Asabi metropolün gecesini acımasızca yaran ticarinin yan koltuğundayız, taksimetre çalışmıyor, şoför bizi göremiyor. Bir zamanların bok çukurundan gökdelenler yükseliyor. Gecekondular, Çin kerhanesini andıran ışıklı gökdelenlere gölge komşusu, büyük balık doymak bilmiyor. Tek tük kalmış yıkık mezbahane iskeletleri toplandı toplanacak, devasa şantiye makaraları… Trafik ışıkları kırmızıda yanıp sönüyor ve öylesine geç bir vakit ki, kol saatimize bakmaya korkuyoruz. Hepimizin vakte dair bir fikri var, lakin susuyor, sadece camı aralamakla yetiniyoruz. Yılık harfler ile ucuz bir tablotçu bulaşıkçını arıyor, dikkatimizden kaçmıyor. Oysaki şehirdeki tüm bulaşıkçılar uyuyor.
Bir başka tepedeki aynı metropolde; arnavut kaldırımlı yokuşu tırmanan ayyaş avukat, ayakkabılarınla öylesine yakınlaşmış ki onları en kısa zamanda boyatması gerektiğini anlıyor. Bu ayıp, yanıp sönen sokak lambasında bir belirginleşiyor bir siliniyor. Burada rüzgâr esiyor, hava ısırıyor mu ısırıyor. Yirmi birlik asgari ücretli Kenan, zavallı loğusa karısıyla uykusuz. Bebek T. huzursuz, ağlıyor. Gazı var sadece, kucağına alınıp sırtının sıvazlaması yeterli oysaki. Bunu anlamaları tecrübeyle bir gün gelecek. Yirmi bir gün evvel ayyaş avukat yine yirmi küsur senelik arkadaşı Semavi’ye bakmaya gelmişti bu yokuşun dibinden. Ayyaş avukat ince, uzun ve hala gençti. O gün, gün ışıktı ve seven bir kadın, kocasının ihanetini o anda öğrenmiş, dünyası mahvolmuştu. Kuzey doğuda bir yerde fabrika şefi böbürlenerek işçisine şöyle diyordu. ‘’İzin sorun değil, önemli olan dürüst olman. Benim için kız arkadaşınla buluşup keyfi bir çay içmen bile izin sebebidir.’’
Yirmi bir gün evvel Semavi evde yoktu. Yirmi bir gün evvel avukat aynı ayakkabılar ile yine buradaydı ve Semavi’nin olmadığı varoşta beyaz sevimli köpek boş mama kovasını ısırıp ona açlığını kanıtlamaya çalışmıştı. Gece ağır aksak ilerliyor. Bir polis arabası usulca karşı yönden geçip gidiyor. Metro köprüsünün altından geçiyoruz. Genç ayyaş avukat, tam ensemizden otuz beş kilometre uzakta. Git gide ondan uzaklaşıyoruz Semavi bu defa evde. Işık yanıyor. Bulaşıkçı adaylarından biri kocasıyla zoraki sevişmiş, sabahın getirileceği umutsuzlukla tavanda yüzleşiyor. Yedek yorgan ve yastıklar yanı başlarında yükseliyor çiftin. Bir sigara yakıyor su işleri müdürlüğünün bekçisi. Eski Rus askerlerinin parkelerine benzer parkesini yanağına kadar çekiyor. Baktığı yönde sanki olacakları görüyor. Evde ışık var. Gıcırtıyla aralıyor bahçe kapısını. Aç köpek karartıda onu hemen tanıyıp susuyor. Yem kovası yanı başında. Aklının köşesinden bile geçmiyor yirmi bir gün önceki boş yemliğe bakmak. Ama biz eğilip bakıyoruz. Yine bir şey yok. Yoksa bu köpek önüne ne kadar konursa hemencecik yiyor ve sonra iflas etmiş bir darı tüccarı gibi kendini acındırmaya mı çalışıyor? Taksiyle Alsancak’a vardık bile. Dar sokakların neredeyse her bir yanı travestilerce parsellenmiş. Körfez hala çürük yumurta gibi kokuyor. Rüzgârdan olmalı, taşınıp gelmiş olmalı leş koku sokaklara. Kapıyı çalıyor. İçerideki konuşmalar bıçak gibi kesiliyor. Sonra da,’’ Kim o’’ Diyor, Semavi. ‘’Benim’’ Diyor, genç, sıska, uzun avukat. Hemen açılıyor kapı. Delik deşik çekyatta iki kişi oturuyor. Çay bardaklarında aslan sütü duruyor. Yalnız, her bir bardaktaki içki seviyesi farklı. Direk, gözleri ilk evvela bardaklara odaklanıyor. Neredeyse ayılacak. Söyleyeceklerini yokuş boyunca tekrarlamıştı. Şunu tekrarlayıp durmuştu: ‘’ Nasıl benden şüphelenirsin, bu bana yapılan bir hakaret… Bak Semavi seninle çocukluk arkadaşıyız. Bu mahallede sen ve ben… Semavi sen gerçekten bunu benim yapabileceğime inanıyor musun? … Semavi ben seni hiç sattım mı söylesene sattım mı? Dostum, sen ciddi misin?’’ … Oysaki sadece ve sadece üç çay bardağına gözlerini dikmiş bakınıyor, kirli çekyattakiler ile ilgilenmiyordu. ‘’ Gel bakalım Avukat Efendi’’ derken Semavi, genç sayılabilecek yaştaki ayyaş avukat bir bardak rakı uğruna hiç var olmamış kaynanasının kendisini sevdiğini iddia ediyordu.
