.Yıldızları var kılan gecenin karanlığıydı.Bu demekti ki karanlık aynı zamanda aydınlıktı.Bir ürperti sardı perinin bedenini.Ruhunu üşüterek geçti rüzgar üstünden.Buruk tebessümü yüzünde dondu kaldı.Mavi gül dalları arasındaki gece yürüyüşü bitmişti.
Eteklerinde bir yığın yaprak,saçlarında tomurcuğa durmuş erik çiçekleri…Öylesine güzeldi gecenin içinde.Bu sadece düşteydi.Gerçekte neden hep hüzünlerdeydi?
Bilinmez sorulara ardını dönmüşken şimdi, tüm bestelerin notaları aynı şarkıyı çağrıştırıyordu.Özlemle dolunca ruh, peri de kavuştu hayallerine yeniden.Hayaller ki onlarsız yaşanmazdı.Düşünmekten yorgun düşmüşlüğün dinginliğiyle bir nilüferi avuçladı Hayal perisi.Görünüşte dingindi peri.Kenarına uzanıp suyuna saçlarını saldığı göl gibi dingin… Ama içinde kopan fırtınaları bastırmak içindi sessizliği.Her şeye rağmen mutlu olmanın mücadelesini vermekti onunki. Yorgun düştü. Ağlamak istedi. Göz yaşları gölün suyuna karışsın istedi. Ama o kadar büyüktü ki yorgunluğu, buna bile kalmamıştı mecali.Ağlayamadı.Bir gözyaşı damlacığı geldi. Sol gözünün kirpiğinde bekledi.Akıtmaya kıyamadığı gözyaşını nilüfer çiçeklerine akıttı peri. Nasıl da inatçıydı gözyaşları. Gözlerini yurt edinmişler hiç gitmeyecekmiş gibi tutunmuşlardı kirpiklerine.
Peri, Lotus evreninin kalbine bir düğüm attı. Kötülükleri kilitledi kara kutuya. Bir dua fısıldayıp üfledi Lotus evreninin semalarına. Mavi bir gül tomurcuklanmıştı bütün kötülüklerin üstüne, kara kutunun üstünde.
Bir cevap yazın