Köpecik uyuyor. O uyurken ne yapıp edip bir şeyler yazmalı bu gece. Belki bir mektup. Ona… Postalamasam da olur. Mühim olan yazılması. Ama yazı masasına oturmak gelmiyor içimden. Çünkü bunu yapınca ille de ille ciddi bir şeyler koyasım geliyor ortaya. Oysa belki de sırf karalayıp atmak yeterli olacaktır, ne belli? Bu yüzden bu satırları balkonun demirlerine oturmuş bir halde yazıyorum. Yani ciddiye almaz görünerek. İşin o yüzünde ciddiyetsizlik var lakin her an aşağı düşebilirim. Ama zararı yok. Nasılsa en fazla en acemi hırsızın bile bir zıplayışta çıkabileceği kadar yüksekteyim. Lakin canımın yanmasını istiyorum. Kolumdan tuttuğu gibi aşağı çekecek biri ya da birilerine ihtiyacım var. Bu bir silkelenme isteği de olabilir. Belki düşersem bir an için kendime gelirim de şaşkın bakışlarla sağa sola bakınıp, “ne oluyor yahu” derim. Yoksa asla kendime gelemeyeceğim.
İnce hastalığı bilir misiniz? Yani veremi? Artık iyileştiriyorlar mı ne, çoktandır veremden ölen görmedim. Eski çağdan kalma küflü bir hastalık gibi görünüyor gözüme. Çaresi mi bulundu, yoksa artık kimse derin düşünemiyor mu? Ya da adı değişti de travma mı oldu? Şu sıralar bende bir gariplik var. Ama kimde yok ki? Görünürde sapasağlamım. O kadar ki domuz gribi bile giremez içime. Ama yine de hasta hissediyorum kendimi; bitkin, çok düşünmüş… Vücut, aldığı besinlerle daha çok güç kazanır ya hani, bendeki besinsizlik başka bir şey olmalı. Bundan ne sonuç çıkartacağımdan emin değilim. Ama bekleyin. Mevsim geçişlerinin organlarımız üzerinde kurduğu baskıdan olacak (ne kadar bilimsel olduğunu hak getire) tam bir baş belası oluruz bazen. Bana göre ince hastalık denilen veremin de buna benzer bir etkisi var. En çok vücuda hasar veriyor hani. Öyleyse bizim arıtım borularına ihtiyacımız var. İç sıkıntılarımızın pisliğini zihnimizden ve vücudumuzdan akıtacak bir boruya. Acaba şu su borusuna yaslansam akıtır mıyım içimdeki pisliği tepe taklak? Neşe mi gerek bize? Bir ışık mı? Her taraf yangın yeriyken ne ışığı, ne sevinci? Ah ayağa bir kalkabilsem masaya yumruğumu vuracağım ya…
Köpecik uyuyor, bu ter yığını da dayanılacak gibi değil. Nefes alacak bir baloncuk oksijen bile yok havada. Balkon demirlerinden uzaklaşmalı. Zaten çok da ciddi görünmüyordu. İşte gelip oturdum yazı masama. Mektuba soyunmak üzereyim. Şu kurşun kalemin ucunu da amma sivriltmişim ha! Bunu ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Demek ki çok olmuş yazmayalı. Peki, şimdi ne yapacağız? Mektup için bile olsa malzeme gerek. Kafamı kemiren bir sıkıntı var aslında. Kemirmekten çok uğultular yaratan bir sıkıntı. Ama içimden bir ses, bu çığlığın mektubumsu bir tasvire ihtiyacı olduğunu söylüyor. Öyleyse aklıma geldikçe kovaladığım iyi bir koşucu için yazılmalı bu mektup! Aynı zamanda veremimin de yaratıcısı. Geçen gün bataklığın oradaki yol ayrımına kadar kovaladım onu. Nefes nefese kalınca durdum. Durmak biraz iltifat, boylu boyunca kapaklandım bataklığa. İki hırçın nefes arasında kovalıyor mu yoksa kaçıyor muydum, belirsizdi. Köpüğe bulanmış bir Arap atı gibiydim. Ona mı yazmalıyım şimdi? Ya da sıcaklar daha da bastırmadan gölgeye mi çekilmeliyim? İki defa vazgeçtim ondan. Sessizce terk ettim onu. Peki, o ne yaptı? İkisinde de öfkeyle, daha da artan bir kuşkuyla acıdı bana. Yaklaştı. Üşüdü. Ağladı… Üçüncüsü yok artık. Olsa da güvenemez bana. Ben olsam güvenebilir miydim? Güvenmek çok onur kırıcı…
Bu yazı masasının başına oturmaya gelmiyor. Daha da ciddileşiyor hayat. Ama bir yerden başlamalı. Öyleyse “merhaba” diyelim. “Merhaba canım.” Canım mı dedim? Ne hakla? Aklı başında biri hangi yüzle teşebbüs edebilir buna? Bedeni terk eden son nefes gibi hayatından sessizce çıkıp giden ben değil miydim? Hem de iki kez. Kimsede bir dirhem can kalmadı, kendine gel. En iyisi, “merhaba hanımefendi!” diye başlamak. Evet, bu daha gerçekçi… Böyle devam edilebilir.
“Merhaba canım. Söze nereden başlarsam başlayım bu yine de acıtacaktır kulaklarını, biliyorum. Köpecik uyuyor. O uyurken sana dokunmak istiyorum ama seni yine terk edeceğimden korkuyorum. Ama bunu yapmalıyım. Sana yine merhaba demeliyim. Çünkü kırıntıların kaldı içimde. Küçük parçalar halinde ve üstelik mayalanmış kutsal ekmek kırıntılarına benzeyen türden kırıntılar… Ben o kırıntıların üzerinde uyuyorum yıllarca. Fark ettiğim anda ise kâbusa dönen ve gittikçe büyüyen bir korku olarak yaşıyorum seni içimde. Sen nasıl yorumluyorsun bunu? Yine canım cehenneme mi? Eminim kan kusuyorsundur bana. Seviyorum dediği halde çekip giden ikiyüzlü güvenilmez bir adam olarak yorumluyorsundur. Sakin olmalısın. Başka sözler duymalıyım senden. Yeterince kan kustuk zira. Orta bir yolu yoksa bu gidişin, işte asıl o zaman çığ düşmeli aramıza.
Yazdıkça saçmalayasım geliyor. Buz gibi suyun altına mı girsem acaba? Ne yapılması gerektiğini kestiremiyorum bir türlü. Aslında otuz altı saattir uykusuz olmasam bu kadar tere bulanmazdım. Gücüm gittikçe tükeniyor. Bilirsin bu halleri ya da daha çok bilmeni umuyorum. Sana, içimde kuduz bir köpek beslediğimi söylemiştim. Hani şu köpecik. Ona ancak böyle seslendiğimde mümkün oluyor vahşiliğini unutmak. Evet, derin bir uykuda şimdi. Güçlü olduğum zamanlarda önüne bir kap yal koyup karnını doyuruyorum. O farkına bile varmadan basıyorum iğneyi. Bu onu günlerce uyutuyor. Ama uykusuz geçen günlerimde onu da senin gibi ihmal ediyorum. İğnenin etkisi geçip başını kaldırdığında rengi bile değişiyor dünyanın. Salyaları ağzımda köpürüp dişlerim daha da keskinleşince peşine düşüyorum senin. Ama sana zarar vermemek için ilk sapaktan dönüp başlıyorum o köpekle boğuşmaya. Çünkü o senin yok edilmeni istiyor. Ona göre ikimize de zarar veriyormuşsun. İnanabiliyor musun buna? Aklını kaçırdı zavallı. Bu kayıp zaman dilimi ise sana “terk edilmek” olarak yansıyor. Hâlbuki karanlık bir yer altı dehlizinde senin için yabani bir hayvanla boğuşuyorum. Böyle anlarda veremin kokusunu duyuyorum. Saçlarım şimdiden beyazladı. Yakınlarda bir değirmen olmalı, kan kokusunu alabiliyorum. Çünkü kanlarımız dehlize karışıyor. Kutsala kan sıçradı bir kez… Ama üzülme, ruhum dingin artık. Şimdilik bir kasırga beklenmiyor…
Fark ettim de o köpeciği doyurmakla aç bırakmak arasında meğer hiçbir fark yokmuş. İki halde de eninde sonunda saldırganlaşıyor. Onu yok edebilmenin yolunu bulamadım henüz. Lakin bir kez konuşmayı denedim. “Bak köpecik”, dedim”, “biliyorum, sen benim savunma mekanizmamsın. Beni korumaya çalışıyorsun ama onu karantinaya almaktan vazgeç artık. O tehlikeli değil. Sadece birazcık yorgun o kadar.” Başını okşadım. Pamuktan da yumuşak tüylerini… Az kalsın elimi kopartıyordu mendebur! Her zaman olduğu gibi ilk o saldırdı. Dişlerinin acısını hala hissedebiliyorum kafamın içinde. Uyandığımda biraz ötemde yatıyordu. Başını okşamadan önce iğnesini yapmıştım. Etkisini göstermiş olmalı. Nasıl yuvalanmış, nasıl ev bellemişse inini, beni bile yaklaştırmıyor yanına.