Kapı dördü için kapanmadan, bu aralıktan fırsat bilen beyaz sevimli köpek yem kovasını ısırıp onu teşhir etmeye niyetlense de kapı birden kapanıyordu. Hilal aya bakıyor köpek. Uzaklardan gelen- muhtemelen sokak köpeğinden- havlamaya dikkat kesiliyor. Ciddi bir şey yok, kuyruğunu sallayarak çöküyor yine aya gözlerini dikerek. Sokak köpeğinin yanındayız. Yeni atanan mahalle bekçilerinin ayırdığı bir köpek çetesi savaşından hala hazımsızlık çeken bir karabaşın mızıklamasından başka bir şey değil. Bebek T.nin gazı tesadüfü bir şekilde babasının sırt okşamasında ‘gak’ diye çıkıp gidiyor. Işık sönüyor. Gece burada huzur vaat etmeye başlıyor. Tüm gece taksiyle turluyoruz. Saat kulesini, belediye binasını ve İnciraltı’nda ki bir elin parmakları sayısındaki kara gölgeli incir ağaçlarını görüyoruz. Kimse taksiye binmiyor. Hasılat yetmiş beş lira… Üç gün sonra bir telefon geliyor, 532’li bir numara. Arayan ayyaşın babası. Evladım, oğluma birkaç gündür ulaşamıyorum.
Telefonlara cevap vermiyor, sen onunla görüşüyor musun? ‘’Diyor titrek bir sesle ve ekliyor,’’ Bugün de ona ulaşamazsam İstanbul’dan ilk uçakla gelicem’’ ‘’Merak etme Bey amca, sızmış kalmıştır bir yerde’’ diyemiyorum. ‘’Merak etme amca’’ diyorum biraz kaygılıyla. Sonra sizi uyandırıyorum. Birlikte ayyaş avukat arkadaşımızı arıyoruz cepten. Telefonumuza bakmıyor. Telefon çalıyor ama bakmıyor. Taksi çağırıyoruz. Gelen üç gün önceki şehir turu yaptığımız aynı taksi. Ben ve bir kaçınız birlikte ön koltuğa kuruluyoruz, sen ve sen de arka koltuğa. Evine gidiyoruz. Kapıyı çalıyoruz.
Kimse yok. ‘’Hay Allah’’ Diyoruz hep bir ağızdan. ‘’Hayır olsun’’ İyi çocuktur avukat, siz de bilirsiniz. Ayyaştır mayyaştır ama iyi çocuktur. Telefonumuz çalıyor.‘’ ‘’Gazı vardır onun, sırtını sıvazlayacaksın dikkatlice, sonrada ‘gak’ sesini duyana kadar bunu tekrarlayacaksın, bişeyi kalmaz’’ Plastik enjeksiyon işçisidir T. ‘nin babası. Yirmi bir yaşındadır ve adı Kenan’dır. Zor iştir plastik enjeksiyon işçiliği. Ham maddeye ‘mal’ derler burada, bu fabrikada. Çuval çuval istiflidir canavara benzeyen makinanın yamacında. Un çuvallarına benzer, birkaç okka daha hafiftir. Sırtına alır sekiz basamak tepesine çıkar, huniden gak diye boşaltırsınız malı. Sonra o canavar çiğner de durur plastik sakızını. Tükürür: plastik sandalye olur, tükürür; plastik kova olur, tükürür; plastik bilmem ne olur. Neler de neler tükürür. Uzaklarda. Çok daha uzaklarda, ağaçların rüzgârda salındığı tarlalarda mis gibi havada tarım ırgatları filtresiz cigara tüttürür. Kasketleri, baş bağları, lastik ayakkabıları vardır ırgatların. Seraların içi sıcak olur. Güneş sadece ve sadece seralara iyi davranır. Domates işte buradan kopup gelir soframıza kızararak. Biliyorsunuz değil mi? Gelen arama bizim avukattan başka biri değildi. Heyecanlanıyoruz sevinçle ‘’ Dostum merhaba, nasılsın?’’ ‘’İyidir, ama bir bela var başımızda, sorma bilader’’ ‘’Baban seni merak ediyor’’ ‘’Biliyorum iki gün önce konuştuk’’ yutkundu. ‘’Darp ettiler beni’’ ‘’Deme yahu, kim ?’’ ‘’Çocukluk arkadaşım Semavi, sana ondan bahsetmiştim’’ ‘’Hatırladım,âmâ neden?’’ ‘’İki de arkadaşı vardı o gece yanında’’ susuyoruz soru şeklinde ‘’Yirmi gün önce sahte içki için elli bin liralık tarımsal alkol satın almıştı karanlık adamlardan veresiye’’ ‘’Eee?’’ ‘’Sonra da polis baskınıyla kaptırmış saf alkolü’’ ‘’Seninle ilgisi ne peki bunun?’’ ‘’Benim ihbar ettiğimi düşünüyor. Benden elli bin lira istiyor. O gece üçü birden üç yerden saldırdılar, silah çekip anlıma dayadılar. Oysaki ben ona, neden benden şüpheleniyorsun diye sitem etmeye gitmiştim. Şikâyetçi oldum. Rapor aldım. Gerçi, gözümün şişi indi, iyiyim ben ama… Şimdi de Zühal’in evinde saklanıyorum. Gözü dönmüş Semavi’nin, elli bini bulamazsam beni öldüreceğine ant içti.‘’ ‘’Senin meteliğin yok diye biliyorum, yanılıyor muyum?’’ ‘’Büyükannemden kalan Foça’daki evi sattım geçen ay. Semavi’nin kız kardeşi emlakçıdır. Ona dediydim anamla başımızı sokacak bir ev bul bize diye.’’ ‘’Şimdi anlaşıldı.’’ Diğer iki kişi kimmiş peki?’’ Biri taksici, diğeri de fabrikada işçi bir çocukmuş. Taksiciyle göz göze geldim bir ara. Gözünün altındaki benden tanıdım onu ‘’ O taksici o taksici miydi? Peki, fabrikadaki çocuklu genç, o çocuk muydu? Enjeksiyon operatörü… Bilmiyoruz, bilmek de istemiyoruz. Ama olay günü taksici bizimleydi. Zavallı toy baba Kenan da biricik oğlu T.nin gazını tesadüfen çıkartmakla meşguldü. Sonra bir karar vermiştik, hatırlıyor musunuz genç sayılan ayyaş, sıska ve uzun olduğu su götürmez kesinlikte olan avukata. Demiştik ki: ‘’Sen bir alkoliksin. Aldığın davalarda sırf bu yüzden başarılı olamıyorsun. Babanın anneni sen henüz yedi yaşındayken terk edip gitmesini hazmedemiyorsun. Babana olan kinin 1988 yılına dayanıyor. Dayının sana aldığı çikolatanın baban tarafından sana neden verilmediği davasında takılı kalmışsın.
Metropol günün ilk ışıkları ile kaynayan bir kazana dönüşüyor. Cepheler açılıp kapanıyor. Savaşlarda ölenler, aldatılanlar oluyor. Bulaşık yıkayan zavallılar devlet tiyatrolarında sahneye konan oyundan bihaber beyaz muşambadan adi derileri boynuna geçiriyorlar. Ölmekten ilk defa korkuyorsun. Bir kadının eteği altındasın ve titriyorsun. Ki o kadına sadece ağız kokunu çekecek başka kadın bulamadığın da gidiyordun. Herkesten fazla içip tanrıya ve meleklerine meydan okuyordun. Şimdi zavallı babandan intikam aldığını zannediyorsun. ‘’ demiştim. Sonra da Otomatik Portakal filmini izleyip izlemediğini sormuştum sana. Sen de hukuk fakültesinde izlememiz yönünde tavsiye aldığınızı söylemiştin. Filmi anlatmaya başlamıştın. Sözünü kestim. Dedim ki sana filmin konusu sana kalsın. Bu filmin sinemaya uyarlanan romanının yazarı Anthony Burgess. 1959 yılında beyin tümörü teşhisi konan ve bir yıldan daha az ömrünün kaldığı yüzüne söylenen İngiliz yazar. O zamana kadar başarısı olmayan silik bir yazar. Sırf öldükten sonra karısının geçimini sağlamak için Otomatik Portakal gibi bir başyapıt romanı Dünya edebiyatına armağan eden İngiliz Yazar. Ya Dostoyevski. Çar’ın mucizevi affıyla idamdan kıl payı kurtulan kumarbaz dahi… İşte sana işaret, görmüyor musun? İstanbul seni çağırıyor. Annenin ve senin hazırlaman gereken bir bavulu var. En büyük metropol seni çağırıyor. Daha büyük katiller, kalpazanlar, tecavüzcüler ayık bir avukatı bekliyor. Şehirler kaynıyor… Su idaresindeki bekçi yüksek tepede kurulu tesisten İzmir’i seyrediyordu. Bir türkü geldi derinlerinden bir yerden dudaklarına. Tam söyleyecekti ki cebi çaldı. Arayan amcaoğlu Faruk’tu.
Bir cevap yazın