Ranzaya bağdaş kurdu mahkum, elindeki tesbihin tanelerini saydı. Bir kez daha… Bir daha… Hep otuz üç çıkıyordu. “Ne artıyor ne azalıyor” dedi, gözlerini kısarak. Kimsenin duymasını istemez gibiydi.
Kıvırcık saçlı karşısında durdu. Gülümsedi. Dişlerinin sarılığını dudakları kapatmıyordu. Göz kapaklarını yukarı doğru kaldırdı “Vakit yaklaşıyor” diye fısıldadı sağ tarafında duran gözleri kanlanmış, çilli yüzlü adama. Adam oralı bile olmadı. Boynunu büktü yavaştan. Oniki buçuk adımda vardı ranzasına. Burnunu çekerek, girdi yatağına. “Artık olmayacak. Artık olmayacak. Artık…” diye kendi kendine söylendi. İki ayağını da karnına doğru çekti. Sami, eli yüzü kan içinde olduğu halde, iki gardiyanın arasında kapının önüne yağıldığında, hıçkırması hala devam ediyordu.
Gözlerini kapattı kurban, üç haftadır yıkamadığı saçlarının kirlettiği yastığa başını koyarken. Uyumak istedi. Bir daha uyanmamak. Kırlarda dolaşmak, Hesapsızca koşmak. Doğanın bütün güzelliklerini yudumlamak. Menekşelerin en güzelini koklamak için uykuya dalmak istedi… En çokta çocukluğunda ki gibi çiğdem toplamak istedi. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağacak. Gökkuşağı çıkacak. Büyükçe bir taşın üzerine, Seyfi ve Kazımla birlikte oturacaklar, annelerinin kirlenmiş kazaklarının önüne diktiği ceplerinin içerisine söylenerek doldurduğu elma ve kayısı kurularını sümüklerini çeke çeke yiyecekler ve gökkuşağının renklerini sayacaklardı kavga, gürültü arasında.
Hayal kurdu kurban. Üç çocuğu oldu. Birinin adı Özgürlük, biri Hürriyet, en küçüğüde adalet. Büyük bir gürültüyle açıldı hapishanenin demir kapısı. Kapının sağında ve solunda duran askerler gülümsediler, sonra da ellerini uzatarak tokalaştılar. “Geçmiş olsun.” Yıllardır duymak istediği, duymak için nice hayaller kurduğu iki kelime iki askerin dudaklarının arasından çıkıverdi. Üç adım attığında, özgürlük karşıladı kendisini. Sıkıca sarıldı boynuna. Önce burnuna sonra da iki yanağına üç öpücük kondurdu. Sonra Hürriyeti kucakladı, bir daha hiç bırakmamacasına… Adaletin ellerinden tuttuğunda sıcaktı parmakları. Dudaklarını gezdirdi parmak aralarında. Gülümsedi. Yutkundu. “Adalet” diye iç çekti. Gözlerini kapattı usuldan. Ta ötelerden bir gülümsemeyle yeniden baktı adaletin sevimli yüzüne. “Çok geç geldin” diye mırıldandı ranzaya dayanmış sol kolunun uyuşmasına aldırmaksızın.
Homurdandı cellat. İri gözlerini sallanarak yürüdüğü koridorlarda gezdirdi. Beyaz badanalı duvarlarda çığlıkların en keskinini aradı irice parmaklarının arasında çektiği irice tesbihini savurarak. “Hepside birbirine benziyor” dedi hapishanenin en uzun koridorunu dönerken. Çığlıklar önce duvarlara çarptı. Oradan koğuşlara ulaştı. Oradan da avluya… Sigara alanından, bir insan soluğu tadında ulaştı şehrin cadde ve sokaklarına. Kimse duymadı çığlıkların en keskini. diz çöktürmüş kurbanının nefes alıp vermelerini dinlerken, küçük bir çocuğun yüzüne annesinin kocaman göz yaşları düştü. Kimse görmedi…
Başını yere eğdi mahkum. İki gardiyanın arasında büzülmüştü adeta. Gardiyanın birsinin adı Süleymandı. Diğeri İdris. Süleyman, İdris’ten biraz daha merhametliydi. İdris, Süleyman’dan cüsseliydi. Merhametin cüsseyle ölçülemeyeceğini biliyordu mahkum. Şiddetli baş ağrısıyla götürüldüğü hastaneden, şiddetli dövülmenin etkisiyle getirilmişti bir yıldır çarşaf ve yorganlarının yıkanmadığı, kapısının, “mahkumlar karşı köşeye sırtı dönük olarak bir ip halinde duracaklar. Birbirlerine başlarını dahi çevirmeyecekler” komutundan sonra açıldığı, sol yanağı yanık izli Salih’in cesedinin kokusu yedi aydır çıkmayan koğuşuna.