Şimdi tatilde olmalısın. Dün gidecektin. Orada nem de vardır şimdi. Olsun. Hem hastalığına da iyi gelir. Beni düşünme sakın. Bu sayede daha az berbat geçer tatilin. Seni sevdiğimi söylemiş miydim? Her ne kadar senin beni sevdiğinden kuşkulansam da seviyorum seni ey mayalanmış ekmek kırıntım… Bunu eminim sen de düşünüyorsundur. Hemen öfkelenme, dinle ve yavaş konuş. Köpecik uyuyor. Uyanmasını istemeyiz değil mi? Seninle üç dört ay gibi kısa bir sevgililiğimiz oldu. Bu tam tamına iki sene önceydi. Sen bana gerçek mutluluğu yaşattın. Sevmek, demiştim, yaşamın en güzel hediyesi. Hele ki aynı duygularla karşılık bulmak! Ama senin beni sevebilme marifetin o kadar kısa sürdü ki canım, bu muammayı bu güne kadar hiç cevaplayamadım: kısa sürdüğü için mi aldattın beni? Hem yüreğinle ve hem de bedeninle? Zihnime çivi gibi çaktığın o sözün manası nasıl acıtmıştı canımı biliyor musun: “seninleyken onunla da görüştüm.” “Ben gerçek sevgiyi onunla yaşadım.” “Çok acı çekiyorum.” Sanırım o sıralar tesadüfen geçiyordum oradan. Bari bana müsaade artık! Kaldı ki seninle düzenli bir ilişkimiz de yoktu. Bedenimizin tatminsizliği mi bitirmişti bu ilişkiyi? “Zaten cinselliği çıkartırsan ilişkiden geriye pek faza bir şey kalmıyor.” Bari bunu söylemeseydin. Senin hem kafası karışık, hem mutsuz ve hem de doyumsuz bir kadın olduğunu düşündürdü bana bu sözün. Sana göre o sıralar bana bir şans vermiştin. Hem de tüm bu sözlerine rağmen.“Git, gelme dedin. Aslında beni ona gönderen sendin.”
Her git dediğimde bir başkasının kollarına gideceğini düşünmek umut verici! Sıcaktan saçmalamaya başladığımı kabul etmiyorum. Gerçek olan şu ki sen kötü bir insandın. Güvenilmezdin. Beni o gün çıkartacaktın hayatından. Seni iki kez terk etmişsem, iki kez geldiğimi de görmelisin. Yüzlerce kez güvenmeyi denedim fakat asla affedemedim seni. Ama belki bir kez ağladığını ya da acı çektiğini görsem belki affedebilirdim. Bu da varsın benim avanaklığım olsun. Ama sen özür bile dilemedin benden. Neyin samimiyetsizliğiydi bu?
Gerçek seviyi sorguluyorsun bu günlerde. Gerçek sevginin ancak karşılık beklenmeden mümkün olabileceğini savunurken, bir sevgili olarak senin de sorumlulukların olabileceğini görmüyorsun. Aklanma çabası mı tüm bu savunma girişimlerin? Ne yaparsam yapayım beni sev, ben bile kendime güvenemiyorum demek mi bu? Köpecik diyor ki, “bir daha aldatılmak için mi koşuyorsun ona? Seni zavallı hayvan! Eninde sonunda parçalarına ayıracağım seni!
Daha ne kadar köpüğe bulanabilirdim ki? Artık sözün sonunu getirmeliyim. Köpecik uyanmak üzeredir. Gideyim de karnını doyurayım bari. En son iğneyi üç gün önce vurmuştum. Uyuşmaya karşı yavaş yavaş bağışıklık kazanıyor, üstelik elimde başka iğne de kalmadı. Bu seni can gözüyle son hatırlayışım. Kendine dikkat et. Geceleri daha çok uyu. Mahzenden tıkırtılar geliyor. Sessiz ol, kaçmaya hazırlan. Kimseyle konuşmuyorum köpecik, şu iğrenç kedi yine gelmiş bataklığımıza. Kovalıyorum gitmiyor lanet olası. Zavallı sersem köpek, hala sendeliyor. Birazdan iyice uyanmış olur. Artık onu yenemem. Buraya geldiğinde benliğimiz birleşmiş olacak. Seni bir daha asla istediğim gibi hatırlayamayacağım. Git artık. Uzaklaş. Geceleri daha çok uyu. Ve artık bırak peşimi. Hoşça kal. Geldin mi köpecik? Kahve yapayım mı sana da? Evet, yine gelmiş şeytanın talebesi. Nasıl da çirkin bir yaratık öyle? Evet, haklısın. En başından beri de haklıydın zaten. Bataklığımızı kirletiyor! Sen onu boş ver de, uyurken ne de güzel hırlıyordun öyle! Rüya mı gördün, anlatsana! Ahh iyice oturmuş boğazına, gel, zincirini çözelim. Hava da ne kadar da sıcak değil mi bugün?
Günay Aktürk
Bir cevap yazın