Derin bir iç çekti mahkum. Salih’i düşündü önce. Uzamış, kirli saçlarının omuzlarından aşağı doğru dökülmesi. Salih özenirdi saçlarına. Uzamış kirli saçlar. Salih’in saçları. Sonra ince bıyıklıyı düşündü. Dört gardiyan zor zaptediyorlardı. Haykırıyordu ince bıyıklı. “Ölümden sonraya da gelemessiniz ya. Ölümden sonnra da gelemessiniz ya…” Bu cümlesini on beş kişilik koğuşta sadece iki kişi anlamıştı. Biri topal Osman. Diğeri de Vurdumduymaz Recep. Topal Osman, uzandığı ranzasından kapıya doğru sırtarıyordu, bilmişlik taslarcasına. Diğerlerinin anladığı herkesin anladığı şekildendi.
Ölüme gidiyordu mahkum. Yalnız… Çaresiz… İsmail koluna girerken yığılıverdi olduğu yere. Gözünü açtı. Gülümsemek istedi. Bir kez daha bayıldı.
Tahta bir sandalyeye oturdu cellat. İri gözlerini iyiden iye açtı. Son bir hamle ile avını midesine indirecek olan vahşi bir sırtlanı andırıyordu. Ayak ayak üstüne attı. Homurdananak çayından bir yudum aldı. “Benimki demli olsun” diye mırıldandı silahını temizlemeye çalışan çaylak cellada, kapıdan içeri girenin yüzünü göz ucuyla süzerek. Lacivert takım elbiseli yavaşça kapıyı kapattı. Bir hafta önce ayaklarını kendisinin tamir ettiği tahta sandalyeye oturdu. Döş cebinden dedesinden yadigar olduğunu her fırsatta, bütün hapishaneye ilan eder gibi söylediği tabakasından bir sarma cigara çıkardı. Göz göze geldiler. Cigaranın dumanı içeriyi çoktan kaplamıştı. Cigaranın ilk külünü tablaya çırpmadan eğildi celladın kulağına, fısıldadı yavaştan. “Senin gözlerin daha karanlık aydınlıkta.” Kapının yanında, ayakta, sağ tarafına meyilli duran kıvırcık saçlı kulak kesti. Eline aldığı gazetenin sayfalarını büyük bir acele ile çeviren ince kıravatlı oralı bile olmamıştı. Burnunun tam üzeri benli olan pis pis sırıttı, kaş altından bakışlarını göndererek.
Başını geriye attı cellat. Göz ucuyla etrafına bakındı, sinsi sinsi. Bileğine doladığı sinciri gevşetti. Yumruğunu daha da bir hırsla sıktı. Tepesinden soluyordu adeta. Büyük bir hışımla ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. “Yıldızlar bu günde dökülüyor” diye söylendi. Sadece kıvırcık saçlı duymuştu.
“Burada bulut yok” dedi ince bıyıklı, kirlenmiş düz saçlarını renk değiştirmiş yorganının altına gizleyerek. Kıs kıs güldü. Üst ranza da yatan düz taban güldüğünü duymadı. Göz kapaklarını yukarı doğru kaldırdı. “İyi ki duymadı. Yoksa tekmelerdi” diye geçirdi içinden, eleriyle sıkıca tuttuğu yorganı başına doğru çekerek. Ayaklarının karıncalanmasını hissetti. Hücre geldi aklına. Beyninin içi arı kovanını andırıverdi. Çığlıklar. Kan. Göz yaşı. İniltiler… “Beni mahkum edemeyeceksiniz” diye inledi, smsiyah yorganın altında. Gözlerini yavaşça kapattı sonra da, ışıkların kapanmasından üç saat öncesinde.
Sayısını bilmediği kadar mahkumun kollarından tutarak sürükdiği günleri düşledi. İri bıyıklarının arasından onların çığlıklarına nasıl pis pis güldüğünü. Adımlarını seyrekleştirdi cellat. Duygusal bir müzik dinliyormuş gibi bir hava esintilendi ensesinin sol tarafından. Duraksadı ve sağ tarafına yavaşça döndü. Yıllar öncesine gitti. Bir çok yıl geçti iri gözlerinin arasından. Hayal perdesini araladı. Özgürlüğün ancak rüyalarda görüldüğü karanlık dolu günler. Kanlı hayal perdesi…
Yazılar geldi önce iri gözlerinin önüne, sonra insanlar, insanların kafaları, burunları, ağızları, dişleri ve dudakları. Dudaklarından avazları çıktığınca çıkan sesler; “Her cellat potansiyel bir katildir. Her mahkum potalsiyel birer kurbandır…”
Üç adım attı cellat sağ tarafına, duvara doğru. Sırtını duvara yaslayarak ileriye baktı. Gözlerini kapatarak araladı dudaklarını. Dudaklarından dökülen kelimelere kulakları bile inanmamıştı. “Burada susmanın bedeli, boynumuza geçirilen bir yağlı ilmeğe, başımıza inen paslı bir satıra eşittir.”
Göz kapaklarını sonuna kadar araladı. Bembeyaz duvara gözlerini kırpmadan baktı. Tekrar mırıldandı: “Kaybettik”
Mithat Önal – KAYBETTİK
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın